28 Kasım 2006

İradenin bittiği an

Eşim yurt dışında; akşam dersten sonra oğlanı ben alıyorum. Dersim 6.30'da bittikten sonra fırlayıp çocuğu almaya gidiyorum. O saatte bizim oğlan ve bir kaç velet daha kalıyorlar. Orada çok mutlu biliyorum, ama yine de beş dakika erken gitmek bile benim için önemli oluyor. Oğlanı beş dakika erken almayı kâr sayıyorum.
Bugün de öğrencileri 10 dakika erken bırakıp fırladım. Okuldan çıkarken hafif çişim vardı ama tuvalete gitmedim; sonuçta ev 10 dakikalık mesafede. Derse de erken başlarım, oğlanı da alırım erkenden, dışarıda yemek yeriz mis gibi, keyif yaparız. Bunlar tabi o anki fantazilerim. Gün hüsranla bitti.
Papa Ankara'da ya... Saat 4.20. Papa'nın Diyanet'e gelişi 5.00 olacak. NTV radyoyu dinliyorum ama yol kapatma haberi henüz yok. Okulun arka kapısından çıkamadım. Hoop ön kapıya döndüm. Oraya da yol vermiyorlar. Eskişehir yolunun kapalı olduğunu orada öğreniyorum zaten. En arka kapıdan çıkayım diyorum. Gözüm hala saatte; erken gidicem ya güya. Söğütözüne varmadan trafik tıkanıyor. Saat 4.37. Eyvah filan derken her yer kilitleniyor. Kilitlenmemesi imkansız; NTV radyodan Eskişehir yolu, Konya yolu ve Turan Güneş bulvarının kapalı olduğunu öğreniyorum. (Bu yollar etrafımdaki yolların adları, ben de yüzlerce aracın ortasında duran zavallı insan) Sakin ol diyorum kendi kendime ama sakin olmak mümkün değil çünkü çok sıkışmış durumdayım. (Bu arada turkcell telefonumun şarjı bitiyor ama son anda dersimi iptal ediyorum. Avea'm da öldü ölecek. Can çekişiyor) Ne diyordum? Ha çişim. Çıldırıcam. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum ama mümkün değil. Artık saat 6.00. Bitmek üzereyim. Mesanemin neden olduğu ağrı kasıklarımı çoktan aşmış durumda; debriyaja basamıyorum. (Hoş, zaten basmak da gerekmiyor, kontak kapalı oturuyoruz 1.5 saattir.) Etrafımdaki arabalardan insanlar aşağıya inmiş sohbet ediyorlar. Sohbetlerin yarısı Papa'nın götü, diğer yarısı da anası ve avradı eksenli. Tamamen katılıyorum ama fiziksel olarak yapamayacağımın da farkındayım. Sonra sol tarafta bir yer gözüme ilişiyor. Adamlardan biri gidip biri geliyor ve bir şeyin dibine işeyip duruyorlar. Ağlamak istiyorum. Çünkü bayılıcam artık, gerçekten de canım yanıyor. İlk defa erkek olmadığıma lanet ediyorum. İnip işemek dert değil, yapmadığım şey hiç değil ama etrafta binlerce insan var, herkesin farları yanıyor. Birilerinden yardım istesem diye düşünüyorum; gidecek bir yer bile yok.
Tükeniyorum. Arabadaki migros poşetini altıma seriyorum. Atkımı altıma alıyorum. Ve işemeye başlıyorum. Ilık ılık. Kasıklarım sızlıyor; bu kadar tutulur mu kardeşim, canımın acısından ağlamaya başlıyorum ama ağlamamalıyım çünkü yavaş yavaş işemem gerekiyor. Kontrollü. Araba ıslanırsa rezalet olur; kokusu aylarca geçmez. Pantolonum ıslandı, koyu rengi karanlıkta bile seçiliyor. Atkıyı yokluyorum; o da sırılsıklam. Aylardır işemiyor gibiyim. Sonra üşüme geliyor. Gerçekten üşümeye başlarsam araba kullanamam. Ayakkabılarımı çözüp pantolonumu sıyırıp çıkartıyorum. Ayakkabılarımı tekrar giyiyorum ve montumu kucağıma alıyorum. Etrafta bir tek kadın bile yok. Birileri görüp saldırsa suçlusu ben olurum, yemin ediyorum basın beni aforoz eder. "Arabada donla oturan kadına 35 kişi saldırdı. Hayır, donla oturma nedeni ne olabilir? Hanfendi aranıyor muydunuz? Nınınını"
Trafik bir şekilde açıldı. Ben Eskişehir yoluna sapmaktan vazgeçtim, başka bir yol aramaya başladım. İki kere kaybolduktan sonra bildiğim arka yola çıkıp yedide kreşe vardım. Başka çocukların da beklediğini görünce sevindim. Yoldan zaten aramıştım, biliyorlardı. Ama halim perişan. Üzerimde fermuarı boynuma kadar çekili montum (allahtan boyu dizlerimin bir karış üzerine kadar uzanıyor) ama altım çıplak. Spor pabuçlarım, çoraplarım ve bemmmbeyaz bacaklarımla Kasım sonunda çocuğunu kreşten almaya giden bir manyak gibi görünüyorum. Ilgaz'ın öğretmeni ve kreş müdürü bacaklarıma bakıyor doğal olarak. (Ben olsam, ateş mi bastı filan diye düşünürüm herhalde, "hatun kudurmuş, ateşi başına vurmuş") Arabada bir kaza oldu da, diyorum zavallı bir şekilde. Ilgaz dışarıda yemek yemek istiyor ama ben gerçekten de bitmiş durumdayım. "Annecim, sana bir şey söyliycem ama kimseye söyleme, söz mü?" diyorum. Peki diyor. Olayı iki cümlede özetliyorum ve neden eve gitmek istediğimi anlatıyorum. Kabul ediyor (canım kuzu). Babama anlatabilir miyim? diyor. Tabi diyorum; ondan önce ben anlatıcam zaten.
Eve geldiğimden beri 15 dakikada bir tuvalete gittim. Sürekli ellerimi yıkadım. Sinirlerim bozuldu resmen. Sakinleştirici bir ilaç olsa hiç düşünmeden alıcam ama yok. Neyse, Smirnoff iyi geldi. Biraz daha içersem güzel miso olucam yine. Sonra da vurup kafayı yatıcam.
Nefret ettim. Papa'dan, çözümü bütün yolları kapatmakta bulan Emniyet'ten, kıçımı açmadan işeyemediğim için kadınlığımdan, beş dakikamı ayırıp tuvalete gitmediğim için aceleciliğimden...
Şu anda çok garip hissediyorum kendimi. Sanki ben değilmişim gibi. Üzerime işemek uzundur yaşamadığım bir şeydi, ondan galiba. Yarın daha iyi olurum herhalde.
:/

26 Kasım 2006

Ağlarım kardeşim, allahallah

Biliyorum geç kaldım bunu yazmakta; ama yazmadan edemeyeceğim.
Geçen çarşamba annemle çarşıya çıktık kardeşimin düğününe elbise almak için. Annem sağolsun, üç yaşında, acıkmış, uykusu gelmiş, kimse onunla bir saniye bile ilgilenmemiş bir çocuk edasıyla onu istemem, siyaha elimi bile sürmem, bu sarktı, bu bilmem ne diyerek beni bitirdi. Ama ne bitiriş. Sadece bununla da kalmadı, benim zaten içimi kurutan, göz yaşlarıma zor hakim olduğum bir sürü konuda da türlü çeşit yorumlar yaptı ve yorum talep etti. Hiç bir şey alamadan ayrıldık.
Okula gittim. Canım okul. Sığınağım orası benim ya. (Bazen bir karavanda yaşasam beni atarlar mı diye düşünüyorum.) Gidip bir şeyler yiyeyim bari ders öncesi dedim. Gittiğim yerde bir öğrencimle karşılaştım, "aa hocam, nasılsınız?" dedi. "İyiyim sağol, sen nasılsın?" dedim ve ayrıldık. Elimde tabak kalakaldım. Yok ya, hiç iyi filan değilim aslında, b.k gibiyim dedim kendi kendime ve musluklar açıldı. (Tabi o anda dışarıdan nasıl göründüğüm şimdi gözümün önüne geliyor da, gülesim geliyor: elinde tabak, hüngür hüngür ağlayarak açık büfeden tabağına marul, patlıcan salatası vs koyan bir kadın.) Parayı ödemek için sıraya girdim, önümdeki beni önüne aldı apar topar (aman, kadın deli olabilir, nasıl ağlamak bu kardeşim diye düşündü muhtemelen). Elimde yemekle dışarıya çıktım. Soğuk iyi geliyor bu tip durumlarda, sakinleşip içeri girdim. Ama orada da T'yi gördüm. Anında açıldı musluklar. O zavallı da ne diyeceğini bilemeden suratıma bakıyor. (Tabi ilk düşünce çoook korkunç bir şey olduğu; ben neye üzüldüğümü söyleyince de muhtemelen hafif bir öfke dalgası sarıyor herkesi ama nezaketten henüz bunu ifade eden olmadı) Ya hocam, bırakın olacağına varsın, bu kadar üzülmenize değer mi? dedi o da. Tamam dedim, haklı olduğunu da biliyorum, ve değiştiremeyeceğim bir şeye bu kadar üzülmemiştim uzun zamandır zaten. Ama engel olamıyorum, gerçekten de kontrol edemiyorum bunu. Ben gidiyorum, dedim. Gitmeyin diyecek ama diyemiyor, nereye gitme, derse girmem gerekiyor. Halbuki kalsam, hiç bir şey demeyecek, benim bir şey söylememi bekleyecek, ya da hiç konuşmadan oturup duracağız. Ve birbirimize iyi geleceğiz. (T'yle hep böyle zaten, bana o kadar iyi geliyor ki)
Gözler kırmızı japon, burun takriben normalin iki katına ulaşmış silip çekmekten (ki normali de ebat olarak hiç fena değildir hani) bölüme gittim. Güya kimseye görünmeden yukarı çıktım. Biraz sonra birim başkanımızın bile kulağına gitmiş, kadın beni görmeye öğretmenler odasına kadar çıkmış. Ya utandım artık, hem ağladığıma utandım, hem insanlara ne diyeceğimi bilememekten utandım.
Bir de sıkıldım aslında. Ben bununla mücadele etmeye çalışıyorum, ruh halimi bastırmaya uğraşıyorum veya kendi kendimi tedavi etmeye çabalıyorum ama bir yerden patlak veriyor. Becerebilsem böyle ağlar mıyım ortalık yerlerde? Çok zor geldi insanlara açıklama yapmak. İyi niyetlerinden hiç bir şüphem yok ama söyledikleri hiç bir teselli benim için yeni değildi ve hiç iyi gelmedi. Aksine sıkıldım. (Hepsinden değil ama, okuyanlar kıllanmasın sakınnn:))
Şimdi daha iyiyim. Bir de hormonal zıplamaların eşiğindeymişim, o da tetiklemiş biraz. Şimdi gerçekten çok daha iyiyim.
Bir dahakine evde ağlıycam zaten. Ya da bir kaç güvenilir insanın arasında.
:)

21 Kasım 2006

Bir başka doğum günü

Canım babamın doğum günüydü dün. 66. yaşı bitti. Bugüne kadar atlattığı hastalıkları düşündüğümde babamın doğum gününü kutlamanın gerçekten çok anlamlı olduğunu görüyorum. Kaç by-pass geçirdiğini hatırlamıyorum bile. 1994 o kadar sıkıntılı bir yıldı ki, 1995'e girerken "Doksan dert" bitti demiştik; hiç aklımdan çıkmıyor. 1997'de anjiyo yapılırken oluşan bir komplikasyon sonucu bir bacağının damarları aniden tıkandı ve alelacele ameliyata alındı. Ameliyattan sonra yaklaşık 15 gün yoğun bakımda yattı. Bu süre içinde halüsinasyonlar gördü, olmayan köpekleri çağırdı, olmayan insanları ağırlayıp uğurladı. Bütün değerleri alt üst oldu; kaybediyoruz derken tekrar toparladı. 1999 mayısında felç geçirdi. Sol tarafı tamamen gitti. Doktorlar "6 ay sonra ancak elini kıpırdatır," dediler; babam aynı yılın kasımında araba kullanmaya başladı :)
Biz tabi tıp dünyasından olmadığımız için her şey iyi gidiyor zannededuralım, aslında sol bacağındaki kan dolaşımı neredeyse durduğunda öğrendik durumu. 2005 ekiminde başlayan ve mart 2006'nın sonuna kadar süren bir dizi ameliyatla ne yazık ki sol bacağı dizinin üzerinden kesildi. Şimdi iyi görünüyor.
Babacığım ne kadar sağlıksız bir insanmış. Bunu görmesine rağmen kendine bakmak için de en ufak bir çaba göstermedi hayatı boyu. (Biraz suçluyorum sanırım) Bunun yanısıra bir o kadar da güçlü. Bacağı kesilmeden önce doktoru eğer dizden yukarısından kesilirse tekerlekli sandalyeye mahkum olacağını söylemişti. Babam şimdi protezini takıyor, "savulun, korsan geldi," diye kendisiyle dalgasını geçiyor ve takkıdı tukkudu yürüyor.
Bu kadar çekti gıkı çıkmadı, ağrısından 3 ay uyuyamadı (inanılır gibi değil, biliyorum) yine de şuram ağrıyor demedi. Yalnızca bir gün "ben inişe geçtim, galiba ölücem," dedi. O kadar. Bunu da şikayet etmek, ya da acındırmak amacıyla yapmadı. Bir hekim olarak durumunu gözlemledi ve bizi; eşini ve çocuklarını uyardı.
Şimdi iyi. Bakın, dün doğumgünüydü. Kutluyorum, can'ı gönülden kutluyorum hem de. Yaşamayı en çok hakeden insanlardan biri o.
Ah, yazsam sayfalar yetmez.
İyi ki doğdun canım babam.

13 Kasım 2006

Cuma gecesine dair

Ali'yle buluş, Armada'ya gidin. Kıvırım ve T gelsin.
Armada'da Gizmo'yu bekleyin.
Hep birlikte yemek yensin. Sonra sürpriz hediyeler verilsin.
(Yok öyle yağma, Ali'nin doğumgünü Temmuz'daydı diye hediyesiz mi kalsın yani?)
En güzel hediye bana düşsün. (hehe)
(Evde tekrar tekrar denedim, bayıldım; kimono gibi harika bir şey)
Sonra Gizmo mutsuz bir şekilde okula dönsün. Çünkü çalışması var:(
Armada'dan AŞTİ'ye yürü. AŞTİ'den Ankaray'a binip Şaman'a git.
İçeride herkesin aynı anda iki sigara içtiği dumanaltı ortama gir, nefes alama.
Konuş, konuş, konuş...
Paylaş, paylaş, paylaş...
Gül bol bol, sevin çocuk gibi
Böyle bir gece geçirdiğin için çok çok sevin
Bu insanlara müteşekkir ol.
Hem içinden, hem de yüzlerine karşı "iyi ki varlar, iyi ki varsınız," de
Biraz dedikodu yap, biraz geçmişten bahset.
Yine gül, yine paylaş
Zaman zaman hüzünlen.
Arada bir saatine bak, zamanın nasıl geçtiğini gör
Gecenin biteceğini düşünüp buruk buruk gülümse
Kendini güvende hisset, mutlu hisset
Bu insanların hep yanında olmasını iste
Sonra Gizmo da katılsın, ama pek konuşmasın; mutsuz çünkü
Paylaşmadığı için çözüm üreteme
Bekle, yardım isterse yardım et, şimdi boğma
Sonra Şaman'dan kalkıp Kızılay'a yürü
Kıvırımın durağına gelince otobüsün kaçtığını anlayın
O sırada üst geçitten birileri aşağıya işesin bol bol
Kıvırımın ne yapacağı konuşulduğu için ıslanmayın
Ankaray'a binip AŞTİ'de inin
Armada'ya arabayı almaya yürüyün tekrar
Kıvırım ve T eve yürüyerek dönsünler
Onlar gitmeden önce sarılarak vedalaşın
Sen Gizmo ve Ali'yi yurda bırak
Araba hareket ettiğinde geriye dönüp bakama
Eve dönerken bir daha ne zaman görüşüleceğini düşün
Ne zaman bu kadar mutlu ve huzurlu olacağını kurgula
Eve gir, bu güzel geceyi yaşayabildiğin için teşekkür et
Ve devamını iple çek,
Bir an önce olmasını dileyerek
Çünkü hep özleyerek geçiyor zaman
Hep mahrum, hep birarada olmayı isteyerek
...

11 Kasım 2006

Sakız

Oğlum bu ne?
Sakııızz (ben aptalım ya, anlamadığım için sordum paşaya)
Oğlum sakızın halının üzerinde işi ne?
Eee, ben bilmiyorum.
Oğlum sakız yere atılır mı?
Atmadım, oraya düşmüş.
Ağzından mı düşmüş?
Bilmiyorum.
(Ya valla dalga geçiyor, ya da beni sınıyor)

Dayanamadım ve bağırdım. Üzgünüm. (Aslında çok da üzgün değilim.) O da ağladı. Önce volume'den dolayı ağladı, sonra da sinir edici bir tonda mızladı. "Oğlum odana git, sinir olduuuuuum."
"Gitmem"
"O zaman ben giderim."
"Annecim gitme lütfen."
Hayır miso, bu kadar çabuk pes etme, bir dahaki sefere tam kan alır.
Ama ben de biraz fazla mı yüksek sesle bağırdım acaba? Anırdım desem daha mı doğru olur ki?
Seviyorum tipi çok.
Kaz oğlum benim. Aklı sıra beni kandırıyor.
:)

9 Kasım 2006

Uğursuz mekanlar

Yok, yok, artık tam anlamıyla eminim. Bazı mekanlar uğursuz oluyor. Ne kadar şirin, konforlu vs vb olsa da, bir türlü anlaşılamayan bir şekilde ortamı bozuyor. Şu kış gününde ışıl ışıl, güneşle yıkanan, sıcacık ve güvenli kaç yer var? Üç? Beş? Ama bu yer, olası bütün muhabbetleri söndürüyor, boğuyor. Bir kelime edilemez oluyor.
Ya donduğumuz günler oldu; bana mısın demedik, sıcaktan bayıldık; gıkımız çıkmadı, gürültüden-sigaradan boğulacak hale geldik; aldırmadık... Burada iki kelime bir araya gelmiyor.
Kötü yürekli cinler var orada. Biliyorum artık.
Gidin lütfen ya.
Sonrasında mutsuz oluyorum.
Hem de ÇOK
:(

Mutlu Yıllar

Barış diye bir arkadaşım var. Daha doğrusu, çok sevgili bir arkadaşımın eşi bu adam. Topu topu kaç kere görüştük Barış'la bilmiyorum. 3 senede en fazla 10 kere görüşmüşüzdür herhalde. (Yok yok, daha fazla değildir, yüzde yüz eminim yani). Ama bu görüşmelerimizde kırk yıllık dosttan daha sevgili oldu Barış benim için, daha hatırlı. O görüşmelerde, en derinlere sakladığımız, en fazla iki üç kişiyle paylaşabileceğimiz sırları paylaştık. Kişiliğimiz bağlamında geldiğimiz nokta ve bulunduğumuz konum itibariyle yakıştıramadığımız korkularımızı döktük ortaya. Hangi uç sınırlarda gezmişiz, ne haltlar etmişiz, çekinmeden, yargılanmaktan korkmadan anlattık. Paylaşılan zamanların sonunda sadece sevgi kaldı.
Şeffaf bir adam bu Barış; düşündükçe içimi ısıtan.
Kelimelerin hakkını vere vere iyi ki doğdun diyebileceğim nadir insanlardan biri
İyi ki doğdun Barış.
Seni çok seviyorum
:)

7 Kasım 2006

Fairground Attraction

Çok eskileri hatırladım dinlediğim bir şarkıdan sonra. Çok eskiler dediğim üniversite yıllarım. Fairground Attraction diye bir grup vardı, acayip severdim. Böyle sabun köpüğü gibi şarkıları vardı; nefis ritimler ve en güzel tarafı da o zamanlara göre bana muhteşem gelen sözleri olan nefis şarkılar.
Boğaza karşı oturup yan taraftaki milyon dolarlık olduğu söylenen evlere bakardım önce, içimde acınası bir zafer duygusuyla. Bakınn, önümde boğaz, hemen aşağıda Aşiyan, elimde şarabım, sizin bir milyon dolara yaptığınız şeyi ben beleş yapıyorum. Bir de muhakkak surette daha çok keyif alıyorum. (Bundan emindim ya, ne kadar komik geliyor şimdi, böyle bir yargıya neden varmışım bilmiyorum. Hoş, şu anda anlıyorum aslında ne kadar haklı olduğumu, ama o zaman neye dayanarak böyle bir karar vermişim hiç hatırlamıyoum)
Şişedeki azaldıkça benim içime bir hafiflik dolardı, uçmak, uçmak isterdim. Ne kadar mutluymuşum, ne kadar dertsizmişim :)
Kulaklarımda walkman'in kulaklığı, Fairground Attraction Find my love'ı söylüyor
Cats are crying, gates are slamming
The wind is howling 'round the house tonight
I am as lonely as a boat stuck out on the sea
When the night is black and the tide is high
Oh on nights like these
I feel like falling on my knees
I feel like calling "Heaven please"
Find my love
Find my love
...
Somewhere out there there must be a boy for this girl
Could be anywhere, could be next door
Or the other side of the world
Call up the raido give them my number
Tell them to put it out on the air
There must be someone
There must be someone like me
Sitting lonely as a boat out there
...
Bir süre sonra üşürdüm tabi otur otur. (Pek çabuk üşürüm zaten, tir tir titrerim, öyle ki görenler güler bir süre sonra.) Kalkardım o yüzden, Bebek'e doğru yürürdüm. Sahile inince değme keyfime. Sarıyer tarafına doğru yönelirdim, diğer taraf Bebek kahve'ye çıkardı çünkü. Pek asortikti, sevmezdim. Kulağımda hala Fairground Attraction; diğer güzel şarkıları. Saçlarım uzundu o zaman; at kuyruğumu çözüp hafif esen rüzgara bırakırdım. Hayat çok güzel gelirdi, ben kendimi güzel bulurdum, beğenilesi bulurdum. Her an aşkı bulabilecek olduğuma, aşkın da bir sonraki köşede beni bulabileceğine inanırdım. Saçlarım uçuşurdu hafifçe, doyulmaz bir huzurla gülümseyerek yürürdüm. Bir kaç kişi laf atardı, ne dediklerini duymadığım için umurumda bile olmazdı, hiç kızmazdım. O mutluluğumu ve huzurumu kimsenin bozmasına izin vermezdim. Diyorum ya, güzeldim ben, gençtim, her an her şey olabilirdi, her an harika bir şeyler yaşayabilecek kadar güzeldi her şey. Hiç bir şey için geç değildi, kimse-özellikle de ben geçkin değildim (bazen böyle hissetmek çok yoruyor şimdilerde), herkes ve ben sonuna kadar aşık olunası ve sevilesiydik.
Sonra zaman geçti. Böyle arada kaldım şimdi. Ne güzelliğime olan inancım var artık, ne de o zamanki mutluluğa sevdalı halim. Anlıyorum ki kendimi ve o mutlu hallerimi çok seviyormuşum ben. Çok özlediğimi farkediyorum zaman zaman, ondan anlıyorum yani. Aslında mutsuzluk değil bu paragrafın bahsettiği şey; sadece zamanın geçmiş olduğu.
Geçince de gelmiyor ki geri.
Geri gelebilecek olduğunun işaretini gördüğünde de deli gibi korkuyor insan.
O zaman bir takas gerekiyor çünkü.
Karşılığında asla vazgeçilemeyecek şeylerin verilmesi gereken.
Aldığının da bir gün biteceğini bile bile
hüzünlü misoyum bugün ben

4 Kasım 2006

Sigara ve Torun

Gece annemlere yatılı bir misafir geldi. (Gerçi yatılı olduğunu geldikten bir saat sonra öğrendik ama olsun, ehi ehi). 36 yıllık tanıdıkları. Biri benle yaşıt, diğeri daha küçük iki oğlu, üç tane de torunu var. Sakin, huzurlu bir kadın. Akşam altı buçukta aradı, ben otobüs durağındayım, nasıl gelicem diye. Koştum karşıladım, geldiğine de sevindim hani. Uzundur görmemiştim. Eve geldik, bir kulak babada sofrayı kurdum. Bir kulak babada, çünkü tam bir iş yaparken, tuz yok, buz yok, bu çatalın ucu küt (dikkaat! çatalın ucu küt), peçete alabilir miyim... Bazen sofradaki şeyleri bile bakmadığı için yeniden ister sağolsun. Bu arada tek yatılı misafir bu bayan değil, bir haftadır babamın dayısı ve eşi annemlerde kalıyor. Yengenin bir sağlık sorunu vardı, ufak bir operasyon geçirdi, bugün gidiyorlar. Yenge bir kızılderili olsaydı adı muhakkak oturan boğa olurdu. Hiç mi kalkmaz bir insan yerinden yahu; annem bir haftadır illet oldu, ben bu yaşımda hizmetçilik yapıyorum diye bır bır söylendi. Dayımsa dünyanın en mükemmel insanı; kadın yayıldıkça dayım oturduğu yerde mahçubiyetten hazırolda gibi duruyor. Bugün evine dönünce rahatlar adam muhtemelen.
Amma uzattım. Diğer kadını anlatacaktım. Ilgaz'la içeride bilgisayarda bir şeyler yapıyorduk ki annem geldi. Biraz mutfağa gelmeyin, xxx ablan sigara içecekmiş, dedi. Tabi sinir oldum, ama ne yaparsın, misafir sonuçta. Birazdan Ilgaz'ın çorbasını almaya mutfağa gittiğimde kadın "biz torunların yanında hiç içmiyoruz, içirtmiyor çocuklar," demez mi? Hep dışarıya çıkarlarmış sigara içecekleri zaman. Annemin suratına bakıp içeriye gittim çorbayla. Annem tabi hemen anlayıp arkamdan geldi. Ödü kopar kadıncağızın ben küt diye bir şey diycem diye. Geldi, gülümseyerek suratıma bakıyor. "Anne, sizinki torun değil mi yahu, burada niye dışarı çıkıp içmiyor?" dedim. Annem hala anlamsız anlamsız gülümsüyor.
Ya böyle durumlarda aslında en sevdiğim şey kadının suratına söylemek bunu. Terbiyesizlik etmeden, sakin sakin bu yaptığının ne kadar eşşeklik; ay pardon eşşoğlu eşşeklik olduğunu anlatmak istiyorum. Tabi bu kelimeleri kullanmadan. Fakat usulca itin götüne sokup çıkarmak muhteşem bir duygu oluyor. Hem o anda, hem de sonra düşündüğümde acayip keyif alıyorum. Ama annemin bulunduğu ortamlarda yapamıyorum çünkü annem anormal derecede geriliyor.
Tabi canım, herkesin torunu torun, bizimki sokaktaki uyuz itin eniği.
Sinir kadın :(
pıhhhh

2 Kasım 2006

Ayrılış

Burcu gittikten sonra, annemlerden kendi ayrılışımı düşündüm. 1989'da üniversiteyi kazandığımı öğrendiğimde herkesin beklediği kadar sevinememiştim aslında. Üç İstanbul, bir Ankara tercihiyle girdiğim sınavdan insanlar pek de ümitli değillerdi. (İnsanlar=herkes, valla herkes) İkinci tercihimi kazandıktan kısa bir süre sonra gidiş vaktinin kesinleştiğini anlamıştım. Algıda böyle bir takım boşluklar oluyor sanırım. Sınav tercihini yaparken dört tercihin üçü İstanbul'sa eğer, %75 oranda gitme ihtimalinin olduğunu bilmemek mümkün mü? Ama her şey kesinleşmeden dank etmiyor kafaya galiba.
Neyse, topladık bir iki çanta, kayıt yaptırmak için İstanbul trenine bindik. Garda salya sümük ağladım; bir babama sarılıyorum, bir Burcu'ya. Burcu o zamanlar daha ilkokulu yeni bitirmiş canım bir cüce. Babam hüngür hüngür ağlamamak için beni hafifçe ittiriyor; o da kötü. Burcucum ağlayabilmeye benim bu yolculuklarımla başlayabildiğini itiraf etti daha sonra. Daha önce ağlayamazdı hiç.
Annemle Haydarpaşa'da indiğimizde İstanbul'a ikinci gidişimdi. Daha doğrusu benim hatırladığım ikinci gidişim. İlki hiç sayılmaz zaten. Tarabya'daki akrabaya gideceğiz. (Hayatımda gördüğüm en komik insanlardan biri, mutlaka anlatacağım bir yazıda) Vapura bindik, dışarıda oturduk ve etrafa aval aval baktık, annem sigara ve çay içti-ben kızdım içme şu sigarayı diye, sonra Karaköy'de inip Tarabya otobüsünü bulduk. Sonra da ver elini akraba. Süper kadın, tam beş yıl boyunca çocuklarından bile kayırdı beni, bağrına bastı.
O gidiş dönüş pek anlaşılır olmamış. İkinci gidiş ve ayrılış bitirdi esas. İkinci gidişte yurda yerleştik, annemle yatak, yorgan, yastık (kuş tüyü aldık güya ama artık ne garabetin tüyüyse kardeşim, 5 yıl boyunca tavuk götü gibi koktu iki yastık da) aldık, oda arkadaşlarımla tanıştık (dikkatinizi çekerim, sadece tuvalete gitmek için ayrılıyorum tipin eteğinden ve kendi çapımda da çaktırmıyorum). Sonra ilk ders günü geldi. Annem 16.00'da taksiye binip Taksim'den otobüse binecek. Benim dersim 16.30'da bitiyor ama ilk gün diye erken bırakırlar, seni taksiye ben bindiririm diyorum anneme. Saat dörde beş var, kadın ders işliyor. Gittim yanına, "annem gidiyor bugün, son kez görmek istiyorum, Durak Copy'nin oradan taksiye binecek, gidebilir miyim?" dedim. Kadının suratını hiç unutmayacağım. "Tabi gidin," dedi. İki kampüs arasındaki o yokuşu koşarak çıktığımda tükürüğümden boğulacak haldeydim. Annem taksinin kapısını açmıştı. Ağzımdan bir annnee çıktı ama ben bile yabancıladım sesimi. Gittim, sarıldım, öptüm, zaman durmuştu sanki, etraftaki kimseye aldırış etmeden bağıra bağıra ağlıyorum. Sonra bindi ve gitti tabi. (Daha sonra anlattığına göre Hisarüstünden Gümüşsuyu'na kadar hüngür hüngür ağlamış, taksici de annemi sakinleştirmeye çalışmış; "yenge kurban olam ağlama, bak okuyacak evladın, sonra döner sana bakar," filan demiş) Yurda dönmekten başka çare yok. Oda arkadaşlarımdan hiç birinde bir ağlama, üzüntü yok kardeşim. Hemen yatağıma girip ağlamaya bir süre daha devam etmiştim. Millet bu kadar profesyonelken insan bocalıyor.
Sonra... Sonrası geldi tabi. Alıştım alışmasına da hep çok özledim. İlk sene boyunca her gün hem annemi, hem babamı aradım. Daha sonraki senelerde biraz seyreldi bu; bir gün annemi, bir gün babamı aradım :) Ama çok değiştim, çok çabuk olgunlaştım. Kendim oldum, birey oldum, arkadaşlarımdan çok farklı yönlere gittim. İyi ki gitmişim ve ayrı okumuşum diyorum.
Burcum için de böyle olsun, gittiğine değsin; en azından o öyle hissetsin. İyi ki gitmişim, bak şöyle oldum, böyle oldum diyebilsin.
Aradığı her ne ise, onu mutluluk ve huzur içinde bulabilsin.
Canım Burcu :)