30 Ocak 2007

Gidiş-hemen dönüş

"Babannemlere gidicez di mi anne?"
"Gidicez annem, ama önce benim şu sınav görevlerim belli olsun."
O kadar hevesli, o kadar heyecanlıydı ki tipim, gerçekten de ilk defa sınav görevimin olmasını istemedim. Salı günkü sınav için pazartesi sabahı 9'da açtığım bilgisayarımı her 15 dakikada bir kontrol ediyorum, Ilgaz'cım da tepemde, "belli olmuş mu? gidicez mi? ben hazırlanayım mı?" diye yayın yapıyor. Saat bire beş vardı görevim olmadığını öğrendiğimde. Hemen arkasından köşenindelisi aradı, gördün mü, görevin yok diye. Ondan sonrası bir fırtına. Eskişehir istikametine gitmekte olan 2 otobüsüne binmeyi başardık. Bir çöp bile hazır değildi üstelik :):)
Gidiş tabi ki Ilgaz'ın üç saat boyunca hiç susmadan yayınıyla taçlandı. Eskişehir'e bir saat kala, "anne, kaç dakika kaldı?" dedi. Hemen anladım. "Annecim daha bir saat var, nooldu?" "Çişim geldi," dedi. (Galiba biraz da utandı) Muavine söyledim; muavin de son derece şirin gencecik bir oğlan. "Şöför durmak istemiyor, büyük çişi mi, küçük çişi mi?" dedi. (Bunu da hiç anlamamışımdır, kaka demek ayıp mı yahu? Ama oğlan çok kibardı galiba) Baktım bizimki Sivrihisar'ın bağrına sallayacak bütün likit birikimini, "siz bana o meyvesuyu kaplarından bir tane verebilir misiniz?" dedim. (yok yok, tetrapakların pipet yerinden içeriye doğru işetmedim çocuğu, ayran kabı gibi bir şey, markasını hatırlamıyorum). Kısa süren pazarlıktan sonra bir adet boş ayran kabı kılıklı meyvesuyu kabı, bir adet battal boy çöp torbası, bir adet üstüne işemek üzere olan Ilgaz ve bir adet üstüne işemek üzere olan ama bunu sadece Papa'nın hatırına yapacak olan miso otobüsün en arkasına geçtiler. Yahu çocuğum sanki üç gündür işemiyor. Düğme bibi aşka geldi, kap doldu. "Annecim dur," dememle musluk kapandı. "Bu beni gidene kadar idare eder," dedi büyümüş de küçülmüş ukala dümbeleği. İtina ile battal çöp torbasına sarılan kutsal sıvı çöpe atıldı. Ben gururlu bir edayla (ne otobüse işedik, ne de sizleri 3 dakika geciktirdik diye kurumlanarak) oğlumu önüme katarak yerimize geçtim.
Sivrihisar'ı geçtikten bir on dakika sonra otobüs hayalet bir benzin istasyonuna yanaştı. Türbanlı bir bayan iki kızının çişini bir türlü tutamadığından şikayet ede ede aşağıya indi. Tabi biz de hemen fırladık yarım kalan filmi bitirmek için. Tuvalete gittiğimizde çişi gelenin kızlar değil kadın olduğuna Ilgaz çok şaşırdı ama bir şey söylemedi. (Bir centilmen yetiştirmişim yalebbim) Ben de fırsatı kaçırmadım tabi :) Kazasız belasız vardık Eskişehir'e. Herkes çok mutlu oldu.
Bugün de geri döndüm. Kulağımda müziğim, elimde kitabım, bir saat de uyuyarak. Otobüsten inip ayazda yürümek de ayrı iyi geldi.
Biraz kendimle başbaşa kalmak iyi gelecek.
Umarım güzel bir hafta olur:)

28 Ocak 2007

Peki peki SOBEEE :)

Figen sobelemiş beni; bir kaç gündür düşünüyorum hangi kazlıklarımı yazsam diye. Buldum bir kaç tane, hepsi de doğru valla. Arkası da gelir aslında ama şimdilik bu kadar yeter:)
1. Ben tam bir hayvanseverim. Ama biraz aşırısından. Örneğin kedim Fıstık artık bezdi, tükendi. Hayvancağız eşimi görür görmez marruu diye ayaklarına dolaşıp direk regülatörü açıp torul torul öterken, beni gördüğü anda gözlerini az önce botokslatmış gibi kocaman açıp "allah muhammet aşkına sevme kadın, ya bi git," diye bakıyor. Çünkü kulağını öpüyorum, patilerini sıkıyorum, kucağıma alıp canımmm diye kalbime bastırıyorum, gıdısını öpüyorum. Direnip beni ısırdığı anda ise ben de onun kulağını ısırıyorum. Nasıl ama? El mayrraa
2. Orta sona kadar hiç bir fiziksel gelişme belirtisi göstermeyen bir zavallıydım. Sınıftaki, koridordaki ve hatta bizden iki üç alt sınıftaki gudubet kızlar bile teenage rüyası olmuşken, ben halâ az gelişmiş Afrikalılar gibi çırpı bacak-tahta göğüs bir misoydum. Arkadaşların o çok gururla birbirlerine anlattıkları, çektikleri ağrılardan en üst primleri yaptıkları aylık misafirden de mahrumdum henüz. Sonra bir gün "sanırım asla kadın ya da ona benzer bir şey olmayacağım. Ne memem çıkacak, ne herhangi bir kıvrımım olacak, ne de her ay hijyenik alışverişlerim olacak" diye ümidi kestim. Bunu o akşam aile meclisinde ilan ettim; hem de olanca ciddiyetimle. Bunu ilan ederkenki kararlılığımı düşündükçe gülüyorum. O kadar emindim ki...
3. Her hafta sonu neffrett ederek gittiğim keman derslerini hiç unutmayacağım. Ezberlemem için verilen metotları da yolda la,fa,sol,mimimi (sekizlik, onaltılıık, uzun yaaay dörtlük) diye ezberlerdim. Adamcağız da "gelecek hafta daha fazla çalışıyoruz misocum, bir de çalarken sallanmıyoruz lütfen, yoksa Sulukule kemancısı gibi oluyoruz," derdi. Ben sulukulenin ne olduğunu bilmezdim ama çalarken ritme kaptırıp sallanmak bu kadar keyif veriyorsa sulukule de kötü bir şey olamaz diye düşünürdüm. (salak miso) Şimdi kafamı taşlara vuruyorum, ah be keşke adam gibi çalışsaymışım :(
4. Ayak başparmağımdan nefret ettim. Yıllarca hem de. İlk ucu açık pabucum üniversiteden sonra oldu desem? Aslında hiç bir anormalliği yok, diğer parmaklar biraz küçük, kendisi de normalden biraz uzun olduğu için yıllarca kendime Bayan Finger diye eziyet edip durdum. Deniz kenarına bile önü kapalı sabo terliklerle indim. Terlik çıktığı anda da zemin ne olursa olsun ayakları olabildiğince alt taraflara gömerek oturdum. Sonra geçti tabi; şimdi her tür ucu açık pabuç giyilir; özellikle de kaltak pabuçları tercih edilir (hehe)
5. Ve son olarak, içmeye bayılıyorum. Toplumumuzda yer edinmiş, bir üniversitede hocalık yapan benim gibi zaaarif bir bayana yakışmayacak kadar bayılıyorum hem de. Eğer ortam güzelse kafa çekerim, kimseyi de takmam. Acayip eğlenirim ve eğlendiririm. Eğer moraller titrekse, bir de güzel bir şeyler çalıyorsa mutlaka usul usul ağlarım. Dertlenirim içten içe. Eskileri düşünürüm, sevdiklerimi anarım, ulaşamadıklarıma, elimin uzanamadıklarına hayıflanırım. Ama en çok da o hiç ses etmeden, usul usul ağlamamı severim. Kimse dokunsun istemem, sarılsın istemem; azıcık ağlayınca geçer zaten.
Ben de köşenindelisi'ni, alikayhan'ı ve dufresnee'yi sobeleyeyim madem. Ama mecbur hissetmesinler, ben çok keyifle döktüm eteğimdeki taşları, isterlerse onları da okuyalım.
Haydi bakalım:)

26 Ocak 2007

Anlayış

"Hocam lütfeen!!"
Kat görevlisiydim bugünkü sınavda. O nedenle sesin hangi sınıftan geldiğini başlangıçta anlayamadım. 90 dakikalık sınav yeni bitmiş, sınıflardaki hocalar kağıtları topluyorlardı. Kat görevlisi kimliksiz gelen, geç gelen veya kağıdında bir problem olan öğrencilere, ve sınav esnasında tuvalete gitmek isteyen hocalara yardımcı olmak için dikilip duran bir zavallı işte :) Ben de 85. dakikada itibaren hakiki anlamda üşümüş, hatta dudakları morarmaya bile başlamış, artık aklında sınavın bitmesinden başka bir şey olmayan bir misoydum işte.
"Hocam lütfeen, gerçekten farketmedim."
"Kağıdınızı verir misiniz lütfen?"
Sınıfa girdim. Bir kız öğrenci ağlıyor, gözetmen hoca beton gibi bir suratla elini uzatmış soru kitapçığını istiyor. Ben sınıfa girince, "optik forma cevapları işaretlememiş, şimdi ek zaman istiyor," dedi.
"Bu mümkün değil, sınav başında size duyurulmuş olmalı," dedim gerçekten üzülerek.
"Evvet, duyurdum, öğrenciye okumamız gereken maddeler arasında bu da var. Ben de okudum."
Kız öğrenci gerçekten paniğe kapılmış durumda.
"Lütfen hocam, gerçekten farketmedim, sizin önünüzde 2 dakikada geçiririm cevapları."
"Hayır, asla olmaz. Diğer öğrencilerin suçu ne o zaman?" diye çemkiriyor diğeri yine.
Olay büyüsün istemiyorum. Kız öğrenciyi daha fazla ağlatmak hiç istemiyorum. Ama yapabileceğimiz bir şey yok gibi görünüyor. "Bunu yapmaya yetkimiz yok. Bir dakika bekleyin, ben yine de idareyi arayayım," dedim. Öğretmenler odasını aradım, benimle konuşan hoca öğrenciyi ve kağıdını alıp gelmemi söyledi.
İçimde bir umut sınıfa geri döndüm. "Bunu kabul ederlerse karşı çıkacağım, diğer çocuklar da öyle yapsaydı o zaman," dedi gözetmen hoca. Sinirlendim yahu. Böööyle suratına baktım. Bir yandan da kendimi tutmaya çalışıyorum. Ters bir laf edicem, olmayacak. Sınıf hala öğrenciyle dolu. Öte yandan kadının bu düşmanca tutumunu anlamıyorum. Evet, doğru, öğrenci yüzde yüz hatalı ama çocuk orada asistanlığımı kaybedeceğim diye ağlarken bu kadar duvar gibi olmak niye?
Öğrenciyi tuttum elinden ve sınav kağıdıyla birlikte sınıftan çıktım. (Ya kocaman kızın elini tutup dışarı çıkarttım cidden. Başka ülkede olsa cinsel tacize bile girebilir. Yandın miso) Gidip hocayı bulduğumda öğrenci artık hüngür hüngür ağlıyordu. Hoca hafif gergin tabi; bir de öğrenciyle pek muhattabiyeti olan biri değil, sınavcı bir hoca. "Ama böyle yapma, aleyhine olur," dedi ve sınav kağıdını alıp gitti. Ben kızı aldım, tuvalete götürdüm, "bak böyle yaparsan çok dikkat çeker, gerçekten de aleyhine olabilir. Ben yukarı çıkıyorum, sen sakinleş ve dışarıda beni bekle," dedim. Yukarı çıktığımda hoca bana miso sen git, dedi. Ben de yok hocam ben biraz daha kalayım dedim. Çünkü biliyorum ki birazdan o sınıfın gözetmeni gelecek ve zar zur edecek. Bu arada orada bir sürü başka hoca var sınav ekibinden. "misocum sen miydin o öğrenciyi getiren?" dedi bir tanesi. "Evet hocam, bendim. Yazık, duymamış, asistanlığı bu işe bağlıymış," filan gibi geveledim. "Yaa, yazık," gibi bir şey dedi ki gözetmen geldi. "Ben karşı çıkıyorum, kabul edilmesin, vır -vır-vır, zır-zır-zır," dedi. Sonra da bana çok sağol dedi. (Bilmiyor ki uyuz olmuşum. Ya anlamadım da, yüzümden de mi belli olmuyor? İfadesiz miso olmuşum herhalde)
Birazdan öğrenciyi çağırmamı istediler. Odaya girdiklerinde aşağıya indim. Bembeyaz suratıyla erkek arkadaşı bekliyor. "Hocam inanır mısınız, üç haftadır ruh gibi geziyordu. Gerçekten de duymamıştır. Çok stresliydi," dedi. "İnanırım valla, tertemiz yüzlü bir çocuk işte. Ne art niyeti olabilir ki?" dedim. Birazdan kız aşağıya indi ve gidip sevgilisine sarılıp kaldı. Kesin bir şey söylememişler. Hoca müdürle konuşacağını söylemiş. Pazartesi belli olacakmış.
Kıza olumlu ya da olumsuz bir cevap verilebilir, bilemem. Önemli olan tavır bence. Orada paramparça olmuş bir insana zart zurt etmek insana ne kazandırır ki? Öyle anlar oluyor ki gerek stresten, gerek endişeden, bazen de mutluluktan bile insan farklı bir boyuta geçebiliyor. Asistanlığımı kaybedicem diye ağlayan bir insana hayır, kabul edilmemeli denilir mi? Hele ki işin içinde hiç bir art niyet veya kopya türü bir girişim yokken?
Ya ben fazla merhametliyim; ki bu benim profesyonel hayatıma çok zarar verebilir (amaaan, verse on yıldır verirdi, yemişim profesyonel hayatımı, kıçımın profüsürü miso), ya da insanlar gaddarlık uzmanı olmuş, birbirinin yarasına limon ve tuzla dalıyorlar.
Bokyedi başları yahu!

24 Ocak 2007

Beynelmilel

Kâh Özgü Namal'ın o duru güzelliğine dalarak, kâh Cezmi Baskın'ın o gizli saklı şefkatine bakarak, kâh genç sosyalist düdüğe bıyık altından gülerek geçti ilk bölümü filmin. Meral Okay ve diğer güzeller güzeli sanatçı hanımefendi de çok başarılıydı. En çok da "ziktirolun pijjler" küfürüyle eğlendim doğrusu. İçimden bir ses de bu film böyle bitmez, bu kadar gülümsemek fazla diyordu hani ara sıra. Ama be kardeşim, bu film böyle de bitmemeliydi bence. Bu kadar acımasız olunduğunu böylesine şamar gibi insanın suratına vurarak anlatırsan bu kadar ağlanır işte sonuna.
Ben her sinemaya gidişimden önce cebime doldurduğum ödüllerin en büyüğünü Cezmi Baskın'a verdim matinenin sonunda. Bildiğimiz yakışıklı kavramından fersah fersah uzak, hele de bıyıklar kesilince saklanacak hiç bir yeri kalmayan sivri yüz hatlarının biçare duruşunun insanı kavraması en derinden... Bambaşka bir hüzündü bu adam benim için bugün. Bambaşka bir karizma. Olanca endişesiyle, çok sert de vurmasa bile, kızından özür dilemek için ta odasının kapısına gidip çömelerek, evin içindeki yabancılara rağmen en derin yarasını açıp, onun da öyle olmasını istemediğini söylemesi... Bir başka karede babasına pek inanmasa da yüreğinin "bir ihtimal varsa eğer" pırpırıyla lokumları alıp eve gitmesi, ilkini de kendisinin yutması... Bando çalışmaları esnasında, yaptıkları işe zerre kadar inanmasa da yumuşacık bir şekilde arabulucuyu oynamaya çalışması... En sonunda da başını hafifçe yana çevirip "benim bestem" diyerek filmin son sahnesinde anne Gülendam'ı görmemizi sağlaması... Benim ödülüm bu oyunculuğa gitti. Ben Cezmi Baskın'ın Abuzer halini izledim, başka hiç bir rolünden bir kırıntı sürüklemediği Abuzer rolünde.
Özgü Namal ise inanılmazdı filmde. Bir insan bu kadar mı güzel olur, bir insan bu kadar mı saf, tertemiz görünür? İnsanın içini cız ettiren bir naiflik, insanı sarıp sarmalayan aşkı, aşkı için onda birini anladığı şeyleri okuyup, gerisini Haydar'ın sesini ve vücut dilini taklit ederek üfürmesi... O saçlarını hafifçe geriye atarak göz ucuyla Haydar'a bakması. Ölümle nişanlı devrimci Haydar.
Ahh Haydar, ne yaptın sen? Senin de için gitmiyor muydu? Gitmez olur mu? Elinde sazın güldürürken Gülendam'ı, bilmiyor muydun yani sana sevdalı olduğunu? Sonra zaten sana itiraf ettiğinde olanca çocukluğuyla, neyi düşünüyordun a be kaz? O dans çok geç kalmış bir danstı sanırım. Gülendam haklıydı; aynı evde oturup gelişirdiniz birlikte. Senin de üzerine o pankart örtü olmazdı.
En güzeli de Enternasyonel'in Gülendam/Abuzer yorumuydu. Baharın gelişini kutladılar ya Enternasyonel'le... Çocukların, kuşların seslerini duydular, baharın en güzel kokularını içlerine çektiler... Çok ironikti, çok yaralayıcı.
Filme yalnız gidemezmişim ben. Kıvırım'a teşekkür ediyorum geldiği için. Bir gün kıvırım'ı yazacağım burada. Ve gruba dahil olan diğerlerini de. Ama şimdi de bir şeyler yazmak istiyorum. Anlayan, etrafındakileri sevebilen, yanındakini dinleyen, cevap vermeden önce o koca gözleriyle hafif yana bakarak bir an duraksayan... Ben ne zaman ağlasam yanımda olan, olmasa bile olduğunu hissettiren, asla ve asla kimseyi yargılamayan, tertemiz ve muhteşem insan kıvırım.
İyi ki beraber gittik; yoksa film bana fazla gelecekti.
Canım kıvırım :)

21 Ocak 2007

Huzursuzluğum

Huzursuz olduğumda böyle oluyorum işte.
Elim ayağım titriyor gibi geliyor; kafam ağırlaşmış.
Bir elim sürekli gözlüğümü burnumun üzerine doğru itiyor.
Bilgisayardaysam eğer, en ufak bir seste sıçrıyorum.
Kalbim bir başka çarpıyor sanki, anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum.
Gidip yat diyorum kendi kendime, yatamıyorum.
Zaman zaman gidip Ilgaz'a bakıyorum.
İçim o kadar sıkıntılı ki, ağlayasım geliyor, burnum yanıyor.
Gidip köşede uyuyan kediye dokunuyorum,
Uyandırdığım için marru türü bir şey söylüyor.
Onun o haz veren yumuşaklığıyla bile avunamıyorum.
Sonra gidip en başta neredeysem oraya oturuyorum.
Yerimden bile kalkamıyorum.
Ne yapacağımı bilmiyorum.
Huzursuzluğumun kaynağını bulamıyorum.
Tanımadığı bir yere tepki gösteren bir kedi gibiyim.
Her şeye ve herkese pıhlamak istiyorum.
Söylemiş olduğum her şeyden bin pişman,
Yapabileceğim her şeye dair umudumu yitirmiş,
Sıfıra vurmuş bir zavallı gibi hissediyorum.
Ve gerçekten de neden böyle olduğunu bilmiyorum.
Bu dalganın neden gelip böyle aniden vurduğunu anlamıyorum.
Tam göğsümün üzerine taş gibi oturan şeyi çıkartıp atamıyorum.
Çok yorgun ve bitkinim şu anda.
Bu halim geçsin istiyorum.
Zavallı miso

20 Ocak 2007

Hrant Dink

Bir ülkeyi sevmek nasıl bir şeydir, bana tarifini yapabilecek olan var mı? Ben artık kendimi hiç bir yere aitmiş gibi hissetmiyorum ve Hrant Dink gibi insanlar öldürüldükçe daha da çok, daha da çok nefret ediyorum her şeyden.
Biz nasıl insanlarız ki beynimizin yarısı komplo teorileriyle dolu? Biz nasıl insanlarız ki böyle bir adam öldürüldüğünde, "evet üzüldüm," lafımızı amalarla tamamlıyoruz? Çünkü biz kendimizden başka hiç bir yere ve hiç bir insana bakmayan insanlarız.
Siz hiç bir Ermeni'yle arkadaş oldunuz mu? Veya bir Musevi'yle? Ben 4 yılımı bir Ermeni'yle aynı sınıfta geçirdim. Ve Nayat'ın benimle ne kadar aynı olduğunu gördüm o sıralara oturduğum her gün. O kızla ne kadar aynı kaygıları taşıdığımı, aynı kızsal durumlara ağlayıp güldüğümü, hep aynı şeyleri yaşadığımı gördüm. Peki bana siz Ermeni'leri tarif edebilir misiniz? Bu ülkedeki bir sürü insanın kafasında canlanan yaratık nasıl bir şeydir acaba?
Ben artık bütün inancımı yitirdim. Bizim resmi tarihimiz, ve diğer bütün ülkelerin resmi tarihi kocaman bir yalandır. Çünkü resmi tarihi muktedirler yazar; diğerleri ise ama ama diyerek bakar.
Tabi ya, Osmanlı'yla başlayan hoşgörü bu değil mi?
Öldür, hemen öldür, başka hiç bir çözüm yok. Senin gibilerin soyu tükenmesin diye öldür. Yüreğini de ferah tut, senin gibilerin soyu tükenmez.
Etmek istediğim hakarete uygun sözcük bulamıyorum.
Ne bir hayvan ismi, ne de bir küfür.
Uzundur bu kadar hiddetten boğulmamıştım.
Uzundur bu kadar nefretle dolmamıştım.
Hrant Dink'ler ölür işte, böyle bal gibi ölür. Ve bir işin barışla, uzlaşmayla, iki tarafın da gözüyle bakılarak çözüleceğini savunan insanlar işte böyle öldürülür.
Kahrolun.
Ve Tanrı varsa eğer sonsuza kadar lanetlenin!!!

15 Ocak 2007

Dalgalı Cumartesi

Cumartesi sabahı nefisti. Saat 8'e kadar uyuduk. Her ne kadar size çok garip geliyorsa da, bu bir mucize. Sonra bilindik çarşı pazar işlerimizi halledip perşembe günü davet aldığımız bir doğumgünü partisine gittik. Ilgaz ve ben tabii ki. Eşim arazi oldu direk. Telefonda "eşim işe gidecek," dediğimde gelip, "neden yalan söylüyorsun?" dedi bir de. "Ne söyleyeyim? Milletin eşi gelirken benimki tenezzül etmedi mi diyeyim?" dediğimde (ki sanırım hafiften de çemkirdim hani), "tamam canım, kızma," cevabını aldım. Aslında kızmıyorum, yani gelmediğine kızmıyorum. Aynı şeyi neden ikimiz de çekelim ki? Ortam belli, çok gürültülü ve yorucu olacak, ikimiz de ne anne-babaları, ne de çocukları tanıyoruz. Ben zaten gideceksem eşimin gelmesi katmerli eziyet olacak. Kızdığım şey tepeme gelip etik üfürmesi. Allallaaa.
Neyse, doğumgünü gerçekten de çok çok yorucuydu. Bir de gariban doğumgünü sahibinin kulağı ağrımaya başladığı için iğneleri yemiş cız cız, diğer çocuklar azıp kudururken seninki bir köşede moralsiz moralsiz oturup durdu. Gelen palyaçoya bile hiç yüz vermedi. (Gerçi adam zebellah gibiydi ama...)
Doğumgününden can havliyle kaçıp annemlere götürdüm Ilgaz'ı. Gece bir düğüne davetliyiz, eşimin direktörü evleniyor, saçı başı halletmek lazım, makyaj şart falan filan. Malum, hizmetçisi gibi değil, eşi gibi durmak lazım yanında. En önemlisi de bir saat dinelenmek istiyordum. Ilgaz'ı bırakıp eve ulaştığımda pestil gibiydim. Bir süre sonra eşimin, "sen zaten çok daha güzel yapıyorsun," gazlamalarıyla berberden bile vazgeçtim. Duş aldım, kendime bir içki koyup salona geçtim. Yarım saat sonra cidden çok daha iyi hissediyordum kendimi. Telefon çaldı; kuzenim. Boşanmakta olan bir arkadaşımız var, dört yaşında da bir oğulları. Ben kızı önceden arayıp bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sormuştum zaten. O da bu kararı çok önceden kendisinin vermiş olduğunu, aralarında artık aşk kalmadığını, bu yüzden ayrıldığını, eşini insan olarak çok sevdiğini filan söylemişti. Kuzenim telefonda tek celsede anlaşmalı boşandıklarını, çocuğun velayetinin babaya verildiğini, annenin İstanbul'a yerleşeceğini söyledi. Sıcak çay koyulduğunda aniden çatlayan bir bardağa döndüm. Ee, çocuk? dedim. Babada kalacak dedim ya, anne öyle istemiş, dedi kuzenim. Onu anladım, dedim, ve inanılmaz bir şiddetle ağlamaya başladım. Kuzenim çok şaşırdı. "Miso, nooldun, sana nooluyor, hayat bu, bak geçen sene de ben boşandım," gibi bir şeyler söylüyor. Ben boğazımı toparlayamıyorum, cevap vermeye çalıştığımda ulur gibi sesler çıkartıyorum. Eşim içeride çalışıyordu, benim sesimi duyunca koşarak gelmiş suratıma bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyor. (Onun bu tarz bir tepki verebilmesi için muhtemelen sevdiği birini filan kaybetmesi gerekir, benim tam aksime çok kontrollüdür). En sonunda, "o çocuk ne olacak, daha dört yaşında, kendi başına daha çorabını bile giyemiyor, ona üzüldüm," diyebildim. Kuzenim de çok üzüldü. Kapatalım, ben çok kötü oldum, sonra konuşuruz, dedim, kapadık. Saat 7 olmuş, 7:30'da çıkmamız gerekiyor, benim yüzüm ve gözlerim aniden şiddetli bir şekilde ağladığım için kıpkırmızı. Ve hala dalga dalga yükselen hıçkırıklarıma hakim olamıyorum. Düğün olmasa temiz bir saat ağlayacak potansiyel oluştu içimde.
Ayaza çıktım, çok iyi geldi. Beş dakika içinde toparlandım, giyindim, boyandım ve bir şeye benzeyen bir miso oldum. Düğüne gittim. O kadar çok içtim ki... Geri döndüğümüzde eşim, "kıpırdama, arabayı kilitleyip seni alıcam," dedi. Gerisi hayal meyal. Kafam uçtu resmen. Ama iyi geldi.
Aşk bitti diye gitmeye itirazım yok. Karar kişiye ait. Ama o çocuk? Olmaz işte, o yaştaki çocuk daha ana kuzusu, anneye ihtiyacı var, her şeyden çok var. Hayır evde eziyet filan olsa anlarım ama çocuk olduktan sonra "benim hayatım, yaşarım, yaparım, ederim," lüksümüz bu kadar olabilir mi? Onu da alıp git, bir süre daha ertele hayatını, ne bileyim ya, böylesi olmamış hiç.
Gitme lütfen ya.
Çocuğunu bırakıp gitme.

12 Ocak 2007

Özlemişem, görmek istemişem

Zaten dönem başından beri bir enteresan bu Muhammed. Yabancı bir öğrenci, ama çok güzel Türkçe biliyor. Arada bir tekliyor o kadar; onu da msn gençliği bile yaptığına göre mazur görmek şart yani. Neyse, sene başından beri Muhammed efendi bana bir sürü sınava girdiğini ilan etti zaman zaman. Önce TOEFL, sonra IELTS, sonra bilmem ne. Sınıftaki konularla ilgilenmiyor, aklı sıra bu sınavlara çalışıyor efendi. Bir iki kere uyardım, bence sınıftaki konularla ilgilensen ve bizim Proficiency'den geçmeye çalışsan çok daha verimli olur dedim, dinlemedi. (Benim de başçavuşum geldi, beni eğerledi, gittik.)
Son sınav sonucu da negatif gelince bizim Muhammed tutuştu tabi. Yusuf abiler geldi sağlı sollu omuzlarına yerleşti. Bir haftadır, bir çaba, bir gayret. (İçimden de geçti borun pazarı diyorum ama kendisine belli etmiyorum, yazık sonuçta. Ama bu sınavların hepsi de birbirinden son derece farklı olduğu için Muhammed abimiz ufaktan reçel olmuş durumda muhtemelen) Muhammed'e olan en derin hislerimi farketmişsinizdir. Yine de ona da diğer öğrenciler gibi muamele ediyorum. (valla billa)
Bugün biri yirmi geçe kapı çalındı. Buçukta da tenefüse çıkacağız. Buyrun, dedim. Genç bir bey başını uzattı, "Muhammed'i bir saniye alabilir miyem?" dedi. Ben hemen, eyvah bu da onun gibi konuşuyor, umarım kötü bir şey yoktur diye düşünüp yolladım Muhammed efendiyi dışarı. Beş dakika geçti, Muhammed girmiyor hala. Dışarıdan da sürekli bir konuşma sesi geliyor. Sınıftan bir çıktım ki, Paşazade Muhammed efendi hazretleri ile alabilirmiyemefendi karşılıklı sandalyelere kurulmuşlar, sohbet etmekteler. Beni görünce sustular. Pardon, dedim, siz Muhammed'i niçin çağırmıştınız? "Ben Azerbeycan'dan yeni gelmişem, çok özlemişem," demez mi. Ama yani bir on dakika bekleyemediniz mi, pes yani, dedim. Hocam, afedersiniz, çok özür dileriz.
Ya komik valla, yeni gelmiş de, özlemiş de. Bu ne sevgi yarebbim, bu ne özlemek.
Peki ben sömestrede Muhammed'in özlemiyle nasıl başa çıkıcammm?
Haaa?

10 Ocak 2007

Şehir

Ah Ezginin Günlüğü ahh. Hemen her şarkınla perişan ettin beni. Hele de "şehir"le. Bak, ele verdik kendimizi :)
Sınıftan bir öğrencim yahoo grubumuza Kavafis'in şiirini atmış iki üç hafta önce. "Bende şarkısı da var, gruba atarım," demiştim ama CDyi bulamamıştım. Ne kapağı var, ne de kendini belli edecek bir güzelliği; kuzenim çekti çünkü, çok utanıyorum, korsancı miso:(
Pazar akşamı tesadüfen buldum. Yemek yaparken tekrar et düğmesine basarak Şehir'i yaklaşık 20 kere filan dinledim herhalde. Bir yandan da icra ediyorum tabi.
Yeni bir ülke bulamazsınnn,
makarnayı karıştır,
Başka bir deniz bulamazsın
soğanı yağa at
Yeni bir ülke bulamazsınnn,
soğanı karıştır
Başka bir deniz bulamazsın
Bu şehir arkandaaaaan gelecektir
Sen yine aynı sokakta dolaşacaksın
Bu şehiiir arkandan gelecektir,
Sen yine aynı sokakta dolaşacaksın
Aynı mahallede kocayacaksın
(Gayet farkındayım, ben cidden yemek yaparken filan kocayacağım bu gidişle. Evde dipsiz iki kuyu var.)
Düdüklünün ağzını kapat, makarnadan bir tane al ağzını yak.
Yeni bir ülke...
Aynı evde kır düşecek saçlarına
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin
Geleceksin bu şehre sonunda
Başka bir şey umma
Başka şey umma
makarnayı süzzz, sudan geçir, bütün vitaminleri musluk deliğine yolla.
Birazdan mutfak kapısında eşim belirdi. Ilgaz'ı da elinden tutmuş bana bakıyor.
"Hayatım bir yere mi gidiyorsun?"
İlk başta anlamadım, 2-3 saniye sonra ayıldım ve güldüm.
"Yüz kere dinledim, di mi? Baydı mı?" dedim.
"Yok baymadı," dedi gözlerinde hüzün. "Ama gideceksen biz de gelelim, bizi de götür."
Bakakaldım, hiç beklemiyordum.
Gitmem ya, gidemem.
Gidersem kururum, ölürüm.

8 Ocak 2007

Bayram Sonrası

Salı günü Ankara'ya döndük. Oğlanı getirmedik, babannesi, dedesi ve halasıyla kaldı. Kâh yorgunluktan, kâh canımın sıkıntısından, kâh işim olduğundan kimi zaman gitmek istemesem de, oğlum doğduktan sonra daha da önem verir oldum birlikte olmalarına. Ben yalnız bir çocuğum akraba bakımından. Babam tek çocuk, annemin küçük kardeşiyle görüşmüyoruz, abisi de çok uzakta oturuyor zaten. (ya bir de yengem evlere şenlik) Bir elimin parmağını geçmiyor Ankara'daki akrabalar. Neyse, lafı sündürmeyeyim, istiyorum ki oğlum akraba olgusunu anlasın, o insanları görsün, yardıma ihtiyacı olduğunda nasıl koşarak geldiklerini, kimi zaman aynı sokakta yürümek bile istemeyeceği tiplere akraba olduğu için tahammül etmesi gerektiğini anlasın. Eşimin bir sürü akrabası var, herkes boy boylamış, soy soylamış. Seçsin, beğensin alsın işte.
Babanne, dede ve hala ise ayrı bir boyut zaten. Onlarla vakit geçirmesini cidden çok önemsiyorum. Bir kere oğlanı çok özlüyorlar; kıyamıyorum bu anlamda. Ayrıca, benim yaşadığım bazı mutsuzlukları, hayal kırıklıklarını, sıkıntıları Ilgaz'ın ilişkisine yansıtma hakkım yok bence. Yani bunu yapmamaya azami özen gösteriyorum. Örneğin zaman zaman halayla yaşadığımız gerilimleri Ilgaz'ın kapsama, algılama alanının olabildiğince dışında tutmaya çalışıyorum. Bu bayramda babanne bana özellikle teşekkür etti, ben de itinayla şiştim tabi. "Kızım, her tatilinizde o kadar yolu kalkıp geliyorsunuz, bizi bu çocuktan mahrum etmiyorsun, çok teşekkür ederim," deyip ağladı kadın. Ya cidden üzüldüm. Tipler günlere gidip geldikçe, KORKUNÇ gelin karakterleri üzerinde fikir teatileri yaptıkça ben ağırlığımca altın eder oldum kardeşimmm. Ya bir de ne kadar kızarsam kızayım, deve hörgücü gibi yatakta götüm başım tutulursa tutulsun, iyi olduğuna inandığım bir şeyi yaptığımı gördüğüm için, kendi kişiliğimi yenip kapris diyebileceğim uzantılarımı budayabildiğim için de hoşuma gidiyor bu iş. (ooh, karakter mücadelesinde de başardık,mmm)
Ilgaz'a zarar verecek bir şey olmadığı sürece, bu insanları hiç bir koşulda uzak tutmaya hakkım yok bence. İçimdeki kötüyü durdurmam gerekiyor. İçimdeki kaprisi... İçimdeki iktidarı... Annelik ne kuvvetli bir iktidardır; çocuk benim, benim kararlarım geçer, kuralları ben koyarım, ben-ben-ben... Öff, şiştim.
Yapma miso yapma
Yapmadığın için aferin sana
Good girl :) (otur, elini ver, marruu)

7 Ocak 2007

Sürprüüz

Sabah sekize yedi var. (Yılbaşından önceki haftadan bahsediyorum) Annem arayıverdi.
“Efendim anne”.
“Yavrum, ne yapıyorsunuz?”
“İyiyiz anne, bir şey mi var?”
“Yok, öylesine aradım.”
“Anne, oğlanı servise yetiştirmeye çalışıyorum, ben seni sonra arayayım mı?” Bir yandan da içimden söyleniyorum. Ya işte, oğlan zaten kaplumbağa, son saniyelerimiz, hadi kelimesinden gına gelmiş, öylesine aramıştım olur mu filan. Bu arada aklıma bin tane tilki üşüştü direk. Ya acaba babama mı bir şey oldu? Yoksa Burcu’yla mı ilgili? Ama olsa söylerdi filan.
Cuma günü oluyor bunlar. O gün de iki haftada bir gelen kadın gelecek temizliğe. Dokuza kadar beklemek zorundayım evde. Oğlanı bindirip aradım.
“Anne, nooldu?”
“Sorma kızım, hırsız girmiş bize.”
“Nee? Yapma ya? Var mı bir hasar?”
Annemin alyansından başka bir takısı da yok ki bir hasar olsun.
“Kızım sorma, laptop’ı almışlar.”
“Hadi yaa”
Gerçekten de üzüldüm çok. Babama normal bilgisayar almamıştık, rahat ettiği yere götürüp kullansın diye laptop almıştık. Adamcağızın her yeri batıyor kendine zaten, sıkıntı basıyor.
“Başka bir şey var mı anne?”
“Sorma, bir de babanın odasına girip başucundaki telefonunu almışlar.”
Tüylerim diken diken oldu. Babamın telefonunu satmaya kalkışsak belki 20 lira eder, belki 30. Bilmiyorum, bildiğim tek şey bazı tuşlarına ısrarla basmak gerektiği. Sinir eden şey, adamın burnunun dibine kadar girmiş olmaları.
“Aman anne, üzülme noolur, bak iyi ki uyanmamış.”
“Kızım zaten derdim zorum o, uyansa neler olurdu kim bilir?”
“Anne, Saniye hanım gelsin, hemen sana gelirim ben.”
Ne kadar moralim bozuldu anlatamam. Uyansa cidden rezillik. Canımın içi yerinden bile kalkamaz ki. Hayır, kalkmasın zaten de, o giren hayvan kalkamayacak durumda olduğunu anladığında zarar verir mi filan, deliye döndüm.
Hayatım boyunca anlamadığım ve asla anlayamayacağım tek şey, insanların bile isteye nasıl zarar verebildiği. Ya da verebileceği. Yemişim laptop’ı. (Gerçi annem me me meledi, daha taksidi bitmemişti, hay Allah filan diye öttü ama...)
O gün annemin arkadaşlarından biri İtfaiye Meydanı’nda 100 TL’ye yeni gibi laptop’lar var demiş. Benim safım da pek sevinmiş. Anne dedim, gidip bir bakalım, belki bizimkini bile buluruz. Hem hırsızlık sektörüne katkıda bulunuruz. Ciddi misin, çalıntı mıdır dedi. Ah annecim benim, saf olunur mu bu kadar?
Ya yaşlanınca ben de mi öyle olucam?

Fotoğraflarda benzemeye başladım biraz biraz, kafa da mı öyle olacak acep? Öyle olacaksa yandık valla. Annem acizin önde gideni oldu zira :(:(

4 Ocak 2007

Neden dağlar?

Okuduğum haber içimi acıttı. İkisi de ODTÜ'lü Utku ve Seza isimli dağcılar Aladağlar'daki Demirkazık Dağı tırmanışları sırasında hayatlarını kaybetmişler. İkisi de gencecik. Tabi hemen elde olmayan bir yansıtma yaşadım. Eşime olsa (ki öyle bir merakı olmadığı için mümkün değil), oğluma olsa (hiii), sürekli gözümün önünde olmasalar da mutlaka en azından telefonla ses ve duygu alışverişi yaptığım etrafımdaki insanlardan birine olsa... Ve benim etrafımda böyle biri de var; canım kıvırım. Gerçi o oralara buralara tırmanmıyor, gidip Ilgaz'da filan geceliyorlar, beş günlük bulaşıklı kapta yine yemek yeyip su içiyorlar filan (kolera yoksa tifo alalım). Ama bir hayvan gelip birine bir şey yapsa? Veya zarar verebilecek herhangi biriyle karşılaşsalar?
Komplo teorilerinin sonu gelmiyor, biliyorum. Ama giden de dönmüyor. Ilgaz doğduktan sonra oğlum dur düşeceksin, oğlum dur çarpacaksın, oğlum gözün çıkacak demeden önce sabretmeyi öğrendim. Ama "amma da çok uyarıyorsun, bırak öğrensin," diyenlere de içten içe acıdım hep. Acıdım kelimesi tesadüfi değil inanın, gerçekten de acıdım. Çünkü bir adım ötesini hesap edememenin dayanılmaz aymazlığı var orada. Gözü çıktıktan sonra kıymeti yok, yirmi kere tepe üstü çakılıp bir şey olmazken bir çarpmayla beyin kanaması geçirdikten sonra anlamı kalmıyor hiç bir şeyin...
Yaşlanıyorum, biliyorum. Bu hissimin içinde barındırdığım derin kederim de yaşımla paralel olarak artıyor. Örneğin dağları düşündüğümde kendimi en tepede değil de ortalarda bir yerlerde içimi dinlerken görüntülüyorum. Düşünürken, ağlarken, arayıp da bulamazken, yanlış anlayıp yanlış anlaşılırken, mutsuz edip mutsuz olurken... Böyle bir keder sahibi oldum işte, ne zaman olduğunu da bilmiyorum, yalnızca ciddi hüzünlere savrulduğumu biliyorum.
Ama dağlar benim için bu işte. Evet, dağlara gidip tırmanmadan kendisi olduğunu hissetmeyen insanlar olabilir, saygı da duyuyorum. Ama bir dakika ya. Peki ya geride kalanlar? Ben Utku veya Seza'nın sevgilisi, kardeşi veya herhangi bir seveni olsam üzüntümün yanında öfke de hissederdim gibi geliyor. Asla başa çıkamayacağımız bir şeyle boy ölçüşürken yerinden oynamış bir kaya sebebiyle hayata veda etmek? Evet, ikinci episode nedir o zaman? Az önceki insanların arasında annesi yoktu dikkat ettiyseniz. Yazıyı yazarken bile gözyaşlarıma hakim olamıyorum. Evet Utku ve Seza, sevdiğiniz spora saygı duyuyorum ama şimdi geride kalanlar ne olacak? Anneler ne olacak örneğin?
Ben dümdüz bir sopayım, hiç bir dalım ve köküm yok, ben dünyanın en özgür bireyiyim kimseye karşı yerine getirecek yükümlülüğüm, verecek hesabım yok. Doğru, bu da bir felsefe, saygı duyuyorum. O zaman istediğimiz her şeyi yapabiliriz gerçekten de. Bu mümkün mü ama? Bu kadar kimsesiz olmak mümkün mü?
Rahat uyuyun Utku ve Seza. Başka diyecek hiç bir şey yok.
Öte yandan o çocukları düşündüğüm kadar annelerini de düşündüm. Bitti işte, perde kapandı. Kafamda engelleyemediğim korkunç bir soru var şu anda. Sürekli gözlerimin arkasına vurup dışarı çıkmaya çalışan migren ağrım gibi dalga dalga vuruyor. Bir de boğazımı düğümlüyor olanca maharetiyle.
O kadınlar ne yapacak şimdi?