27 Şubat 2007

Seçimler

Gece saat 9:30. Evde yalnızım. Eşim iş seyahatinde, oğlan anneannede. Biraz ders çalışıp vurup kafayı yatıcam. Ya da keyifli bir şeyler yapıcam; henüz karar verilmemiş. Zil çalıyor. Kim o diyorum, "ben Bayram," diyor apartman görevlimiz. Delikten bakıyorum, Bayram beyi görebiliyorum ama yanında gülüşen iki kişiyi seçemiyorum. Tekrar kim o eyince bu sefer daha ciddi bir şekilde deliğe doğru bakıyorlar, kapıyı açıyorum.

"Efendim, ben komşunuzum, hem de CHP temsilcisiyim," diyor bayan.
"Ben de," diyor yanındaki bey.
"Buyrun," diyorum. O saatte neden konuşacağımızı bir türlü kestiremiyorum.
"Muhtara gittiniz mi?"
"Hayır gitmedik, çünkü her seçimde aynı yerde oy veriyoruz. Taşınma ihtimalimiz olduğu için bir daha uğraşmak istemedik."
"Olsun, gitmekte fayda var. Kontrol etmiş olursunuz," diyor bayan.
Haklı tabi. Bunu ona da belirtiyorum, seviniyor sanırım. Ben artık kapıyı kapatıp içeri geçmek istiyorum tekrar konuşmaya başlıyor bayan.
"Efenim, ben CHP temsilcisiyim ya, sakıncası yoksa bir kaç şey sorabilir miyim?"
"Tabi."
"Kime oy vereceksiniz?"
"Başka bir alternatif olmadığı için CHP'ye vericem. Ama hiç içime sinmiyor, Baykal'ın iyice sağa kaydığını düşünüyorum aslında."

A be salak miso. Sana ne! Ona ne! Düşünüyormuşşş. Teyze şahin çıktı. İşte efendim, ben Ankara'nın her yerini gezdim, insanlar demokrasi değil cumhuriyeti istiyorlar. 301 başımıza ne belalar açıyor. Bu Orhan Pamuk, bu Elif Şafak AB'nin, ABD'nin bir oyunu. Her isteyen konuşursa neler olur sonra? İnsanlar o kadar bunalmış ki artık ordu gelsin diyorlar. Bazı şeyleri kaşımamak lazım...

Bu miso sıkı bir aile terbiyesiyle büyütüldüğü için kapısına kadar gelen bir teyzeye saygısızlık etmek istemiyor. Oysa gönlünden geçen kapıyı sakince suratına kapatmak. Bir de tabi bu tip konularda bu kadar "net" olan insanlarla tartışmanın ne kadar anlamsız olduğunu öğrenmiş çoktan. Ne dese, ne yapsa teyzenin gözünde Elif Şafak'ı veya Orhan Pamuk'u aklayamayacak. Veya teyzenin dinlemesini sağlayamayacak.

Muhtara gitme sözü veriliyor, karşılıklı iyi geceler deniliyor. Tam kapıyı kapatacakken Bayram bey, "ablacım taşınmayın lütfen buradan," diyor gülümseyerek.

Kapıda ziyan edilen bu on dakikanın tek iyi yanı bu oluyor.

23 Şubat 2007

The Black Dahlia

Kendimi tebrik ettim. Şu son dönemin en kötü filmlerinden birine gitmiş olduğum için tebrik ettim yani. “Hocam pek iyi eleştiriler yokmuş,” dedi kıvırım. Brian de Palma ve bir sürü bildik oyuncu; ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüm. “Evet, ben de okudum kötü eleştirileri ama yine de merak ediyorum,” dedim kıvıra. Curiosity killed the cat!

Scarlett Johansson’a en iyi armut taklidi yapma ödülü verilebilir bence. Ya da dudaklarının hatırına kırmızıya boyanmış bir Japon balığı maskotu ayarlanabilir. Ben bu kadını Lost in Translation’da ve İnci Küpeli Kız’da seyretmiştim ve çok beğenmiştim. Burada ne üzülebilmiş, ne de sevinebilmiş. Ne beli göğüslerine kadar yükselen, ablamdan-ödünç-aldıydım-tam-gelmiyor pantolonuyla şık olabilmiş, ne de banyonun kapısında ha gördük ha görücez memeleriyle seksi. Kadıncağız hiç bir şey olamamış filmde. Bu da bir başarıdır belki de. Bravo. Bütün film boyunca alık alık bakabilmiş sadece. Ama tabi bu bir dönem filmi, o dönemin kadınları da alık olur, tamam mı diyen varsa o da kabul; bakarız film boyunca öyle.

Aaron Eckhart ise aynen Scarlett’in akıbetini paylaşıyor. Diğer bir çok filmde gayet iyi roller keserken burada bir çocuk edasıyla abartı bir şekilde öfkeleniyor, seyirciyi bir türlü ikna edemiyor. Sinir ötesi bir polis memuru. Her türlü pisliğe bulaşmış olmasını beğeniyorum bir tek; nefis, bayılırım öyle polis karakterlerine. Ama buna hiç bayılamıyorum. İçimi soğutuyor.

Josh Hartnett diğerlerinden bir nebze daha iyiydi oyunculuk bağlamında. Onun kimi sahneleri inandırıcı, kimi sahneleri “ama Josh, sen Lucky Slevin’de hiç fena değildin, oldu mu şimdi” kıvamındaydı.. Ama filmin sonlarına doğru, doğduğundan beri cinsel perhizdeymiş gibi filmdeki bütün kadınlara aynı şiddetli tutkuyla saldırması erotik bir etkiden çok filmi gülünç bir platforma çekiyordu bence. (Bilmiyorum, belki de daha önce hiç bir sevişme sahnesi seyretmemiş olanlar bu sahneleri yerler.)

Filmin en başarılı yıldızı Hillary Swank’ti sanırım. Zengin bir manyağın zengin manyak kızını oynamış, o sevimsiz suratı dünyanın en çirkin, en at, en eyerle-gez suratı haline gelmiş, kişiliği ve içindeki kötülük suratına vurmuşçasına daha da çirkinleşmiş. İkna edici tek karakter o olmuş.

Sanırım de Palma bir tür ilacın etkisindeyken çekti bu filmi. Enteresan karikatürize karakterler (sapık bahçıvan dede), nasıl o hale geldiği belli olmayan yaratıklaşmış insanlar (Swank’in annesi), rol kesen abiler ablalar falan filan. Filmde yok yok; katil yakalamalar, partnerimin manitasısın sana dokanamamlar, lezbiyen revü sahneleri, bir adet porno film (güya kanıt diye sunuluyor; filmin her şeyini gösteriyorlar, midem bulandı) vesaire vesaire. Film bıçak sırtında kalakalmış; ne gerçek insan figürleri var, ne de bir çizgiroman uyarlaması gibi. Bir tek sirk sahnesi yoktu. Onun da eksikliği pek hissedilmedi aslında.

Çok kötü bir film olmuş.
İtinayla kaçın bence.

20 Şubat 2007

Yeni Dönem


Kaç gündür böyleyim. Gergin, huzursuz. Geçen hafta boyunca gittikçe artan bir gerilimim oldu. Cuma günkü okul toplantısında 2.5 seneden sonra (5 dönem demek) ilk defa farklı bir kur vereceğim açıklandı. Derste neler yapacağımızı neredeyse hiç açıklamayan, sadece programın verildiği on dakikalık bir toplantıdan sonra dağıldık. O beş dönem materyali ezberlememe, yeni hiç bir şey hazırlama ihtiyacı duymamama, hatta son iki dönemdir kitaba doğru dürüst bakmadan derse gitmeme sebep oldu. Atıl hoca olmak ne kadar zor anlatamam. O yüzden bu dönem köşenin delisiyle kur değiştirdik. Hem de bu değişiklik derslere sabah girip öğleden sonra kuşlar kadar özgür olmak demekti. Yani 12.30’dan sonra sinema demekti :) Yılların özlemi; işten çık kendi başına veya seyrettiğini anlayan, konuşulabilecek biriyle sinemaya git, sonra hiç bir şeye gecikmeden eve dönebil :)

Hafta sonu bölük pörçük uykularla geçti. Hem yeni kitaplar, hem de yeni öğrencilerle karşılaşacak olmak gerim gerim gerdi beni. Yeni kitapla başa çıkamamak değil derdim, hata yapmak da değil. Tecrübesizlik ürkütüyor insanı, layığıyla yapamamak endişesi sarıyor. Eminim ki bu kuru verdiğim ikinci dönem çok daha hakim ve verimli geçecek. Bir iki kere aynı şeyi yapınca insan materyalin her bir köşesini öğreniyor, öğrenciyi mıknatıs gibi oralara çekebiliyor, daha çok yönden yorumlayabiliyor.

Öğrenciye gelince... Dün karşılaştık efendi paşalarla. Ve umarım iyi bir dönem geçireceğiz. İyi geçsin istiyorum, bunu çok önemsiyorum. Sınıf ortamı güzel olsun, eğlenelim, paylaşalım, hayattan ve beklentilerden konuşalım, biraz sinemaya gitsinler ki filmlerden bahsedelim, biraz kitap okusunlar ki anladıklarından konuşalım. Yalnızca sabaha kadar msn’de konuşan, yalnızca içip dağıtan veya mezun olduktan sonra kazanacağı paralara odaklanıp ders çalışmaktan başka hiç bir şey yapmayan adamlar olmasınlar istiyorum.

Benim istediğim gibi öğrenciler hazır, pişmiş halde geliyor zaman zaman. Onlara doyum olmuyor zaten. Bir de benim kafamdakinin tamamen zıddı öğrenciler var. Onlar için bu bağlamda yapabilecek bir şey olmadığını zaman öğretti bana. Benim derdim arada kalanlar. Onlara bir şeyleri göstermek mümkün, bir şeyler katmak ve bir şeyler verebileceklerini ispat etmek de çok keyifli.

Benim derdim tabi ki hazirandaki sınavı geçmeleri. Ama bir başka derdim de bu ara grupla uğraşmak. O kadar da çoklar ki...

Umutlu miso :)

15 Şubat 2007

Mmmmmelihh

“Alo, miso naber?”
“İyilik, senden naber?” (Pek konuşmayız, konuştuğumuzda o kadar sakin ve yavaş anlatır ki, benim elim kurur telefonu kulağımda tutmaktan)
“İyilik. Ya nooldu biliyor musun? Dün xxx’e gittim alışveriş için. Kafamı kaldırdığımda ne göreyim? Bizim eski arkadaşlardan biri reklam panosunda.”
“Ben tanıyor muyum?”
“Kızım salak mısın? Tanıyor muyum ne demek? Kim, tahmin et.”
“Abi ne bileyim, kim söyle.”
“Melih ya Melih.”
“Hadi canım! İyi de ne reklamı ya! O kadayıf oldu be! Benden en az iki üç yaş büyüktür.”
“Olabiliiir. Süper görünüyordu.”
“Halâ mı?”
“Halâ valla.”

Bu Melih enteresan bir adamdı. Çok zekiydi, klasik yakışıklı denebilecek biri değildi ama etkileyici bir tipti işte. Yok, yok çirkin karizmatiklerden değildi, hoş bir adamdı, haydi tamam ya, yakışıklıydı. Eli kolu çok uzundu bu Melih’in. Elinin uzanmadığı az hatun kalmıştı. (Örneğin ben ve bu telefon eden zat. Zaten kendisi eşimin ablası olur). Delikanlıydı da. Hiç unutmuyorum, bir gece sekiz on kız manzarada içiyoruz. Artık gece ilerlemiş. Alkol duvarı aşılmış. Şarkılar söylüyoruz, kah kah, kih kih. (Okulun içinde olmasak ahlak polisi alır götürür merkeze. Ah okulum, ne güzel okuldun sen yahu!) Bir ara yan banka (böyle piknik banklarından vardı manzarada. Aşağıda Aşiyan, onun altında boğaz, gemiler geçiyor karanlıkta filan) bir grup erkek geldi. Başlangıçta bizden kimse ilgilenmiyor. Sonra tipler nasıl olduysa bizim bankın kendilerine yakın olan kısmında oturan kızlarla muhabbet kurmuşlar. Hiç bir sorun yok, her şey süt liman. Biz bankın diğer tarafında şarkı söyleyip gülüşüyoruz, şiirler okuyoruz filan. (Sarhoşluktan arada üfürüyoruz dizeleri ama kimse farketmiyor). Sonra ben bu Melih’i gördüm. Yanımıza geldi. “Naber kızlar, iyi misiniz?” filan diyor. İyiyiz filan, buyur ediyoruz. Yok ben gelmeyeyim diyor ve yan masaya dönüyor. “Beyler, kızlar bizden, haberiniz olsun,” diyor. Beş dakika sonra o beylerden bir allahın kulu kalmıyor bankta. Demek ki beylerin asıl amacı içen hatunlardan seçip şöyle geceyi uzatmak filanmış. Yok oluyorlar. (Sonradan da bozulduk hani, okulun içinde nooluyo filan, ama henüz bir şey de olmamıştı, Melih içgüdüleriyle kokuyu almıştı sanırım. Kabadayılığı yoktu, anlamış bir şekilde işte.)

Bir akşam üzeri İstanbul’lular evlerine gitmiş. Okul yurtçuların. Bahar gelmiş. Orta sahada herkes sereserpe yatmış, kimisi laflıyor, kimisi gitar çalıyor, bir çoğu içiyor. Yanımda bir başka arkadaş bira içiyoruz. Hayatımızda adam gibi bir adam yok, ya biz itinayla hıyarları seçiyoruz, ya da ambalajı iyi olanlar da bir süre sonra hıyara dönüyor filan diye kızsal muhabbetler yapıyoruz. Misoo, diye sesleniyor biri. Aa, Melih.
“Bira mı içiyorsun?”
“Evet.”
“Ya biz üşendik yukarı çıkmaya. Bir yudum alabilir miyim?”
“Tabi.”
Bir yudum alıyor. “Ayy, sıcak bu ya,” diyor.
“Aa soğuktu aldığımızda, çok da içmedim ama,” diyorum. “Herhalde elimde tuttuğum için oldu.”
Yüzüme bakıyor. Yanında arkadaşları da var. “Ateşş gibisinnn,” diyor. Vurgu bu. Laflar benim beynimde yankılanıyor. Melih'in ağzından çıkan bu iki kelime beynimde asılı kalıyor. Gözüne ışık tutulmuş küçük bir hayvan gibiyim. Arkadaşım da donakalıyor. Melih gülüyor. Biliyor, nasıl etkilediğini biliyor. Arkadaşları bana bakıyor. Sanırım ne yapacağım ya da ne diyeceğim diye merak ediyorlar. Ben hiç bir şey yapamıyorum. Arkadaşım koluma giriyor, “yürü miso, kaçalım,” diyor. Yürümeye başlıyoruz. Kaçalım doğru kelime. Hepimiz bir şekilde adamdan etkileniyoruz ama ben ürküyorum da. Öte yandan korkuyla karışık başka bir şey de var. Karnımdan kelebek sürüleri havalanıyor. Ben mi, cidden mi? Ya öyle ateş gibilik bir durumum yok aslında, ufak tefek bir tipim. İstesem bile tesis yok yani. Arkadaş dalga geçiyor. “Kızım miso, ateş gibisinnn,” filan diyor. Ya ne ateşi diyorum ve korkuyorum. Gülünecek hiç bir şey yok artık. Ödüm kopuyor. Çocuksu bir korku işte. Aslında iyi bir adam, ama ben kafamda yarattığım o erkek figüründen korkuyorum. Ondan değil, kendi ellerimle çizdiğim resminden. Adamın şanı almış yürümüş. Bana gelmez, beni incitir, biliyorum. Bile bile hıyar yemekten sıkılmışım artık. Neyse, yediğim hıyarlara Melih’i eklemiyorum. Ama bizim gruptan iki kişiyle ilişkisi oluyor. Biri okul sırasında, diğeri mezuniyetten sonra.

Şimdi çok merak ediyorum. En çok da şu anda neye benzediğini merak ediyorum. Evlendi bir ara, onu biliyorum ama sonrasını bilmiyorum. (Dedikodu ağımız zayıfladı.)

Kararlıyım. Gidip o fotoğrafı görücem.

13 Şubat 2007

Müüjdeee

Bir süre önce bir öğrenciyle ilgili bir yazı yazmıştım. Sınav sırasında cevaplarını optik kağıda geçirmeyi unuttuğundan, sınıftaki hocanın çemkirmelerinden filan bahsetmiştim. Bugün geçen dönemki öğrencilerimden bir mail aldım. O öğrenci geçmiş. Hem de yetmişin üzerinde bir notla.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Eğer bir kişi bir dili üniversitede ve/veya daha sonraki yaşlarında öğreniyorsa, ve bu kişi ODTÜ'nün Proficiency sınavı gibi gerçekten zor bir sınavdan yetmişin üzerinde not alıyorsa, o kişiyi cevaplarını şu veya bu sebeple optik forma geçirmedi diye ikinci sınava girmekten mahrum etmek en büyük kalpsizlik ve haksızlık olurdu. Sanırım proficiency ekibi bunun sorumluluğunu alamadı. (Gidip teşekkür etmek istedim adamlara ama pek de mesafeliler)

Mailden sonra havaya uçtum.

Neşe doldu bu insan.
Bu miso.
İnsanımsı.
(Terliksi)
(Fazla sevindim, saçmalamaya başladım)

11 Şubat 2007

The Constant Gardener

Filme biraz geç kalmışım sanırım. Ancak tatilde fırsat bulup seyredebildim. Türlü oyunların döndüğü, komplo teorilerinin cirit attığı, dizi karakterlerini gerçek hayatta yansıtmanın marifet sayıldığı şu dönemde gerçekleri yansıtması bakımından güzel bir film olduğunu düşündüm. Ve bir o kadar da yaralayıcı.

Justin bir diplomat olarak Kenya’da görevli. Ne kadar da sakin, soğukkanlı, hatta mesafeliden de öte soğuk! İnsanın bu kadar güzel bir adamın soyunup sevişebileceğini aklı almıyor. Espri? Bu adamın Tessa gibi bir kadını güldürmesi mümkün değil. Tessa, onunla karşılaştırıldığında bir ateş topu. Hissediyor ve yaşıyor. Yaşıyor ve hayatına dair karar alıyor.

“Teşekkür ederim.”
“Ne için?”
“Bu harika armağanın için.”
Az önce sevişmişler. Adam bütün samimiyetiyle söylüyor. Kadınla o kadar farklılar ki kadın sevişme için edilen teşekkürü anlamıyor. “Ne kadar da cömertim, değil mi?” diye çarpıyor. Adam mahçup, gözlerini kapatıp gülümsüyor. Kendini affettirmeli ama nasıl? Kadın zaten kandırıyor, aslında kızgın filan değil, adam anlıyor; ATEŞKES.
“Kendimi senin yanında güvende hissediyorum. Beni de Afrika’ya götür. Sevgilin olarak götür, karın olarak götür ama mutlaka götür.”
“Birbirimizi hiç tanımıyoruz.”
“Beni öğrenebilirsin.”
Bir insanı öğrenmek! Deşifre etmek. Zaman ister, sabır ister. Bu kadın direk talep ediyor. Beni de götür, korkma, öğrenirsin. Adam edilgen, kadın etken; roller belli.

Pazar akşamını karısının Arnold adındaki zenciyle Hilton’da geçirdiğini öğreniyor. Arnold’la çok yakın arkadaş Tessa. Tam bir İngiliz kurnazlığıyla kadına “ben Hilton’a giç gitmedim, kampanya varmış, gidelim mi?” deyince karısı Pazar akşamı Arnold’la orada olduklarını ve ne yaptıklarını anlatıyor. Kadın şeffaf, kadın oyunsuz, adam gibi davranması mümkün değil. Tek sakladığı sır da zaten kocasını korumak uğruna.

Kadının dili o kadar sivri ki, dokunduğu yeri kanatıp, yaradan süzülen taze, ılık kanı keyifle yalıyor. Bir kedi gibi, aldığı keyfin tebessümü yüzünde. “Gelmesi gereken ilaçlar sizin limuzine dönüşüvermiş anlaşılan,” diyebiliyor hükümet temsilcisine. Gülümseyerek karşıdaki adamın paniğinin tadını çıkartıyor. Kadının olduğu yeri hızla terk ediyor etraftaki her tür vampir.

Arnold Afrika’lı. Arnold kömür karası. Tessa Batılı. Tessa apak. Arnold’un halkı hastalıktan, açlıktan ölüyor. Dahası öldürülüyor. Yeni ilaçlar üzerlerinde deneniyor. Eğer öngörülen salgın olursa bu yeni ilacı üreten firma borsada tavan yapacak ve beyaz abiler daha da, daha da çok kazanacaklar. Ama yan etkileri olmaması lazım. Ya da yan etkilerin üzerinin örtülmesi lazım. Tessa seziyor, Tessa biliyor. Tessa neredeyse her şeyi öğreniyor. Kodamanlar ürküyor. Ateşi görmüş hayvanlar gibi ürküyorlar; kaçışırken birbirlerine çarpıyorlar. İçlerinden bir ikisi de devriliyor. Ama Tessa ve Arnold’u da ihmal etmiyorlar. Tessa ve Arnold öldürülüyor. Bu kadının hafızasındakiler, elindekiler ve yüreğindekiler en cüretli kodamanları bile kesilmiş süte döndürecek kadar güçlü. O hafızada gözden çıkarılan insanlar var. Bunlar zaten ölüyorlar, hiç olmazsa hizmet etsinler zihniyeti var. Çocuk yaştaki annelere ölü doğurtulan bebekler var. Hep bizim için ölmediler mi, biraz daha ölsünler var.

Filmi hüzünden öte bir şey sarmış. Bu keder, evet keder.



8 Şubat 2007

Ezginin Günlüğü


Ne kadar, ne kadar heyecanlıydım anlatamam. Nefes Bar’da buluştuğumuzda hava eksi yüzdü neredeyse. (dün çok üşüdüm ben dışarıda) Biletleri alıp içeri girdik. İçeride konserin olacağı yerin kapısında dikilen adam “konser iptal oldu,” dedi. Ben yaaa diye inledim. “Aa, bir de size bilet mi sattılar?” dedi. Kıyamadı kaz misonun suratındaki ifadeye adam. “Biraz bekleyin, 8.30 gibi alıcaz içeri,” dedi. Ses düzeniyle uğraşıyorlarmış. Biralarımızı alıp bir masaya oturduk. Benim bacaklarım sürekli hareket halinde; çarpa çarpa bir B’yi taciz ediyorum, bir T’yi. Ama kontrolü mümkün değil bu bacakların. Heyecan oralara inmiş. Kolay değil ama, Ezginin Günlüğü’nü izlemek üzereyiz.

Bütün yazı başbaşa geçirdik Ezginin Günlüğü’yle. Dargın mıyız’la koyun koyuna. Eksik bir şey var mıymış onu anlamaya çalıştık. Eksik şeyleri bulduk, ama yerine koyamadık. Hüzünlendik bol bol. Sonra Kanto’yu, bana bir koca lazım, o da bu gece lazım’ı söyledik, evdeki hazır kocayı kâh güldürdük, kâh küstürdük. Yaralı kuş’la çırpındık bol bol, kanatlandı uçtu gitti yaralı kuş gibi ömrüm, gel geceme yanıver babacım ışıksız bu gönlüm dedik, üzüldük. Sen böyle değildin’le ne mezhebi geniş adamlar varmış, bu gece bendensin, söyle o da gelsin diyor dedik, neşelendik. Gemiler gibi’yi dinledik, İstanbul’u özledik, Boğaz’ı özledik, okulu ve eski arkadaşları özledik. Ağladığın geceler’de ölüm dediğin aslında yalnızlıkmış dedik, böyle ölümleri özenle sınıflandırdık.

Bunların her bir kelimesi doğru; bütün bir yaz kâh Hüsnü Arkan olduk, kâh Eylem Atmaca. Söyledik durduk. Dün gece de söyledik durduk. Ama adabımızla söyledik. Bağırmadık, arkadakiler gibi anırmadık, ulumadık. İçkiye yenilip taşkınlaşmadık. İnsanların oraya Ezginin Günlüğü’nü dinlemeye geldiğini bildik. 1980’de elimizi kalbimize koyduk, taa oradan söyledik; Şehir’de hiç söylemedik, yalnızca dinledik ve usul usul ağladık, Aşk Bitti’de aşk hiç biter mi dedik, gülümsedik, Yastıklı Şarkı’da bu kadar keyifli bir şarkı yaptıkları için minnettar kaldık. Doyduk biz dün gece, hayranlığımızı bir kere daha cilaladık.

Konserden sonra korka ürke kulise gittim, kedi gibi sahnenin kenarından ilerleyerek. Nota dilenicem çünkü, o yüzden çekiniyorum. Pıssst diycek biri diye bekledim ama beni kovan olmadı. İçeri girdiğimde hepsinin birer sigara yakmış olduğunu gördüm. “Ama, ama sesiniz çok güzel, noolur içmeyin,” dedim gayri ihtiyari Eylem Atmaca’ya, “çok utandım,” dedi sigarasını aşağıya saklayarak. Ve gülümseyerek. Ne kadar içten, ne kadar insan.

Klasik gitar çalan arkadaş (ismini bilmiyorum ne yazık ki) kulisin hemen girişinde. Kulis dediğim de bir odacık yani. Bir başka odaya açılan bir odacık. Merhaba dedim, hemen elini uzattı. İnanamadım. Ben bu insanların bu kadar gerçek ve bu kadar insan olduklarına hayret ettim. “Ben ODTÜ’de hocayım ve keman çalıyorum. Notalarınıza erişmem mümkün mü?” diye sordum. Bu tanıtım emek hırsızlığı yapmayacağımı ispat etmek için. “Ee, şey, bir kitap çıktı böyle, Ezginin Günlüğü şarkıları diye.. ee, nerdendi ya?... Nadir abi, hangi yayınevindendi bizim kitap?” “Babil”. “Aa, evet Babil yayınevindendi”. Tebessüm, hep tebessüm. “Ben çok mutlu oldum bu gece. Çok teşekkürler,” dedim. “Biz teşekkür ederiz. Size de kolay gelsin, “diye cevapladı.

Bu insanlar benim aklımdaki gerçeklik kavramını zorladılar dün gece. Bunu bir iş olarak yapmadıkları o kadar açıktı ki. Konser boyu çaldılar, söylediler, zaman zaman gözleri açık, zaman zaman gözleri kapalı, zaman zaman gözleri gözlerimizde... Benim gözlerimde, herkesin gözlerinde.

Şarkı sarhoşu olduk bu gece. Papatya, 1980, Ebruli, Şehir... ve diğerleri. Bir daha gelsinler. Yine gideceğim. Bu sefer en önden, gözlerine daha yakın dinleyeceğim.

Ben daha önce böyle bir şey görmedim.
Ve hissetmedim.

3 Şubat 2007

Bu miso özler

Bir miso özenle hazırlanır, şehre iner.
Makyaj filan yapar, giyinir özenle.
Eşiyle birlikte gezerler.
Sonra Göksu restorana gidilir.
Bu Göksu restoran Ankara’nın en eski restoranlarındandır.
Bir kadın yalnız başına gidebilir.
Bir miso haydi haydi gidebilir.
Misolar delidir, söylemesi bizdendir.
Sonra kuzen gelir.
Kuzen çok şey anlatır.
Miso kendi içine gömülür.
Sonra Burcu’dan mesaj gelir.
Ama olmaz yani.
Burcu miso’nun kızkardeşidir.
Burcu çok uzaktadır.
Miso çok özlemektedir.
Bir 70lik rakı bitmiştir.
Miso o ana kadar çok iyidir.
Miso aniden uçar.
Miso Burcu’yla konuşur.
Önce masadan konuşur.
Sonra tuvalete gidip gizli gizli konuşur.
Miso ağlar.
Miso sarhoş, miso çaresiz.
Hesap ödenir; miso kaç para ödendiğini bilmez.
Kuzenle koca bir şeyler yapar.
Miso ağlar.
Miso ağladığından utanmaz.
Miso bu kadar ağlamak istediğinden utanır.
Miso, koca, kuzen Mithatpaşa’dan Tandoğan’a yürür.
Koca taksiye binelim der.
Miso istemez, misonun tek çaresi yürümektir.
Miso dünyanın sonuna kadar yürüyebilir haldedir.
Miso yol boyunca ağlar.
Burcu’yu arar, onunla konuşur ağlar.
Burcu’suz ağlar.
Miso Burcu’ya muhtaçtır,
Burcu yoktur.
Miso Burcu’suz çok yalnızdır, çok eksiktir.
Miso bunu bilir, hep bilir, Burcu’ya söyler, Burcu zaten bilir,
Burcu ağlar-Miso ağlar.
Kuzenin arabasına gelinir.
Miso aslında eve kadar yürüyecek kudreti bulur kendinde
Ama erkekler izin vermez.
Miso anlar,
Barda’yı yeni izlemiştir; miso korkar çünkü sarhoştur.
Attığı her adımda daha çok sarhoş olur, daha çok Burcu olur.
Miso’nun annesinin evine gelinir.
Miso başını babasının omzuna gömüp ağlar.
Babası miso’nun sarhoş olduğunu anlar önce gülümser, sonra güler.
Burcu mu? der, daha çok güler.
Aslında kendi içinden yükselen ağlamayı bastırmak için güler.
Sonra miso daha iyi olur.
Zira mide bulantısı geçer.
Kuzenden rica edilir, eve bırakılırlar.
Eve gelinir.
Miso yatmak ister, uyumak ister.
Bir de gülünmesin ister.
Çok özler çünkü.
Çaresizce özler.

Ahhh Burcu der.
Zavallı miso

Barda

Bir türlü karar veremedik hangi filme gideceğimize. “Kanlı Elmas” dedik, uzungeldi, laflamaya da zaman kalsın istedik. Ben “Uygunsuz Gerçek”, dedim, kıvırım belgesel izleme havasında değilmiş, reddedildim. “Barda”da karar kıldık en sonunda. Uzundur seyrettiğim en çarpıcı film oldu. Sonrasında da bir saat kendimize gelemedik zaten. Film üzerine konuşmak ve bira çözdü gerginliğimizi. Tabii ki bir başka barda

Nasıl bulaşmış bu çocuklar bu itlere sorusunun cevabını hemen veriyor film. “Barbo bir sorun mu var?” sorusu, hanım evlatlarının yaşamsal sorunu haline geliyor. “Şu ankine sorun bile demezsin yavrum” etkili bir olaylar silsilesinin tam ortasına çekiyor seyirciyi.

İnsanın kanını donduran bir hoyratlık, bir zorbalık hakim filme baştan sona. Her kadının korkulu rüyası bu kadar can ve ruh acıtması. Bu kadar istemezken ve korkarken kendisine ve arkadaşlarına dokunulması, incitilmesi, fiziksel olarak yaralanması... Sonra buz gibi akan bir suyun altına bırakılması... Ve o suyun az önce onu parçalayan erkeklik imgesinden, bir pisuvarın musluğundan fışkırıyor olması... Tecavüz edilip bir kenara atılmış olsa da halâ mahremiyetini korumaya çalışıp, “pantolonumu çeker misiniz?” diye yalvarması.

“Ben daha önce hiç yapmadım,” diyen kız arkadaşına mahçup mahçup “ben de,” diyen oğlanın samimiyeti, içtenliği, bunu bir hayat meselesi haline getirmemiş olmanın rahatlığı, bunu asla zorbalıkla almamış olmanın temizliği. Yaparız elbet, yeter ki sen incinme zihniyetli çocuğun şeffaflığı.

Ve barda tam aksiyle yüzleşmek... Cehennemi görmek... Hep bir şekilde bu zorbalığın farkında olmak, insanların delici bakışlarından, zaman zaman ellerinin temasından kokusunu almak ama bu kadarını hiç beklememek... Masumiyet bu işte. Karşıdakinin nereye kadar gideceğini kestirememek değil, hayal edememek...

Bu bakire kız çok güzel, tam o itlerin elebaşısının ağzına layık. Kıyafeti de onlara daha bir hoş görünür cinsten. Modern bir elbise, veya pantolon-tunik ikilisi değil; hafif balıketi vücudunu saran bir etek ve askılı bluz. Zaten en başta gözüne kestirdiğini anlıyoruz sonra, yanındaki sevgiliye duyulan anlamsız öfkeyle de süsleniyor o arzu; onunla besleniyor, hayat buluyor sonunda.

Filmin sonlarına doğru elebaşları Selim (Nejat İşler) günah çıkartıyor bir ara. “Biz buraya ancak böyle girerdik, başka zamanlarda kapıdaki içeri almazdı, haydi aldı diyelim siz istemezdiniz. Bizi aşağılardınız, şöyledir, böyledir” şeklinde toplumsal gerçeklik serenadı yapıyor. Evet ya, sizi istemeyiz cidden, bambaşka diller konuşuyoruz, bambaşka ellerle dokunuyoruz, birimiz okşarken diğeri avuçluyor, birimiz sarılırken diğeri sıkıyor, birimiz yumuşaklık beklerken/verirken diğeri ispat edeceği mertabeye ulaşıp fermuarını çekip gidiyor. Ama istenmeyen şey sınıf farkı değil, bizlerin içinde de böyle herifler kaynıyor; bu hayvanlığı istemeyiz, bu hoyratlığı.

Barda’dan sonrası bomboş artık. Bunu yaşayan insanların bir daha toplama olasılığı nedir, bilemiyorum. Filmdeki çocuğun kendine edindiği TGG (Tekrar Gözden Geçir) felsefesi artık SKÜÖ’ye dönüşüyor. Sonsuza Kadar Üzerini Ört. Örtemediğin anda zebaniler boğazını sıkıveriyor çünkü. Yaşanılmaz oluyor bu dünya, herşey üzerine çöküveriyor.

Gerisi karanlık.



1 Şubat 2007

Öylesine hatırladım


“Ya miso, ben hakediyor muyum bunu?”
Artık diyecek hiç bir şeyim kalmamış benim bu arkadaşıma. Boş boş yüzüne bakıyorum. “Ya xxx, evet demek istemiyorum ama bırak artık, bitir lütfen şu işi.”
“Ya miso, hiç bir kötü niyeti yok ki, niye öyle diyorsun?”
Daha da boş bakıyorum. Ve patlıyorum. “Ya yeter ama ya... Daha ne yapsın, söyler misin bana? Saat sekizden sonra yurttan çıkınca demediği lafı bırakmıyor, bölümünde bir tane arkadaşın yok, bütün erkekler sapık, bütün kızlar orospu, bizimle 6.45 matinesine bile sinemaya gelemiyorsun, giydiğin kabahat, giymediğin ayrı kabahat. Herif burnunun dibindeki kızla seni aldattı... Daha ne yapsın yahu?”
Bu sefer boş bakma sırası arkadaşımda. “Ya gerçekten de böyle, di mi?”
“Ya canımın içi, sen bilirsin, istiyorsan devam et ama kendini de kandırma. Bu adam seni ayırtmış resmen, kendi her tür haltı yiyor, seni de bir kafese kapatmış bekletiyor. Ben seni üzmek istemiyorum. Ama geçen gün seni tartaklayınca dayanamadım artık. Söylemek boynumun borcu. Bir gün bir tane vurduğunda ne yapacaksın?”
“Haklısın,” demişti. Ama biliyordum ki hiç bir şey değişmeyecek. Bunu bir şekilde kabullenmişti arkadaşım. Sonra da evlendiler zaten. Bir daha da haber alamadım. Halbuki 4 yıl aynı odada uyumuştuk onunla. Halâ da gülümseyerek anarım. Ama anlamadan, hiç bir anlam veremeden.

İğrenç herifler çoktu tabi, tıpkı iğrenç kadınlar gibi. Ama bu arkadaş cidden madalyaya koşuyordu o zamanlar. Aşırı derecede milliyetçi, sapına kadar errrkekkk, höt zöt... Bizim arkadaş da güya İstanbul’lu; değme taşralı kızlara taş çıkartacak kadar .... Ne, bilmiyorum. Lafı bulamıyorum. Saf desem değil, aptal desem hiç değil... Onu böyle davranmaya iten ne oldu hiç çözemedim.

4 yıl süren ve sonunda beni perişan eden bir ilişkinin kollarından kaçıp gitmiştim İstanbul’a üniversiteye. Kuyunun dibini görmüştüm o zaman. Sonra da hiç o kadar kötü şeyler yaşamadım zaten. Kaçmaktan başka çarem olmadığını biliyordum, kurtulamayacaktım; öylesine hastalıklı bir şeydi. Kişiliğimi, öz saygımı kaybetmiştim resmen. Ama devam etmedim, evlenmedim, hayatıma sokmadım onu bir daha. Üstelik lise sonda almıştım bu kararı. Tespitimin doğru olduğunu biliyordum, ışığa kaçtım resmen.

Ama arkadaşım yapamadı. Ya da yapmadı, bilmiyorum. Hiç bir zaman çözemedim. Bu akşam nereden aklıma geldi, onu hiç bilmiyorum.
İyi olduğunu umuyorum. Dantel örtülü fiskosunun yanında, camın kenarında kocasını bekler hali gözümün önünde canlanıyor. Çocukları da olmuştur mutlaka. Mutludur belki diye düşünüyorum. Ama içimden bir ses artık tükenmesine rağmen boşanamadığını söylüyor.
Tıpkı o zamanki gibi yapamadığını söylüyor.
Üzgün miso