16 Eylül 2008

Hayaller...ler...ler

Mimlenmişim Goddess tarafından. Mimlenince yazmak zor geliyor aslında. Elimdeki dilimdeki bütün kelimelerim yok oluveriyor. Kilitleniyorum. Ama bu hayaller konusu biraz kıvrakmış ki, düşündürttü beni, bulduk bir şeyler.

Aile hayatımı düşününce geçmişe dair bir ah-vah’ım olmadığını görüyorum aslında. Belki babamın hıyarlık yaptığı konularda annemi biraz daha savunmak daha iyi olurmuş. Daha bir farkında olmak... O zamanlar pek bir babacıydık, kardeşim de, ben de. Ayıp etmişizdir herhalde türlü çeşit zamanlarda.

Kendi ailemi düşününce de ahlanmıyorum. Vay şununla evlenseydim filan yok. Evlilik bu işte; dışarıdan görünen cilalı imajların dibi küflü hep. Bizimkinde hiç olmazsa sevgi var, saygı var. Ha tabi bir de bir sıpa var ki, her ne kadar Artemis’in telafuz ettiği kısıtlama olayı olsa da şu anda direk duygusallaşıp yaradana kurban, ben o sıpaya kurban filan edebiyatına giricem, karizma çizilecek.

Geçmişten sürüklediğim iki hayal var ama. Uzundur benimle gelen. Birincisi keman. Cidden çok istiyorum bir konser salonunda çalabilmeyi. Ama salon bomboş olacak. O akustiği duymak bile yetecek bana. İnsanlara çalmaktan çok haz etmiyorum zaten. İnanılmaz bir şekilde heyecanlanıyorum, bacaklarım zangır zangır titriyor. Hiç bir abartma yok bunlarda. Neyse, belki ileride parası neyse verir tutarız bir salon. Olmadı Maltepe’de bir düğün salonu tutar çalarız aynalara karşı, heheh.

Diğeri de hayvanlarla ilgili. Sağlığım elverirse Ilgaz’cım kendini kurtarınca, yani ne bileyim üniversiteyi filan kazandığında tamam anne, azat buzat derse eğer, hayvanlarla ilgili bir iş yapmak istiyorum. Bu mesela Afrika’da bir milli park olabilir ama bünyem de her bir halta alerjik kardeşim, orada beni bir böcek sokar ben yamulurum filan diye de korkuyorum. Ya da belki gidip Amerika’daki hayvan kurtarma polisleriyle çalışırım. Gönüllü kuruluşlar bunlar, bağışlarla ayakta duruyorlar. Afrika’dan daha bir medeni hiç olmazsa. Karın tokluğuna çalışırım valla. Zaten o yaşta neye gerek kalır ki?

Bir hayal daha. Bu okulda çalışmaya başladığımdan beri geliştirdiğim. Okulun içinde yaşamak istiyorum ben. Belki bir gün lojmana filan başvururum ve bu inanılmaz ayrıcalığı kazanırım. Bu diğerlerinden daha kolay görünüyor olabilir ama onlardan çok daha zor. Neden? Öyle işte. Çünkü buraya girersem çıkmam bir daha ben :)

Ve sonuncusu: Bir gün Burcu’yla birlikte yaşamak istiyorum. Önümüzde öyle bir örnek var; abla kardeş seksenin üzerindeler ve hala beraberler. Bu yolun sonuna geldiğimde Burcu’yla birlikte olmak istiyorum. Bu bizim hep konuştuğumuz bir hayal. Ve en zoru sanırım.

Okuyan ve gönlü çeken herkes hayalleri konusunda mimlenmiştir.

marruu

11 Eylül 2008

Okul başlarken


Okul haftaya başlıyor ama ben ilk öğretim açıldığından beri sabah sekizde okuldayım. Ilgaz’ı bıraktıktan sonra ne yaparsın? Yürüyorum yahu, ve kendimi acayip iyi hissediyorum. Arabayı Hazırlık’a bırakıp allah ne verdiyse yürüyorum. İlk gün 25 dakika yürüdüm. Sonra yarım saat. Bu sabah tam 40 dakika. Ama öyle salına salına değil, arkamdan birileri koşturuyor gibi yürüyorum. Çok da mutluyum. Bacaklarım zonk zonk ediyor ama yine de mutluyum. Bugün deli, “azim işte,” dedi. Yanımızda Gary vardı, o kelime nedir dedi, hiç birimiz karşılığını bulamadık. Biri commitment, dedi, bence değildi. Az önce baktım, determination/devotion filan demiş. Hala da tatmin olmuş değilim. Ama biz ne biçim hocayız böyle, olmadım da değil. Öğretmenler odasındaki herkes soru üzerine armut oldu, birbirine baktı. Devecisinden.

Geçen hafta ve bu haftanın bir kısmı sınavlarla geçti. Yeni kurbanları gördük. Her sene gözüme daha da “genç” görünüyorlar. Hele bugünkü seviye tespit sınavındakiler iyice çoluk çocuk gibiydi. Bazı öğrencinin ifadesi öyle oluyor, bööyle yüzüne bakıyor insanın, gözünün içine bakıyor, ben burada ne yapıcam, annemi özledim filan gibi bakıyor. İki sene sonra tanınmaz hale geliyorlar; bildimcik otu oluyor hepsi, havalarından geçilmiyor. Bugünkü sınıf öyleydi, hiç ukalağa dümbeleği yoktu. (Hassas tahlilci miso)

Sonra yemekhanede eski bir öğrencimi gördüm. Sınavlarda da karşılaşmıştım, arkadaşlarını getirmiş sınava filan, ayaküstü konuşmuştuk. Neyse, yanında da bir başka hoca. (Dönem sırasında o hocanın dersini alan iki öğrencimin teklifiyle ve tabi meraktan dersine girmiştim. Başta çekinmiştim ayıp mı olur diye ama ders anfideydi, kamufle oluvermiştim.) Ben öğrencimi oyaladığım için çok özürler diledim ama çok kibar biriymiş, ben yerlere eğildikçe o daha da ezildi filan. Hoşuma gitti; kibar insan kıtlığı had safhada ne de olsa.

Eski öğrencimin arkadaşları geçti mi diye sorayım dedim, meğerse sınıfımdaki iki Rus kızmış. Ama kardeşim, ciddi bir adaletsizlik var bu tip-şekil-şemal dağıtımında diye düşünmüştüm. Bizim sınıftaki hiç bir erkek öğrenci geçemedi bence o beyaz tişörtler ve muhteviyatı filan sebebiyle diye de aklımdan geçirmiştim o gün. (Burada Talisman'ı da sevgiyle anıyorum). Hay allah, bugün bunların arkadaş olduklarını öğrenince utandım. Sonra bir şey danışmak için kızcağızı yanıma getirdiler, ben de ne kadar aklım fikrim varsa verdim; mahçuptum. Valla.

Haftaya dersler başlıyor. Eski öğrenciler de "geliiiyoruuuz, sizi çok özledik," diye facebook'tan mesaj olayına girmişler zaten. İçlerimin yağı eridi. Okulun açılışını yemin ederim iple çekiyorum.

O kadar kudurdum yani.

marruu


5 Eylül 2008

Yazı dizileri


Okuduğum gazetenin yazı dizilerini genellikle seviyorum. Hiç dokunulmamış konulara el atma cesaretleri var. Örneğin Ermeni meselesi. Veya çok dokunulmuş, hatta her gün pespaye gazetelerde irdelenen, sorunlara güya çözüm üretilen filan konuları da daha tıbbi bir yaklaşımla ele alıyorlar, hekimleri de konuk ediyorlar zaman zaman. Örneğin cinsellik. heheh

Neyse, son konu alkolizm’di. Yanlış olmasın, sanırım 6 gün sürdü. İlk beş gün bağımlılarla yapılan röpörtajlar vardı. İnanılmaz öyküler, inanılmaz miktarlar. Örneğin eroin-kokain bağımlılığını yenmek için alkolik olmuş bir adamın öyküsü vardı bir gün. Yurt dışında yaşamışlar eşiyle, ikisi de kullanıyormuş eroin. Adam taksi şöförlüğü yapıyormuş, kazancı yerindeymiş. Ne zaman kokaine başlamış, o zaman maddi olarak ve dolayısıyla manevi olarak çökmüş. Bunları bırakabilmek için de alkole sarmış. Neyse, bilmem ne zamandır ayıkmış.

Bir başka adam alkol yoksunluğu durumunda insanın her şeyi yapabileceğinden bahsediyor. Çok paralar kazanmış işinde, ama tabi alkolle hiç bir şey yürümüyor diyor, her şeyini kaybetmiş. O kadar parasız kalmış ki annesinin evine gidip, kadını öldürüp bileziğini bozdurmayı filan bile düşünmüş. Yoksunluk böyle bir şey işte, diyor. O da uzun bir süredir ayıkmış. Bir başkası ayda beş yüz kutu bira içiyormuş. Şimdi o da iyiymiş.

Hikayeler üç aşağı beş yukarı böyle. Küçük dayım alkolik olduğu için aslında okuduğum şeyler hiç de yabancı değil bana. Kendisi kimseyi öldürmedi, ama çevresindekileri ölmekten beter etti. Yaşadıkları küçük şehrin sokaklarında çırılçıplak gezip dilendiğini, bir çok sefer büyük dayımın bütün gece aramadan sonra kar içinde, çamur içinde bir köşede kıvrılı bulduğunu, hiç bir refleksini kontrol edemediği için üzerinde kurumuş kakalardan çişlerden vücudunun yara içinde kaldığını bilirim. Dedim ya, küçük yer, bir de üzerine ailenin duyduğu utanç binince yeme de yanında yat oluyor işte.

Son günkü yazıda kimsenin hikayesi yoktu. Bir hekimle yapılan röpörtaj vardı. Kimler alkoliktir, yakınlar ne yapmalıdır, adsız alkolikler ve bunun gibi bilgiler veriliyordu. Kimler alkoliktir kısmı cidden şaşırttı beni. Örneğin akşamcıları alkolik olarak nitelendiriyordu bu hekim. Bir de örnek vermiş; 85 yaşında bir beyin bilmem kaç yıldır akşamcı olduğu için alkolik olduğunu söylüyordu. Bu tarz insanların yardım alması gerektiğini vurguluyordu. (Bilakis, ben bu amcanın her ne içiyorsa içtiği şeye devam etmesini öneriyorum; 85 yaşına gelmiş, demek ki bu şekilde iyi etmiş, has etmiş.)

Çok mantıklı gelmedi bana. İçilen miktar önemli değildir, diyordu. Allah allah? Bizim aile geleneğinde içki içmek vardır; ben kendimi bildim bileli her akşam annemle babam birer kadeh rakı içerler. Şimdi bu insanlar alkolik mi yani? Bir başka ilginç yan da toleransla ilgiliydi. Eskiden bir birayla sarhoş olanların toleransı artar, bu iki bira-üç bira olur, diyordu. Bunun bir tehlike işareti olduğunu kabul edemiyorum açıkçası, tehlike herhalde ancak bu miktar düzenli bir şekilde artarsa olur. Ama hayır, bu şekilde artan toleransta tehlike vardır diyordu. Üçüncü bira tehlikelidir!

Son günkü yazı beni çok etkiledi. Daha doğrusu rahatsız etti ve oradaki hekime karşı güvenimi kaybettim. Önümde gerçek bir alkolik var, ama hekimin söylediğine göre annem, babam, eşim ve ben, hep birlikte alkolik olmuşuz bile. Ve aldığımız alkolün gündelik hayatımıza zerre kadar etkisi yok. Babam bir cerrahtı ve yaş haddinden emekli oldu; bu bile yeterli herhalde.

Bu arada adama da niye bu kadar öfkelendiğimi de anlamadım, kendime de sinir oldum. İçimde böyle bir korku da var demek ki.

Ay misocum ya, ne salaksın sen. Öylesin, valla. Korkma, korkma...

marruu