23 Aralık 2008

Bu aralar miso hanım...


İkinci sınav bitti, okundu, ortalamalar teslim edildi. Memnunuz memnunuz; yalnız bir öğrencimiz var ki gerçekten çalışıyor olmasına rağmen sürekli aynı hatalarla çakılıp duruyor ve tabi sınavları da elli küsurlarda geziyor. Üstelik ikinci senesi. Kafamızı bir hayli kurcalıyor yani. Nasıl yardımcı olunur; onu da çok bilmiyoruz. Geçen gün ağladı, ağladı. Bizim de burnumuz yandı durdu. Hayır, ağlasak çok saçma bir durum olacak, kız daha beter ağlayacak. Hay allah, bilemedik cidden ne yapacağımızı.

Oy vermeye mahkum olduğumuz ve bundan başka sarılacak hiç bir şey olmayan, hiç bir proje üretemeyen, kendi içinde bile kafası son derece karışık sevgili partimizin bir üyesi ziyadesiyle midemizi bulandırdı. Kadınla ilgili herhangi bir şey okumak, ona dair herhangi bir şey duymak, o nefret dolu suratına bakmak istemiyoruz. “Ohhh, ne varsılım bennn, yedikçe yedim, şiştikçe şiştim, egomu da şişirip cilaladımmm, saldırıyorum millete etnik metnik ne bulursam artık...” Bunları demedi, biliyoruz, ama demiş sayılmaz mı? Demekten beter şeyler söylemedi mi? Ha? Lütfen lütfen söyleyiniz.

Cuma günleri girdiğimiz sosyoloji dersinin sınavından 29.5 aldık. Liste asmışlar; aaa bir baktık en yüksek miso hanım almış. Heheh. Hem utandık, hem sevindik. Dışarıya utanmış gibi yaptık, içten içe çok hoşumuza gitti. Ya aslında misafir öğrenci olarak giriyoruz derse; genel ortalamayı etkilediğimiz yok yani. İzin aldık en başta, hocanım da çok şeker. (Başkaları sevmiyor olabilir; onların standardı pek yüksek. Bir de bir şeye kızdılar mı artık ağzıyla kuş tutsa affetmezler. Neyse, bize ne, biz seviyoruz.) İşte öyle. Not da 30 üzerinden sanıyorduk, meğer 34 filan gibi bir şeymiş. Olsun, hala sevinçliyiz; bunca seneden sonra dersi anlıyor olma sevinci yani, başka bir şey değil.

Yılbaşında ne yapacağız sorgusu suali canımızı sıktı. Üzüldü miso biraz, kalbi kırıldı. Başka şeyler vardı galiba ama konu buradan açıldı, yanlış bir suçlamayla üzerine gidildi. Evet evet üzüldü miso, ama galiba halloldu her şey. Aslında biraz daha konuşulsa daha kolay olabilecekken her şey... Tercih meselesi işte; dınnn nerede benim sihirli değneğim, değiştirsem bi lokmacık. Ha? Nasıl olur? Biraz daha laf?

Dünyanın Durduğu Gün müdür nedir, Keanu’yla Jennifer’ın hatrına o filme gittik. Aman birilerinin gücüne gitmesin gene, kısa keselim, filmi hiç beğenmedik, kurguyu beğenmedik, bazı şeyler nerden fırladı anlamadık. Kısa kes miso: paramıza ve zamanımıza acıdık.

Arada da boş boş gezindik, ofiste oturduk, Prag’ı düşündük, Prag’ı özledik, ah bir daha gitsek de o muhteşem sokakları arşınlasak dedik. Dejenere mi oldunuz misohanım, diye sorduk. Yok yok, insani bir özlem dedik.

Böyleyiz işte bu aralar. Fena değiliz.

marruu

14 Aralık 2008

Prag


Uçak inmek üzere. Aşağıya bakıyorum; şehir Şirinler’in Köyü gibi. Öyle insanın gözüne giren gökdelenler yok. O kadar heyecanlı ve mutluyum ki anlatamam. Bir çocuk gibi kıpır kıpırım; uzun zamandır ilk kez bu kadar çocuk gibi.

Ah Prag... Bir şehir nasıl olur da bütün eskiliğiyle muhafaza edilebilir? Ve hala köhne olmayabilir? Binaların güzelliğini yazmaya kelimeler yetmiyor. Kiliselerini, katedrallerini, önemli yapılarını geçtim, normal evler bile muhteşem. Binaların üzerindeki insan figürleri, çatılardaki o ince işçilik veya meydandaki heykeller gerçek anlamda büyüleyici. Mimari anlamda aslında ne kadar da zayıf ve sıradan olduğumuzu düşünüp üzülüyorum. Bir zamanlar birilerinin yaptığı tercihlerle resimsiz, heykelsiz, estetikten fersah fersah uzak binalara mahkum olmuşuz ne yazık ki.

Dekor gibi sokaklarda buz gibi havada yürüyüp duruyoruz. Sanki her an ilerideki köşeden aktörler filan fırlayacak da biz de üzerimize düşen rolü oynayacakmışız gibi. “Salon ısıtılmıştır” ibareli bir kilisede konsere giriyoruz. Salon sıcaklığı o kadar düşük ki, “uyuma-uyursan donarsın” telkinleriyle konseri bitiriyoruz. O kadar yüksek tavanlı ve eski yerleri ısıtmak mümkün değil tabi ki. Ama o akustiğin artçı sarsıntıları hala içimde, hala sürüyor. İyi ki gitmişiz diyoruz, moraran ellere rağmen.

Geldiğimiz gece S t ar b ucks’da bir şeyler içen, K F C’de bir şeyler yiyen turistlerle dalga geçiyoruz. Ya sen kalk buralara kadar gel, sonra dünyanın dört bir yanını sarmış lokantalarda tıkın dur. Öyle mi miso hanım? Al sana kahpe felek. Para bozdurmayı unuttuğumuz için üç kuruşla kalakalıyoruz. Geceleri meydandaki döviz büroları çakala dönüşüyor. Gündüz 25’den bozdukları paraya gece en fazla 16 veriyorlar. Mecburen o mühim tavukçuya giriyoruz, iyice hesap kitap yapıp ortaklaşa bir şeyler yiyoruz. Oh olsun sana miso hanım; dünyevi işleri atlamayacaksın böyle işte.

Son gece U Fleku diye bir bara geliyoruz. Yola çıkmadan hemen önce otelde “iyi ki yağmur filan yağmadı,” diyorum. Şom gibi. Gittikçe bastıran yağmur altında buluyoruz barı. Bar değil aslında, geleneksel bir birahane. 1450’lerden beri varmış. Tadı muhteşem olan kendilerine has dark bir bira yapıyorlar. Tek tek masalar yok. Uzun masalarda herkes yan yana oturuyor. Yiyor, içiyor, gülüp eğleniyorlar. Az sonra ufak tefek bir akordeoncu ve dev bir tür pirinç üflemeli alet çalan çam yarması gibi bir adam geliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda gibiyiz. Sanki birazdan içeriye kollarında güzel kadınlarla üniformalı Naziler dalacak. Herkes bizim hiç birini bilmediğimiz, melodisine bile aşina olmadığımız şarkıları söylüyor. Bir tek kelime bile anlamıyorum ama gözlerim doluyor. Müzik hep böyle etkiliyor beni; hem sevdiğim hem de utandığım bir lanet gibi.

Prag’a dair tek kötü his herhalde insanlarının soğukluğu. Hatta kabalığa varan bir soğukluk. Bir şey sorabilir miyim dediğinizde yüzünüze bakılmaması örneğin. Elbette herkes değil ama ne yazık ki üzücü bir çoğunluğu. Belki turistten bıkmış durumdalar, belki de fazlasıyla doymuş. Bilemiyorum. Ama kadınları cidden güzel. Saçları sapsarı boyalı, güzel ve üşümeyen kadınlar. Ben kaz tüyü kabanımla gezerken bayanların etek boyları veya düşük belleri dudak uçuklatacak cesurlukta. Bir de buranın kadınları kürke çok meraklı. Bazılarının güzelliğine güzellik katan o kürk, bazılarını garip, nesli tükenmiş hayvanlara çevirmiş ne yazık ki. Bir söyleyenleri, uyaranları da yok belli ki.

Genel izlenimler bunlar. Şuraya gittik, bunu gördük demeye başlasam sayfalar yetmez herhalde. Diyeceğim şudur: Mutlaka gidilmeli, görülmeli. Muhteşem bir yer gerçekten de.

Marruu ki ne marruu