27 Eylül 2009

Bu seller hep aynı


Üniversite birinci sınıfta T a r ab ya’da bir eve çıkmıştık Figen diye bir arkadaşımla. Ev dedim ya, yanlış anlaşılmasın. Bir apartmanın tek odalı, kapıcı dairesinden dönüştürülmüş, apartman giderleri için kiraya verilen mekanıydı. İç kapı kazan dairesine açılıyordu. Dış kapı ise apartmanın girişinden bağımsızdı; apartman kapısı gibi bir kapıdan girilir, iki üç metrelik bir koridordan sonra balkon kapısı gibi bir iç kapıyla odacığa girilirdi. Çok da ucuza kiralamıştık. Yurttan sıkıldığımızda kaçacak bir yerdi işte. Haftada üç dört gün gidip kalıyorduk. Figen’in dayısı güvenli olsun diye demir dirseklerle üç yerinden çakmıştı kapıyı. Nereden bilecektik...

Bir gece yalnızdım evcikte. “Misoo, misoo,” diye seslenen komşuya uyandım. Sabah saat beşe geliyor. Kazan dairesinin oradan sesleniyor.

“Miso, içeride su var mı?”
Uyku sersemi ne olduğunu da anlamadım. “Yok,” dedim ama hemen ayıldım. “Yok ama ayaklarım cıp cıp ediyor. Halı ıslanmış”.
“Miso, ön tarafa git, oraya dolanıp alıcam seni, dere taştı,” dedi.

O kapıyla balkon kapısı gibi iç kapının arası taş çatlasa on metredir. Oraya gittiğimde gözlerime inanamadım. Dış kapıdan sular kudurmuş gibi içeriye doluyor. Bakakaldım. O sırada komşu üst balkonun demirlerine tutunarak kendini aşağıya bıraktı.

“Miso kapıyı aç.”
Miso salağı kapıyı açtı ama dış kapının anahtarı içeride. Kapıyı açmamla sular içeriye dolmaya başladı. Kapıyı açmamla ranza, kitaplık, her şey odanın diğer kısmına sürükleniverdi.
“Miso kapıyı aç.”
“Anahtar gitti, yok anahtar.”
“Miso, ne diyosun?”

Adamın suratına bakıyorum. Sular belimde. Ve sular nasıl bir hızla yükseliyor anlatamam. Atila abi üst balkonun demirlerine tutunuyor ve ayaklarıyla dış kapıya vurmaya başlıyor. Yapabileceğim hiç bir şey yok, kaçabileceğim hiç bir yer yok. Kapının kenarına tutunmuş bekliyorum kurbanlık gibi. O tip anlarda insana bir deli kuvveti geliyor herhalde. Sular boğazımda artık. Küt diye kırıyor en sonunda kapıyı. Benim dış kapıya doğru gitme ihtimalim sıfır; iç kapıyı bıraksam ben de sürüklenicem. Atila abi gelip beni sırtına alıyor, dış kapıya götürüyor. Gelmemiş olsa sular beni aşmış olacak. İkimiz de üst balkondan eve giriyoruz.

Bütün bu olaylar toplam üç dakika ya sürmüş ya sürmemiştir. Dere taşıp sokaktaki arabaları sürüklemiş. Arabalar devrilince sokağı tıkamış, dere daha da taşmış ve bütün giriş katlarını su basmış. Bir kaç saat içinde sular çekiliyor. Eve girdiğimde suların tavandan yirmi santim aşağısına kadar yükseldiğini görüyorum. Eşyaları dışarıya taşıyoruz. Ve anında nereden geldiği belli olmayan insanlar beliriyor. İnsan o telaşta, o şokta neler olduğunu anlamıyor, o insanların yardıma geldiğini sanıyor. O gün yalnızca kemanımı kurtarabilmiştim, geri kalan her şeyi alıp götürmüşler. Farkında bile değilim. Kafa beş bin olmuş, sürekli tavanın altındaki izi düşünüyorum. Biri elini çamura batırıp bir çizgi çekmiş gibi. Sürekli, Atila benim o gece evde olduğumu hatırlamasaydı olabilecekleri düşünüyorum. Öğlenleyin bir baktım ki bütün kıyafetler, ahşap eşyalar, mutfak eşyaları... ne var ne yok hepsini silip süpürmüş yardımsever halkım.

Ya işte, bu seller hep aynı. Filmin senaryosu da hep aynı. Sel haberlerini dinlerken Ilgaz “anne, bunlar niye yüzmemiş, yüzme bilmiyorlar mı?” diye sordu. Kırık kırık gülümsedim. Başıma gelmeden önce ben de yüzülür, yüzülebilir sanıyordum. Ne mümkün; kavradığın yeri elinin içinde muhafaza edebilmek bile başlıbaşına bir iş. Beyefendinin söylediği gibi dere öcünü alıyor, vurup geçiyor.

Çok kötüydü çok. O olaydan sonra uzun süre kendime gelemedim. Bu yazının bu kadar gecikme sebebi de bu işte. İçim kaldırmadı, yazmak istedim ama yazamadım. O insanlara sabır diliyorum, unutmak diliyorum.

marruu

1 Eylül 2009

Aciyooo


Uzundur ertelediğim şeyi yaptım ve bugün gidip mememdeki ufak şeyi aldırdım. Gerçi patolojiye gönderildi parça, ama öyle bir korku filan yok. İyi bu iyi, filan dedi doktor almadan önce, alırken ve aldıktan sonra. Gayet güven verici bence; patoloji sonucuna bile gerek yok. Kıro miso.

Hamileyken başlamıştı, şimdi Ilgaz 8 yaşını bitirdi. Yuh! Ama ben iyi bir şey olduğunu biliyordum. (Miso=mübarek müneccim)

Gözümün önüne bir perde çekildi ve lokal anesteziyle yapıldı. Ben de doktorların konuştuğu her şeyi dinledim. (Benim bir işim de bu, biliyorsunuz). Doktorlardan biri Amerika’ya gidecekmiş iş görüşmesine. Heyecanlı ama çaktırmamaya çalışıyor. Öbürü daha deneyimli, gideceği yere önceden gitmiş. Her yerde göl olan bir yermiş. Hatta insanların arka bahçelerinde kendi gölleri varmış filan. Ama yerin adını anlayamadım. Hafif şiddetli yusuf yüzünden olabilir. Neyse, daha çömez olana alışveriş merkezleriyle ilgili altın değerinde tavsiyeler verdi.

Lokal anestezi yapılırken acıdı, çünkü oralar zaten çok hassas ve artık biliyorum ki acıma potansiyeli daha yüksek. Ve acıdı. Ben de hafif bağırdım. Meyoovvv filan gibi bir ses çıkardım. Ama işler bitince özür diledim. Sonra çıktım ve bir farkettim ki çamaşırımı kullanamıyorum. Bir memem sargılı, diğeri alabildiğine özgür... Ne yapayım, çıktım. Malum, mevsim dönüyor, alerjiler hafiften hortladı, hapşuruklar arttı. Ben her hapşurukta malum arkadaşlara destek atarak ilerliyorum. Enteresan bir görüntü oldu sonuçta. Komik de geldi; kendimi oralarını buralarını yoklayan adamlara benzettim. Ama muhtemelen ben daha enteresan ve fantazik bir görüntü çizdim. Allahtan hastaydım; sargılar ve pansuman belliydi. (İffetli miso, valla)

Sonuç: İyi çıkacak, biliyorum.

Ve şu anda cidden ağrım var ama geçecek. Bunu da biliyorum.

marruu