17 Şubat 2011

Black Swan


Point’a kalk, dön, dön, dön...

Bas-dön, bas-dön, bas-dön. Hep aynı noktaya bak. Daha sert bas... Kilitlen, kilitlen...

Dön, dön... ve dönüş... ve değiş artık! Siyah kuğu ol, kadın ol, çıkar tırnaklarını, istediğini bul, uzan al, bir kanadının altına sok, kapat üzerini iyice, çek kendine, yasla bedenine, ısıt, sar, sarhoş et...

Diğer kanadını aç alabildiğine, vur gelene gidene, püskürt, savaş, yok et!

Ne oldu Nina? Neden olamıyor? Neden bu kadar beyazsın? Saf, temiz... Niçin hep mahçup mahçup yerlere bakarsın? Adamın evine gitmişsin, bir kaplan gibi etrafında dönüp kokunu içine çekip seni dönüştürmesine saniyeler varken, sen o beyaz, kar beyaz elbisenin içinde, dokunanı günahtan sonsuza kadar cehennem ateşine atacak kadar masum otururken...

Erkek arkadaşın var mı? Şu anda yok, ama oldu. Ama ne oldu? Sinemaya mı gittiniz? Patlamış mısır mı yediniz? Yok Nina yok, hiç olmamış. Bunlar yetmez. Rüzgarda oturdunuz mu? Bir metre öteden bedeninin kokusu gelip burun kanatlarını acıtacak kadar genişletti mi? O kokuyu hiç bir hücresini ziyan etmemek için bir yandan olabildiğince içine çekerken, bir yandan da bitmemesi için içinden yalvar yakar oldun mu? Gözgöze bakarken az sonra olacakları düşünüp ağzın dudak kenarlarını acıtacak, kanatacak kadar kurudu mu?

Gördün mü? Olmamış işte hiç Sen kendi kendine neyi kurgulayacaksın? Böyle bir ihtirası kendi başına nasıl yaşayacaksın? Başına gelmeli, ihtirastan nefesin kesilmeli ki o beyaz kuğuyu sadece bakmaya mecbur olduğun sakat bir kuş gibi içinde yaşatabilesin. Başına gelmeli ki, avını gördüğün anda gözlerinin karası karanlıkta kalmış kedi gözü gibi büyüyüp istediğini hedefleyip alana kadar iç müziğin, vücut dilin, her şeyin dönüşmeli.

Bu bir şarkı; bunu içinden söyleyemezsin. İçinden söyleyebildiğin sürece apaksın; söyleyemediğin, içinden taştığı anda kadın olacaksın. Sonra da içindeki siyah ve beyaz kuğuyu birbirine kırdırmadan, yarı dövüş-yarı barış, yarı yalan-yarı şeffaf, yarı hesap kitap-yarı kaçak yuvarlanıp duracaksın. Zaman zaman beyaz kuğunun güvenli kollarına sığınacak, çoğu zaman da siyahın şıkırtısında kadınlığını bulup kaybolacaksın.

Bas-dön, bas-dön...

Kus içindeki yalancı saflığı..

Çırp kanatlarını, uzan, çek, al...


9 Şubat 2011

Caz...

Caz...

Çarşamba gecesi müdürüm dedi ki, miso, dedi, Cuma gecesi bizim şirketin sponsor olduğu bir etkinlik var, gidelim mi? Davetiye kapayım mı? (Müdürüm hiç öyle der mi? Ben böyle aktarıyorum durumu) Ne etkinliği müdürüm? dedim. Ankara caz festivalinin açılış konseri, dedi. Hava kuvvetleri komutanlığı bandosu çalıyormuş. (Tamam, peki, biraz hafife alır bir tarz bu, bando mızıka gibi, ama cidden hafife almıyorum, süper çaldılar.) Aa iyi, dedim. Başka? Başka bir de Fatih Erkoç söyleyecekmiş, dedi. Aa iyi, dedim. (Ben sürekli şaşırıp, sonra da aa iyi çekiyorum farkettiyseniz. Durum tamamen bilgisizliğimden kaynaklanıyor. A iyi dersem durumu kurtarabilirim belki...)

Cuma gecesi gittik. Bir sürü harikulade insan seyirci olaraktan gelmiş. Özellikle de müdürümün iş yerinde çalışan bir demek geyik. (Bir kısmı cidden iyi, bir kısmı direk dalağa çalışıp şişiriyor.) Önce bando çaldı, ama süper çaldı. Biraz tabi “rahatt, hazzroll, çall” havası var, ama olsun. (aa iyiJ) Bu arada arka sırada üç kız. Vır vır vır. Ya arkadaşım ne konuşursun, ağzını bağladılar da içeride mi açtılar? Dönüp baktım ama bana bakan yok. Sonra bir alkış esnasında saçlarımı savuraraktan döndüm ve “pardon, bakar mısınız?” dedim. Yanlarında oturan adam bezmiş olmalı ki kızlardan birini dürtüp, “size diyo,” dedi. “Artık susar mısınız?” dedim. Suratım taş gibi, biraz uzun baksa kız da taş kesecek. Kız hemen, “tamam,” dedi. O da benim uyarımı bekliyormuş sanırım. Sonra çıt çıkmadı. Zaten konuşsalardı dönüp ağzına vuracaktım. (Sınıfta öyle yapıyorum) Ya da ağzındaki sakızı fönlü saçlarına da yapıştırabilirdim. Nası fikir?

Sonra sarışın bir bayan sahneye çıktı. İki şarkı söyledi. Nefis şarkılar, nefis bir ses... Ve fekat ruh? Yoktu kendisi. Kaçmış ruh. Sivil memure bilmem kim. Peki miso hanım, sen oraya çıksan nasıl söylersin? Ben çıkar mıyım kardeşim oraya? Çıkarsam herkes perperişan olma mı? Ya da şöyle bir kurgu yapalım: Bende o ses olsa sivil memure miso olur muyum? Çekerim siyah elbiseleri, kadife eldivenleri, söylerim süper bir yerlerde. Al Capone filan gibi bir herifin de sevgilisi olurum. Saçlarım sapsarı, bukle bukle filan...

Sivil memureden sonra Fatih Erkoç sahneye geldi. Muhteşem klasik caz şarkıları söyledi. All of me, Nearness of you, Blueberry Hill vs. Ama o nasıl bir sahne enerjisidir. Ve ne muhteşem bir sestir. Kadife sesli sanatçımız... (ifade Sezen Cumhur’dan arak) Adam tüm sahneye hakim, bir seyirciye sataşıyor, bir orkestraya. Çalmadığı enstrüman yok. Yan flüt, saksafon, ve adını bilmediğim ya da bildiğim ama aletle eşleştiremediğim bir sürü üflemeli çalgı. Sonra aldı gitarını eline, deneysel bir şey yapacağım dedi. Başladı mı Dönülmez Akşamın Ufkundayım’a... Tüm salon ımm hımm diye eşlik ediyor. (Ben her zamanki gibi gözyaşlarımla) Sonra klavyenin başına geçip başka bir şey çaldı. Ben böyle konser görmedim. Her şeyi çaldı, her tür şarkıyı söyledi, 6 kere bis yaptı...

Eve geldik, dedim ki müdürüm, ben bu Fatih Erkoç hakkında yazacağım. Yaz miso hanım, dedi. Yazacağım ama böyle iki yazıdır yok SSÖ, yok FE, elin adamlarına güzellemeler düzüyorum, olur mu öyle, dedim. Müdürüm müstehzi bir şekilde güldü. (Olur anlamına getirdim ben, bilmem farkettiniz mi? eheh)

Öyle yani, güzeldi gece...

marruu

31 Ocak 2011

Anma ve Sırrı Süreyya


15 Ocak Cumartesi saat birde. Pazartesi ödev teslimi ve final var ama nasıl gitmek istiyorum Siyasal’a. H ra nt Dink’i anma toplantısı var. A.K. ve Duygu da dedi, koş gel miso, fırsat bu fırsat. Duygu İstanbul’lu, ama oradaki toplantı hafta içi olacağı için gidemeyecekmiş. Bir de tabi toplantıda kim var? Sırrı Süreyya Önder. Ya ne muhteşem olmaz mı gidersem? Belki görebilirim, bir merhaba diyebilirim...

SBF’nin kapısına doğru ilerliyorum. Turnike koymuşlar; vapura bineceğiz galiba. Kapıda bir özel güvenlikçi. Güler yüzlüsünden. Salonun yerini soruyorum, tarif ediyor. O sırada bir başkası bitiyor yanımızda. Anmaya mı geldiniz? Yok, sana geldim. (İçimden böyle geçiyor ama söylemiyorum.) Camgöz... Nasıl suratsız. Sanki siz dediği için kibar oldu, insan oldu. Evet, diyorum. İsminizi alıcaz, diyor ve kulübeye yöneliyor. Ben yerimden kıpırdamıyorum. Neden, diyorum. Öyle, diyor. (Öyle ne be? Neyi açıkladın sen şimdi?) İsmimi ne yapacaksınız, diyorum. Güvenlik için naazım, diyor. (Yüzüme al basmaya başlamış. Sinir fıkır fıkır ediyor ağzımda-karnımda-parmak uçlarımda.) Kimin güvenliği, diyorum. Öyle, diyor yine. (Gündelik iletişim için yeterli sözcük sayısı 15). Ben ismimi vermek istemiyorum, diyorum. Ama biz almak istiyoruz, diyor. (Siz kimsiniz yahu!) Ama ben vermiycem, diyorum, arkamı dönüp binaya doğru yürümeye başlıyorum. Arkamdan gelebilir, bağırabilir, tartaklayabilir... Bilemiyorsun ki. Umurumda değil. Zaten sinirden titremeye başlamışım, gidip su-çay filan içmek istiyorum. Binanın merdivenlerinin yarısına geldiğimde aşağıya bir baksam ki...

Sevgili Sırrı Süreyya aşağıda. Yanında birisiyle yürüyor. Duruyorum. Gülümseyerek. Piyango gibi. Kapı etkisi yok oluyor. Aşağıya iniyorum, (koşma miso, koşmadan git, sakin sakin) gidip merhaba diyorum. Konuşuyoruz öyle. Kendimi tanıtıyorum, misoyum ben diyorum, ama böyle demiyorum tabi, daha önce konuştuğumuzu filan anlatıyorum. Hani ben Beynelmilel hakkında bir yazı yazmıştım, siz de bana geri dönmüştünüz... Ya aslında o sırada ne konuştuk, ben ne dedim, hiç bir şey net değil şimdi. Beylelmilmel filan demiş olabilirim. 15 yaşında çocuk gibi heyecanlanıyorum. Yüz kere anlattım bunu ama şu anda detayları hiç hatırlamıyorum. Neyse, öyle işte.

Nasıl biri bu Sırrı Süreyya? İnsan inanamıyor. Yani bu kadar sıcak olunur mu? Bu kadar insan? Hiç tanımadığı bir insana bu kadar yakın davranabilmek nasıl mümkün? Öyle çiğ çiğ olmadan, insanın gözüne gözüne “ben ünlüyüm ben” diye sokmadan... Ayaklarım yerden kesilmiş içeri giriyorum. A.K. ve Duygu’ya anlatıyorum. Ya oturabilsek keşke, sohbet edebilsek... Biz onunla rakı sofrasında oturup sohbet etmeyi düşledik hep, diyor Duygu. Evet ya, evet, diyorum, ne güzel olmaz mı? Öyle yavaş yavaş, yiye içe, güzel güzel konuşa konuşa... Anma toplantısı da güzel oluyor, samimi, ama benim aklım dağılmış bir kere. Çocuk gibiyim işte böyle...

Sonra dün, A.K. diyor ki, “bu Baran var ya bizim Baran?”

“Evet var”. (Ya o da ne muhteşem bir kız, içten patlamalı, ya da nükleer enerjiyle çalışan, fır dönen, düşündüğüyle dediği bir..)

“Sırrı S. Önder’e mail atmış.”

“Evet?”

“O da ona mail atmış, sonra oturup bir yerde kahve içmişler.”

“A.K. ne diyorsun sen?” A.K. ballandıra ballandıra anlatıyor. “Ne kadar kıskandırdı beni,” diyor. Üstelik Sırrı Beyden izin almış Baran, ben bunu şimdi anlatırım abarta kabarta, demiş. O da gülmüş, izin vermiş J

Eh be Baran, ben şimdi ilk karşılaşmada sana her bir detayı noktasına virgülüne anlattırmam mı? Sonra da, bu kadar kıskandırılır mı bir insan evladı diye senin etlerini bükübüküvermem mi? Ah be Baran, aferin sana can Baran, ne güzel etmişsin sen öyle. Çok uzun zamandır hiç bir şeye imrenmedim ben bu kadar...

Kısmet,

Bir bakarsın bize de konar J

marruu


18 Kasım 2010

Ev benimdi...

İlk gün sabah derse gittim. Sonra babamı dışarı çıkardım. Gece de sınavı hazırlayıp bitirdim. Bir bölüm dışında yani; umduğumdan uzun sürdü çünkü. Ama olsun. Sakindim. Ev sessizdi, ev benimdi, ve kedinin.

İkinci gün derslerden birinin notunu yüzde otuz etkileyecek ödevi yazmaya başladım. Asistan 10 makale okusan yeter demişti, ama yetmiyor işte. Bilmiyorum ki, yirmiye ulaştım galiba. Bu gidişle de yaz yaz bitmeyecek. Ama olsun. Başka bir şey yapmam gerekmiyor evde. Yalnızım. Arada bir şeyler yemek için kalkıyorum. Sonra tekrar işin başındayım.

Üçüncü gün ‘Marxist feministler ne demiş, kimleri nasıl eleştirmiş, nelere ne çözümler getirmiş, diğerleri onlara ne demiş, kimileri de artık terbiyesizce eleştirmiş’leri öğrendim. Üzerine de ne anladığımı gösteren bir rapor yazdım. Böyle bitti gün, zira yüz yirmi sayfaydı makaleler toplamda, yerimden son kez kalktığımda başım döndü, midem bulandı. Ama olsun, kediye baktım, o bana baktı, hafifçe yerinden doğruldu. Gel dedim, geldi. Gidip yattık.

Bugün sınavın kalanını bitirip yolladım. Ödevin çıtır olmuş bir iki yeri vardı, onları çözdüm, sevindim. Geri kalanını nasıl yapacağımı düşündüm, bir çözüm bulduğuma inandım. Rahatladım. Ev hala benim. Çok çok sakinim. Bir tür delilik hali gibi.

O kadar mutlu bir bayramdı ki bu... O kadar sakin, sessiz ve huzurlu. Hava kararmaya başlayınca tepe lambalarına hiç yüz vermeden hep abajurları yakarak... Her daim kokulu mumlar eşliğinde... Kimi zaman müzik bile açmadan, yalnızca evin sesini dinleyerek... Önümdeki kağıtlardan birini kaldırıp diğerini okuyarak... Arada bir gidip kedinin kulağını gıdısını öpüp okşayarak... Kendimi, sakinliğimi düşünüp, yapmak istediğim şeyi yaptığım için duyduğum sevinci tadarak...

Arafta kaldım.

Kalbim çok parça...

marruu

31 Ekim 2010

Napiyosun Miso?


Napiyorum ben? Hafta boyunca derslere giriyorum. Örtmenim ya işte. Sınıf süper allahtan. Nasıl pozitif bir elektrik. Bir iki artist tripli var ama iyi niyetli çocuklar. Çook büyük derdim havası oluyor arada, ama nedir, çok bilemiyorum. Zaten tenefüste de kakır kıkır ederken gördüm bir kaç kere; demek derin bir dert yok; pozlar da çok uzun sürmüyor zaten.

Başka napiyorum? Mastır yapıyorum ya a dostlar... İki ders aldım ala ala, ama her hafta eşek yükü okuma. Yahu, dedim kendi kendime, profesyonel öğrencilik ne muhteşem bir şeymiş. Kıstır kitabını kirpini koltuk altına, koş okula, arada bir mızıklan yok ödev, yok yükümüz ağır filan diye, missss. Miso ne hallerde? Akşam oğlanı alıp eve dönünce efendim yemek, oğlum ödevin, aferin getir imzalayayım (yoksa eksi alıyor garibağn), hadi çocuum kaka, kıçını da yıka, dişini de fırçala... Beyfendi 9:30’da ışığını söndürünce ben de alıyorum okumaları mutfağıma çekiliyorum. 10:30 itibariylen bir gözüm kapanıyor yorgunluktan. Yılma! Başar! 11:30 maksimum. Haydi yallah. Becerdik şimdiye kadar, hadi maşallah.

Geçen gece (2 hafta kadar oluyor) müdürüme dedim ki, sunumum vardı, diğer hocanın makaleleri okuyamadım, sofrayı toplayıvirsen? Bir de çamaşırı asıvirsen... Ama nasıl kediyim, azıcık da eziğim. (En uyuz olduğum miso halleri) Ha, senin bu mastır da... türü bir şey dedi. Aşkolsun, diye fışkırttım ben de. Gözlerimi belerttim biraz. Ama başka da bir şey demedim, çıktım yukarı, o da yaptı işleri güçleri. Sonra anladı sanırım böyle demenin hafif eşeklik olduğunu, şimdi ediyor yardım filan. Hatta kimi zaman yardımı da geçiyor; resmen ben rica etmeden yapıyor, helelooy. Hayır ben karşısına geçsem, elimi de belime koysam, kardeşim geçen hafta 5 gün tekne gezisine giden ben miydim? Desem mesela, şöyle aldığı iki keyfi boğazına boğazına dayasam? Olmaz işte yapamam ben öyle. Neyse, o da biliyor öyle demeyeceğimi, ama böyle içimden geçireceğimi de biliyor galiba, hallediverdi işleri sağolsun. Ağzımdan çıkanı durduruyorum ama içimdekine çok gem vurulmuyor. Baygın gözlerime mi vuruyor ne...

Bu arada okuyorum, okuyorum, üzülüyorum okuduklarıma. Yapıcak bir şey yok, tarih boyunca ezilmiş kadın. Hiç bir ekonomik yönetim biçimi, din, ilim-bilim işe yaramamış. Öyle ezemezsek böyle ezeriz olmuş. Öyle yani; üzülüyor insan. İnsan miso... Durun yahu, belki ben bir çözüm bulurum. Ha, tabi...

Durum budur yani

marruu


17 Eylül 2010

Perişan…


“Çıkıp yücesine seyran ederken
Gördüm ak kuğulu göller perişan
Bir firkat geldi de durdu ağladım
Öpüp kokladığım güller perişan…”

Çok zaman geçti üzerinden; yirmi yıl. Ben İstanbul’da bir yalnız. O Eskişehir’de bir yalnız. Peki, tamam, bir sevgilisi var, ve fakat zaman zaman ne kadar da hoyrat, ne kadar da can yakıyor. İktidarcı bir erkek. İktidar mı? Farkında bile değiliz, iktidarın tanımı bile yok. Olan biten, arkadaşıma olan davranışları, bana olan davranışları o kadar normal ki bize göre. Entelektüel; ya da bize öyle geliyor-o zamanlar bu kelimenin anlamı/hacmi iki küçük kız için ne olabilir ki-işte bu yüzden ikimiz de ölesiye onaylıyoruz onu. Arkadaşım karşılıyor beni o buz gibi toz içindeki şehirde; beni sevgilisinin evine götürüyor, orada kalıyoruz. Başka kalacak yerim yok zaten. Bak sana ne çalıcam, diyor sevgilisi. Plağı pikaba koyuyor: Hümeyra; Perişan. Ama o plak dönüyor, benim içim dönüyor, ruhum dönüyor. Bu nasıl bir şarkıdır, yalnızlığımı, içimdeki sonsuz boşluğu bu kadar net ifade eden nasıl bir sestir-sözdür-hümeyra’dır bu? Kaan, diyorum, bu nedir, kimdir bu? Ağlamaya başlıyorum. Şaşırıyor. Şarhoşlar gibi ağlıyorum Perişan’a. Bir yandan şarkıyı duyuyorum, bir yandan plağın hırş hırş sesini. Hümeyra her yerimi sarıyor, bir yandan vuruyor, bir yandan öpüp kokluyor gibi. Hümeyrağ diye fısıldıyor. Sonra tabi içiyoruz, çok çok içiyoruz. Yalnızlığımızı, çıkışsızlığımızı, mutsuzluklarımızı konuşuyoruz. Hiç güzel bir şey yok, hep bunları konuşuyoruz, hep Perişan ezgili-sözlü duygular. Sonra zamanı geliyor, ben dönüyorum İstanbul’a, onlar orada kalıyor. Şanslı addediyorum arkadaşımı-kendimi de yapayalnız ve perişan; oysa o da başka perişan. Üstelik farkında bile değil, ve tabi ben de farkında bile değilim. Sonra, bir zaman sonra, bir sürü emekten sonra farkına varıyor, ve beraberce varıyoruz. Öyküyü farklı bir noktadan okuyup çaresizce birbirimize bakakalıyoruz.

Böyle işte. Bugün Hümeyra’nın “Benim Şarkılarım”ını aldım. Afacan Beşler bilmemnerede serisinin beşinci cildini almak için girdiğim kitapçıda gözüme çarptı albüm. Bir ümit, acaba albümde “Perişan” da var mıdır diye elimi uzatıp, bir buruk sevinçle alıverdim albümü. Yirmi yıl öncesinin hala sızım sızım sızlatan şarkısına kavuştum bugün.

Çok hüzünlüyüm o yüzden
Çok yalnızım
Perişan’ım…

marruu

31 Ağustos 2010

Ağustos da bitti …


Muhteşem tatillerimizden döndük ay ortasında. Önce Antalya’ya gittik; Adrasan’a. Ama özellikle en sıcak zamanında gittik ki eziyet olsun, çıldıralım ailecek. Çıldırdık netekim. Tabi bütün gün sahilde bikini-mayo oturup bira iç, su iç, yine bira iç; ve bittabii koş tuvalete. Ama sahilde gebeş durumlarında olduğumuz için gece dışında sıcak çok da sıkıntı yaratmadı. Ve fekat, sevinme miso, daha sırada Kumla var. Ya var ya, hiç bu kadar kötü bir Kumla durumu olmamıştı. Sıcak bir yana, gittiğimizin ertesi günü Ilgaz kusa zıça perperişan. Cuma günü de aynı durumda Miso… Zaten denize filan girilmiyor, hava pıf demiyor. Çok şükür, bu seneki mecburi hizmet de bitti dedik mutlu sona ulaştığımızda.

Ankara’ya döndüğümüz gün telefon. Efendim bizim kızımız Bilkent’i kazandı, hazırlık sınavını atlamak için yardım rica ediyoruz. Telefonunuzu şundan aldık. (Şu da bu sene mezun olmuş, ne güzel ne güzel). Yaşasın, tabi tabi olur. (Ders olunca Ağustos 31 gün, olmayınca 51; bildiğiniz gibi değil, sonlara doğru sıkıntıdan kudurup gördüğüm öğrenciye saldırıyorum. Eh duygusal anlamda da hiç fena değil, heheh) Sonuçta başladık derse.

Komşumuzun torunu da geçen sene kazanmıştı Bilkent’i. Bir dönem hazırlık okudu, sonra ikinci dönem dondurup Los Angeles’da yaz okuluna gitti paşam. Tabi tabi, İngilizce’ye fayda sağlayacak. Bu arada bu komşumuza ben deli divane olurum; ki Miso’ya komşu dendi mi pıhh cırr diye kaçıkaçıverir. Bu komşumuza Burcu da ben de Nermin anne deriz, filan yani. Efendim paşam padişahım da benim bu öğrenci gibi bu eylülde sınava girecek. Özel öğrencimle derse başladığımızda Nermin anneye dedim ki sizin oğlan da gelsin, materyalim de hazır, hemen ilim irfan fışkırtayım. Bir hafta geçti, kaldı bir hafta, oğlan yok. Ya Nermin anne, niye gelmiyor bu sıpa, bak bir hafta kaldı. Kızım kendine çok güveniyor o, dedi, gözleri de yerde. İyi dedim ben de, madem öyle peki bakalım.

Sınav yarın ve öbür gün. Tip bugün teşrif etti. Ama o ne hava yarabbim; bende o özgüvenin, o karizmanın yarısı yok. Başladım anlatmaya: Şu bölümde şöyle sorular var biliyorsun, taktik bu. Bu arada tipin yüzüne bakıyorum, soru tipinden pek haberi var gibi görünmüyor. Bu bölümde de soru tipi şu, bak şuna buna dikkat et. Aman bir şaşkınlık, anaflaktik şoka girecek. Alt dudak büzüldü; “Amerika’da böyle değildi sınav,” demez mi? Canım benim, günaydın, sınava Amerika’da mı gireceksin? Demedim tabi, ama nasıl bir ağzına ağzına vurma isteği… Seni sığır, senin anan baban ev alacakları parayı sana beş paralık fayda sağlamayacak eğitimine ayırıyorlar da, sen sınavda çıkacak soru tipini öğrenmeye bile zahmet etmiyorsun diye bağırma hissi…

Yapacak bir şey yok. Geçer kalır bilemem, benim derdim Nermin teyzenin üzüntüsü. Kadın hem üzülüyor, hem öfkeleniyor, hem de utanıyor. Yazık yahu, kimsin sen be!

pıhhh