28 Temmuz 2007

İki Episodluk bir kazlık


EPISODE 1

Miso hanım, hesap kitap var mı?
Var.
Ne kadar?
Ee var biraz. Öğrenci sınavlarını filan hesap edebiliyoruz çok şükür.
Hmm, iyi bari.
Yani aslında en korktuğum şey. Bazen de mahvederim itina ile. Ruhum da duymaz. Öğrenciye sınavları dağıtırken midem şöyle hafiften burulur. Çocuklar, aman toplayın, hesap edin bir güzel. Bir şey atlamış olmayalım derim her seferinde.
Hmm. Peki bir dolabın derinliği kaç santimdir?
Eee, bilmem.
Yani bir şey asılabilmesi için kaç santim derinlikte olursa bir askı iki tarafı eşit bir şekilde o dolaba sığar?
Ayy, tren problemi gibi oldu. Şu hızda gidiyor, tünele giriyor, kaç km kaldı bilmem ne.
Otuz beş santimetre derinliğindeki bir dolaba giren askıda asılı olan şeyin omuz genişliği en fazla kaç santim olabilir?
Bu da beşi beş kuruştan beş yumurta sorusuna benzedi. Ama o şakaydı, değil mi? Karşıdakini kandırmak ve GÜLMEK için sorulan bir soru.
Eh be miso, bu dolaba hangimizin paltosunu asabileceğiz? Oğlunun omuz genişliği bile ancak denk gelmez mi 35 cm derinliğe?

Bu dialoğun bir kelimesi bile konuşulmadı. Bu dialog benim içimdeki dialog. Yeni eve bir şeyler almak için öğlen birden akşam 10.30’a kadar IKEA’daydık. İkea dışarıdan göründüğü kadar ideal bir alışveriş yeri değil. Dolap varsa askı borusu olmayabiliyor, çekmece olsa bile raf olmayabiliyor filan. Parçaları birleştirme özgürlüğünün bir bedeli bu sanırım.

Neyse, portmanto için ne beğendiysek eksik çıktı. En son alternatif için üst kata çıktım, ölçüleri aldım, aşağıya indim. “200x35x100” Korcan bak, böyle böyle, alayım mı? Al ya, oldu cidden. Hesap kitaptan anlamamak değil bu, düpedüz gerzek bir korkaklık. Aptal miso, üç saniye düşünsen o dolaba hiçbir şey sığmayacağını bilirsin, anlarsın. O zavallı Korcan sayı düşünecek halde mi? Her yerinden ter damlamış, yorgunluktan, kutuları arabaya yüklemekten perişan…

Bizim portmantonun derinliği 35 cm olacak. Bütün günün emeği, yorgunluğu boşa gitmiş oldu. Adamcağız en sonunda, “olsun, arka suntasını çakmayız, biraz da öne kurarız,” dedi. Ne yapsın?

Birileri bana biraz matematik öğretebilir mi? Aslında daha da önemlisi bu tip işlerde karar vermeden önce deli tavuk gibi koşturmamayı öğretebilir mi? Üç saniye düşünmeyi?

Aptalım diyorum, hala zekisin diyenler çıkıyor. Var böyleleri, biliyorum.

Yazıyı baştan okusunlar lütfen!!

EPISODE 2
Kargo ücretini yanlış hesaplamışlar. Düzeltmek için tekrar gitmemiz gerekti. O dolabı da değiştirdik. Ama orada konuştuğumuz herkese önce kendi kazlığımı anlattım. Ohh, anlattıkça da rahatladım. Şimdi mutluyum.

hehehehehe

marruuuu

14 Temmuz 2007

Tatilci miso


Yarın yola çıkacak gibi hissetmiyorum kendimi hiç. Daha bir çöp bile hazırlamamış olmamdan kaynaklanıyor olabilir mi acaba? Yaptığım tek şey bu sene daha ufak bir valizle gitmeye niyetlenmek. Dediğim gibi, bu da henüz uygulanmış bir şey değil; hala karar aşamasında.

Bir çok temenni var tabi. Birincisi hasta olmadan, bir yerimizi yaralamadan gidip dönmek sağ salim. İkincisi, bu tatili Kıbrıs’ın işaret parmağım büyüklüğündeki uçan hamamböcekleriyle veya “böv” denilen (böğ de olabilir, bilimsel bir veri yok) tüylü, zehirli ve neredeyse elim büyüklüğündeki (valla) örümcekleriyle muhattap olmadan kapatmak. Geçen sene çok sevimsiz iki tecrübe yaşamıştık Ilgazımla. Hatırlamak dahi istemiyorum. Üçüncüsü de soğuk rüzgarlar esmeden, dönerken canımın içini orada huzur içerisinde bırakarak dönmek istiyorum. En çok, en çok da bu üçüncüyü istiyorum.

Kıbrıs teknoloji bakımından biraz KIT desem ayıp etmiş olmam herhalde. Hani internet filan biraz rüya gibi. Kendimi bilgisayar bağımlısı çocuklar gibi hissediyorum. Müptelası olduğum blogları okuyamamak ciddi bir eksiklik benim için. Ya da cidden çok önem verdiğim mailimi kontrol edememek. Belki bir yolunu bulurum, bilmiyorum. Ümidimiz Burcu’da.

Tatil tatil diye inleyen bir tip olmadım hiç bir zaman. Üçüncü gün evimi özlerim, Fıstık hiç aklımdan çıkmaz, çiçeklerimi merak ederim filan. Havlularımı bile düşünürüm. Son iki gün çabuk geçsin isterim. Bu sefer daha da mesafeliyim. Belki son dönemde çok yoğun çalıştığım içindir, bilmiyorum. Yaz okulu ve özel ders temposu biraz şişirdi sanırım.

Tabi bu sene benim çocukların yaz okuluna kalması bana ilaç gibi geldi. Stada doyum olmuyor geceleri. Okul bomboş oluyor. Dev bir malikanenin tadını çıkartan üç beş kişi gibi hissediyor insan kendini. Ben orada yalnız oturmayı, çantamı yastık yapıp sırt üstü yatarak kafamdaki tilkileri kovalamayı da çok seviyorum. Çocuklarla laflamanın tadına da doyum olmuyor. Aaa diyorum dudak bükerek, bak saat 11:30 olmuş bile.

Neyse, uzadıkça uzadı. Oralardan bir şeyler karalayamazsam eğer, iki hafta yokum. Herkes kendine iyi baksın.

Sevgiler
marruu

11 Temmuz 2007

Dışarı bakıyorum

Eski pabuçlarımı çıkartıyorum ayakkabılıktan. Bir kutuya koymuşum; ne zamandır ellemiyorum, bilmiyorum. Yenilerini giyesim yok hiç. Gidip duş alıyorum, ama sonra evden çıkamıyorum. Kuaföre gidesim de yok. Düğüne gidilecek oysa ki. Herkesin kafa tas gibi olur şimdi, hiç bir tel serbest kalmamacasına kazık keser o saçlar, omuzlarla birlikte uygun adım dönerler sağa sola. Yok gidesim işte oraya da. Kuaföre gitmiyorum, kendim bir şeyler uydurlayıveriyorum.

Ilgaz’ı annemlere bırakıyoruz. Arabaya biniyoruz. Artık hep sağa baktığımı farkediyorum. Camdan dışarıya, ileriye. Ama öne değil, yana, çapraza. Bir yere giderken uzundur böyle yaptığımı farkediyorum. Pek konuşmuyoruz. Her zamanki gibi. Artık konuşma beklentim yok zaten. Kabullendim çoktan. Birini değiştirmeye çalışmak beyhude. Bir de haksız bir çaba bir yerde, bencilce hem.

Düğünde erkek tarafıyız. Kuzenimin kayınbiraderi evleniyor. Gelin hanım Trabzonlu. Önce karışık dans ediliyor. Sonra oğlan tarafı halay çekiyor, ama ne güzel halay. Halay başı gencecik bir kız, peşi sıra elli kişiyi sürüklüyor. Sonra anons yapılıyor, “kız tarafı horon tepecek,” deniliyor. Sahneye çıkıyorlar. Ne kadar sert bir oyun bu yarabbim. Eller havada, eller yerde, sağa dön, sola dön, vur ayakları öne git... Bu gece zaten hafif hafif çırpınıyor içim, bu sertlik beni baştan aşağıya sarsıyor. Neredeyse ürküyorum. Sonra kadınlar geri çekiliyor, ortada erkekler kalıyor. Kolbastı oynayacaklarmış, öyle deniyor. Halka oluşturuyorlar. İki kişi ortada kalmış, elleri ayakları bambaşka ritmlerle oynayarak dans ediyorlar. Birbirlerine yaklaşıp aniden uzaklaşıyorlar. Sonra birdenbire birbirlerine omuz atıyorlar ve silah sıkar gibi yapıyorlar. Ve o bacakları hiç durmuyor. Ve elleri. Halkayı oluşturanlar gözlerini ayırmadan ikiliyi izliyor. Ve ritim tutuyorlar el çırparak. Kısa kalın parmaklı, geniş ayalı elleriyle. O ikili gruptan çıkıyor, bir başka ikili giriyor içeriye. Yine aynı oyun. Bir tür ayin gibi bakıyorum gruba. Bir yandan derin bir merak ve hazla seyrederken, diğer taraftan içimdeki korku sabit bir şekilde, usul usul dalgalanıyor.

On buçuğu geçerken ayrılıyoruz. Bu pabuçları bir daha giymemeye karar veriyorum, ayaklarım garip bir şekilde acımış. Eve kadar hep sağa doğru, dışarıya bakıyorum. Arada camı açıp biraz nefeslendikten sonra kapatıyorum camı. Yüzüme vuran rüzgar bile huzursuz ediyor bu gece. Bu gece bir yerlerde yalnız oturmak iyi gelecekmiş aslında, onu farkediyorum.

En iyisi gidip uyumak olacak sanırım.

Hiç konuşmadan.