22 Ağustos 2008

Boynum ve belim ve saire


Boynum hep yumuşak karnım olmuştur. En hassasım. Hemen tutulur, hemen migrenime kapılar açar. Son zamanlarda sıcaklık ve terleme durumları abarttığı için yanımda (kah boynumda kah çantamda) tülbent gezdiriyorum. Nenelere döndüm diye de kendimle dalga geçiyorum ama o ensedeki ve omuzdaki ter en ufak bir rüzgar yediği anda en az iki gün eziyetini çekiyorum. Adale ağrısı bir yanda, migren diğer.

Hep aslında “yaa bir gitsem de göstersem” diye düşünmüşümdür. Bir yanım hep dürter. Korkak yanım. İhmal ettiğm anda babam gibi olacağımdan ürken yanım. Diğer yanım da “amaaan, önemli bir şey olsa zaten duramazsın, du bakali, adale ağrısıdır, çözülür,” der. Diğerinin dürten elini büker, geri iter. Gerçekten de o ağrı iki gün sonra geçer. Rahat yanım diğer korkağa hareket çeker.

Bir hafta önce annemlerde oturuyorum.Giriş kapılarının iç tarafında kocaman bir boy aynası var. Benim bacaklarım aşağıya sarkmış durumda, serbest vaziyette. Önce göz yanılması sandım; iyice bakınca sağ bacağımın sol taraftan daha ince olduğunu gördüm. Dur yahu, yanlış mı görüyorum, annee ya bir bacaklarıma baksana... Aaa, sol taraf daha kalın, ödemin var herhalde. Babam hemen lafın içinde; eee kızım kolay mı, kırka merdiven dayadın, yaşlanıyorsun, bu yaştan sonra kızamık olunmuyor, heheh. Amma keyiflendin be babam, aaa, seni de geçen sene yaş haddinden karga tulumba emekli etmişlerdi di mi? Hani yaşlanmaktan bahsederken, buyur bir heheh de benden. Çok şeker bir ulan eşolueşek de babamdan.

Şeklinde konu kapandı... sanmayınız lütfen. Benim içimi sardı mı bir korku. Babam felç olduğunda Hacettepe nörolojiye böyle bir hasta gelmişti. Bir serviste 6 ay yatınca hastaları da, teşhislerini de, semptomlarını da, yakınlarını da acayip yakından tanıyor insan. Birbirine tutunur oluyor, neredeyse öyle güç buluyor. Neyse, gelen genç bir oğlan, bir bacağın inceldiğini farkediyor annesi, nörolojiye sevk ediliyor. Başka hiç bir şikayet yok, belirti yok. Bir kaç tetkik sonrası teşhis konuluyor: MS.

İçimdeki rahat yanımın ağzının tam ortasına çarpıp susturduktan sonra bir arkadaşımın referansıyla boynum için hemen randevu ve sevk aldım dün. Asıl niyet bacaklar tabi. Bugün sabahki muayene ve çekilen filmlerden sonra boynumda ve belimde bilmem kaçıncı omurlarda fıtık, sol tarafta siyatik, belimde sağ tarafta da bir kırığım olduğu ortaya çıktı. SÜRPRÜÜÜZZ. Şimdi de MR çektirmek için bekliyorum. Kesin tanı olsun, emin olalım, rotamızı belirleyelim dedi doktor hanım.

Neyse, MS durumlarından yırttığımız için bir sadaka verip, önümüzdeki aylarda gitmek zorunda kalacağım fizik tedaviler için sunturlu bir küfür edip yola devam diyoruz.

Bir de tabi ÇOK ŞÜKÜR çekiyoruz.

marruu

21 Ağustos 2008

Ev ve yalnızlık ve özgürlük...


Ilgazcım iki haftalığına babannelerin yanına gitti geçen Cumartesi. Bugün itibariyle o iki hafta bir haftaya inmiş durumda :) Sıkılmış paşam; tabi burada onu ağırlayan kadının enerjisi daha yüksek, araba kullanabiliyor, haydi dondurma peki dondurma, şöyle yapalım mı olabilir... Oradaki yaş ortalaması biraz (heheh) yüksek olduğu için geri gelmeye karar vermiş sıpa. Olsun, gelsin, özledim zaten.

Özlemek bir yana... Özgürlük diğer yana. Özgürlük derken neyi kastettiğimi dün anladım aslında. Hani öyle oraya buraya akayım bir şey yok. Ama cidden bir özgürlük var. Bir de kocayı savuştursak kimbilir neler olacak bu misoya:) Misoyu geçtim etrafındakilere... heheh ki ne heheh... Burada dosta düşmana bir sürü laf söz üretme şansı verdiğimin de farkındayım. Du bakali ne olacak :))))

Neyssse, hafta başından beri istediğim şeyleri istediğim gibi ve anda yapıyorum ya, tatminin o doruğu senin bu doruğu benim dalgalanıp duruyorummm. Salı sabahı yap duşunu, fırla fırla, çabuk çabuk, son Batman’a yetiş, koş koş. Ve yetiştim. Ve koskoca salonda yalnız başıma izledim filmi. En sevdiğim şey; o kadar çok seviyorum ki anlatamam. O yüzden de ilk seans hep en gözde tercihim oluyor. Seans 11.15’deydi. Bileti aldığımda saat 11.13’dü. Zaten eğer biri daha önce bilet almadıysa 11.15 olduğu anda filmi başlatmıyorlar. “Efenim bilgisayarlarımız izin vermiyor, zaman geçince şöyle kitleniyor böyle bilmem ne.” Doğrudur, anlamadığım şeye boyun bükerim, asla tartışmam. Ama Salı günü yetiştim. Ve harikaydı gerçekten de. Sinema salonunda yüksek sesle yorum yaparak film izleme lüksü kimin var? Aaaa diyerek. Hiii diyerek. Tüüüh allah kahretsin diyerek. Çok zenginlerin var böyle bir lüksü belki. Evet evet, miso çok zengindi Salı günü. :))))

Sonra dün... Sabah annemle babamı gezdirdikten sonra hooop eve uçtum. Öğleden sonra saat dörde doğru eve vardım. Zımbırtıya Sex and the City’nin altıncı sezonunu koydum. Kanepeye kuruldum. Hooop, dur bakalım.. O kanepeye kurulma hakkı kimin? Tabii ki kocanın :) Ama gündüz saatleri ve koca eve geç gelecek. Sportif aktiviteler var. Neyse efendim, alt yazı koymadan o yarı uçuk, yarı sapık, yarı kaçık ama hepsi çoğu zaman insan ve çoğu zaman sevimli, ve kimi zaman yaşadıklarını hiç bir bağlamda anlayamayacağım dört kadının maceralarını seyrettim. Ve gidip bir bira açıp şişesiyle içtim. Ve acıktığımda artmış dolmayı içinde bulunduğu küçük emaye kapta ısıtıp tabağa almadan ağzım yana yana, dizimi izlemeye bir saniye bile ara vermeden yedim. Hoop pause yap, koş bir parça Toblerone kopar, on dakika ağzında eriterek ye, sonra ikinciden ne olacak canım deyip aynı şekilde ikinci parçayı kopar, sonra bu sefer arsızlıktan biraz utanarak üçüncü parça için mutfağa koş gel... Sonra biraz su. Bir bira daha. Üçüncü birada hafiften dönen bir başla, kadınların düştüğü yalnızlıkların yüzde doksanına ağlamaya başlayınca DVD player’ı kapa, Animal Planet’i aç, orada kaplan ceylanı kapınca da ağla, derken sarhoş olduğunu anla, git hemen bir Bach koy, öyle bir ses ayarla ki kalbinin tam ortasında gibi çalsın... Evde yalnızsın miso, kim ne diyebilir ki şimdi sana? Sarhoş olma özgürlüğü bu işte. Ellerim kalbimde, bu kadar muhteşem çalınan her bir nota kalbimde... Sarhoş olma özgürlüğünü geçtim, sarhoş olmayı sevme özgürlüğü bile...

Ilgaz, canım, seni ne kadar sevdiğim herkesin ve her şeyin malumu. Bütün bunların ve bu coşkunun, ve bu mutluluğun da sensizlikle zerre kadar alakası yok. Mutlu olduğum şey sensizlik değil. Mutlu olduğum şey biraz zaman kontrolü. Biraz kendimle olmak. O öğrencilik hallerim. O büyülü zamanlar...

Ne zaman?

Miso istediği zaman.

Ah ne zenginim bu hafta :))))

marruu

14 Ağustos 2008

Beyhude dialog


“Alo, teyze?”
“Miso kızım, sen misin?”
(Ya ne bu replik, her seferinde aynı! Aslında benim olduğumu gayet iyi biliyor, 70 yaşını geçmesine rağmen hafızada en az 100 telefon numarası kayıtlı, benim sesimi mi tanımayacak? Ama yarabbim, o rol yapma içgüdüsü...)
“Benim teyze, nasılsın?”
(İçim yanar döner. Ne hissedeceğimi bilemediğim bir insan. Ne hissettiğimi de. Burcu pek rahat mesela; ne onu, ne de oğullarını hiç sevmiyor. Ama ben bu kadar net olamıyorum. Annemin teyzesi aslında. Çocukken bakmış bana bir süre, nazlamış, hala da fırsat versem nazlar. Ama ben yaptığı, söylediği bir çok şeye o kadar uyuz oluyorum ki, ne nazlanması, bilakis olabildiğince az görüşüyorum. Sever beni, biliyorum. Ben de seviyorum aslında. Ama haftada bir telefon, yeter de artar bile. Çok bulaşmak zarar veriyor; entrikaların kadını, dişi Ceyar)
“Ay işte hastayım biraz. Bulantı, kusma, bağırsaklarım...” (Bundan sonraki renk ve yoğunluk içeren detayları size vermeyeceğim. Bildiğiniz şeyler zaten. Ve çok uzun sürer)
“Geçmiş olsun teyze, onu mu yedin, dikkat mi etmedin...”
Ama teyzem esas konuya gelmek istiyor. Hastalık filan pek sarsmamış, öğrenmek istediği şeyler var.
“Kızım dayından haberin var mı?”
Hangi dayımdan olduğu açık. Hiç haberimiz olmayan, haber almak istemediğimiz, belki de ölümüyle hepimizin ne yazık bir oh çekeceği küçük dayım. Zaten dayı diye hitap da etmiyoruz hatırlamadığım kadar uzun bir zamandır. Alkolik kendisi, on bin yıldır. Ben 36 yaşındayım, ben kendimi bildim bileli içer. Bazen insan gibi içki içer, bazen ispirto, bazen bildiğiniz alkol. Arada diazem filan da alır. Tık demez. Kendini çok kaybettiğinde salonun ortasına zıçar, sonra onları duvarlara sıvar... Daha anlatayım mı? Anlatma Miso, anlatma. Herkesin, özellikle de büyük dayımın hayatının içine zıçmış, bir de üstüne yıllardır sıvıyor; salonun lafı mı olur.
“Yok teyze haberim. Senin var galiba?”
Olmaz mı? Benden detay alacak aklı sıra. Ama cidden bir kelime bile bilmiyorum kendisi hakkında. Bilsem de söylemem muhtemelen ama hakikaten hiç bir şeyden haberim yok.
“Galiba siroz olmuş. Ya da olacakmış. Hacettepe’ye yatacakmış. Olmuş mu acaba?”
“Teyze sen daha iyi biliyorsun bak, benim valla haberim yok.”
“Üzüntüden mideme ağrılar giriyor, siroz olmuş mudur acaba?”
“Teyze neye üzüldüğünü anlamadım. Annemin ifadesine göre bu adam aktif olarak minimum 45 yıldır içiyor. Son 40 yılını da alkolik olarak geçirdi. (Kendisi 60 yaşında ve yemin ediyorum benden daha sağlıklı) Siroz olursa diye mi üzülüyorsun? (Sinir tepeme sıçrıyor, ya bu ne yalancılık? Bu ne absürd ve beyhude bir dialog böyle...)
“Vallahi hastalığım geçmedi düşünmekten.”
Ya cidden dudaklarımın ucunda küfürler düğümlendi. Hem de sunturlusundan. Ama tuttum. İnsan bırak teyzesine, bu kadar yaşlı bir insana böyle şeyler demez. Hak etse bile demez. Bu kadar diyesi gelse bile demez. Demedi zaten.
“Teyzecim sen üzme canını. Hadi öpüyorum seni, oğlan çağırıyor beni. Bay baaaay.”

Oldu kızım’ını tamamlayamadan kapatıyorum telefonu. Öfkemin yanısıra ciddi bir şaşkınlık yaşıyorum. Ya niye bu kadar kızdım ben? Teyzem tipik teyzem, dayım tipik dayım, bizimle ailesi hakkında cin kadar bilgi bile paylaşmayan annem tipik annem...

Öfkesi sinir uçlarında hazır bekleyen tipik Miso... Atla Miso, kap Miso...

Neye kızdım ben? Ve baş ağrısı çektim sonra?

Salak miso. Bırak gitsin. Bırak, bırak.

marruu

2 Ağustos 2008

Kıbrıs'ın en ucu


Karpaz’a gittik Kıbrıs’tayken. Haritayı gözünüzün önüne getirin; hani o en uç yer var ya, orayı gördük. Tam o ucun adı Zafer Burnu. (Daha az militarist bir isme şaşardım tabi) Buruna gelmeden hemen önce bir manastır. Ve hala faaliyette. Papazlar filan kalıyormuş, millet gelip yarı hacı oluyormuş. Zaten Dip Karpaz köyünde Rum-Türk birlikte yaşıyorlarmış. Arabayla köyün içinden geçiyoruz. Hristos’un kahvesiyle Eyüp’ün yeri bitişik. Adamlar tavla oynuyor dışarıda. Bir de tabi en güzeli kim Hristos, kim Eyüp belli değil. En güzeli bu; gözlerimi dolduran. Orada masa örtüsü filan satan oğlan bir Rum kızına gönül verdiğini, kızın babasının Hristiyanlık şartı koştuğunu, şimdi kızın kendisine kaçmasını beklediğini anlattı. Oğlan 17-18 yaşlarında. Ve nasıl samimi. Burcu dalga geçiyor her zamanki gibi; esnaf dostu Miso, konuşturdun yine oğlanı.

Az sonra kiliseye girmek istiyoruz ama benim kıyafetim fazlasıyla yazlık. Bir şort, bir bikini üstü. (Ama kardeşim, hava gölgede 40 derece. En az.) Kilisenin önünde tahta bir iskemlede oturan yaşlı teyze yüzüme bile bakmadan eliyle beni ittirir gibi yapıyor. Beğenmiyor. Ve haklı. İbadet yerine böyle cıbıl girilmez. Az önceki oğlan hemen bir şal getiriyor. Sarı bir şal, altın işlemeli. Şen dullara benziyorum, gülüşüyoruz. Kilisede muazzam avizeler, Latince dev gibi bir İncil (kilisede başka dilde İncil olur mu, emin değilim) ve bir sürü ikona, mum falan filan. İçerisi o kadar serin ki anlatamam. Dışarının sıcağından sonra insan orada yüzyıllarca kalır gibi geliyor. O teyze de yüzlerce yaşında gibi zaten. Dışarıya gerçek hayata çıkıyoruz. Artık 50 derece.

Bu bölgeye yeni yeni elektrik vermeye başlamışlar. Yazlık ev veya otel izni yok. İki yıldır kıyamet kopuyormuş izin çıksın diye. Ufak ufak başlamış ne yazık ki. Ve eminim ki daha iznin “i”si göründüğü anda baltalar elimizde, mahvedelim doğayıı. Doğa? Afidirsiniz ama ben böyle bir yer görmedim. Evet, çok fazla gezmişliğim yok ama internet erişimimiz var çok şükür. Deniz, kum... Maldivler halt etmiş desem? Ve çok ciddiyim. Ama ne yazık ki tahrip gücü çok yüksek bir milletin habitatı burası. Anavatan gibi. Ne güzelll... Tek eksiği golf sahaları yakında çıkar bir uyanık. Ya da anavatandan sıçrar gelir. Yoksa başka hiç bir farkımız yok. Susuzluk had safhada, havuzsuz villalara insanlar burun kıvırıyor. Anlatabildim mi?

Yurtdışına giden herkeste aynı cümle: “adamlar ellerindekini nasıl da koruyor”. Bizde de tam tersi. Irkan mı kaynaklanıyor bilmiyorum; hem Türkiye’de böyle, hem de Kıbrıs’ta. Hani hem zıçıyoruz, hem de üzerine sıvıyoruz. Ziyadesiyle. Afeden yani.

Döndük artık. Evimizdeyiz şimdi. Burcu’nun kokusu bile burnumda. Ve gülmekten çatladığımız şeyleri düşünüp düşünüp sırıtıyorum hala.

marruu