23 Aralık 2008

Bu aralar miso hanım...


İkinci sınav bitti, okundu, ortalamalar teslim edildi. Memnunuz memnunuz; yalnız bir öğrencimiz var ki gerçekten çalışıyor olmasına rağmen sürekli aynı hatalarla çakılıp duruyor ve tabi sınavları da elli küsurlarda geziyor. Üstelik ikinci senesi. Kafamızı bir hayli kurcalıyor yani. Nasıl yardımcı olunur; onu da çok bilmiyoruz. Geçen gün ağladı, ağladı. Bizim de burnumuz yandı durdu. Hayır, ağlasak çok saçma bir durum olacak, kız daha beter ağlayacak. Hay allah, bilemedik cidden ne yapacağımızı.

Oy vermeye mahkum olduğumuz ve bundan başka sarılacak hiç bir şey olmayan, hiç bir proje üretemeyen, kendi içinde bile kafası son derece karışık sevgili partimizin bir üyesi ziyadesiyle midemizi bulandırdı. Kadınla ilgili herhangi bir şey okumak, ona dair herhangi bir şey duymak, o nefret dolu suratına bakmak istemiyoruz. “Ohhh, ne varsılım bennn, yedikçe yedim, şiştikçe şiştim, egomu da şişirip cilaladımmm, saldırıyorum millete etnik metnik ne bulursam artık...” Bunları demedi, biliyoruz, ama demiş sayılmaz mı? Demekten beter şeyler söylemedi mi? Ha? Lütfen lütfen söyleyiniz.

Cuma günleri girdiğimiz sosyoloji dersinin sınavından 29.5 aldık. Liste asmışlar; aaa bir baktık en yüksek miso hanım almış. Heheh. Hem utandık, hem sevindik. Dışarıya utanmış gibi yaptık, içten içe çok hoşumuza gitti. Ya aslında misafir öğrenci olarak giriyoruz derse; genel ortalamayı etkilediğimiz yok yani. İzin aldık en başta, hocanım da çok şeker. (Başkaları sevmiyor olabilir; onların standardı pek yüksek. Bir de bir şeye kızdılar mı artık ağzıyla kuş tutsa affetmezler. Neyse, bize ne, biz seviyoruz.) İşte öyle. Not da 30 üzerinden sanıyorduk, meğer 34 filan gibi bir şeymiş. Olsun, hala sevinçliyiz; bunca seneden sonra dersi anlıyor olma sevinci yani, başka bir şey değil.

Yılbaşında ne yapacağız sorgusu suali canımızı sıktı. Üzüldü miso biraz, kalbi kırıldı. Başka şeyler vardı galiba ama konu buradan açıldı, yanlış bir suçlamayla üzerine gidildi. Evet evet üzüldü miso, ama galiba halloldu her şey. Aslında biraz daha konuşulsa daha kolay olabilecekken her şey... Tercih meselesi işte; dınnn nerede benim sihirli değneğim, değiştirsem bi lokmacık. Ha? Nasıl olur? Biraz daha laf?

Dünyanın Durduğu Gün müdür nedir, Keanu’yla Jennifer’ın hatrına o filme gittik. Aman birilerinin gücüne gitmesin gene, kısa keselim, filmi hiç beğenmedik, kurguyu beğenmedik, bazı şeyler nerden fırladı anlamadık. Kısa kes miso: paramıza ve zamanımıza acıdık.

Arada da boş boş gezindik, ofiste oturduk, Prag’ı düşündük, Prag’ı özledik, ah bir daha gitsek de o muhteşem sokakları arşınlasak dedik. Dejenere mi oldunuz misohanım, diye sorduk. Yok yok, insani bir özlem dedik.

Böyleyiz işte bu aralar. Fena değiliz.

marruu

14 Aralık 2008

Prag


Uçak inmek üzere. Aşağıya bakıyorum; şehir Şirinler’in Köyü gibi. Öyle insanın gözüne giren gökdelenler yok. O kadar heyecanlı ve mutluyum ki anlatamam. Bir çocuk gibi kıpır kıpırım; uzun zamandır ilk kez bu kadar çocuk gibi.

Ah Prag... Bir şehir nasıl olur da bütün eskiliğiyle muhafaza edilebilir? Ve hala köhne olmayabilir? Binaların güzelliğini yazmaya kelimeler yetmiyor. Kiliselerini, katedrallerini, önemli yapılarını geçtim, normal evler bile muhteşem. Binaların üzerindeki insan figürleri, çatılardaki o ince işçilik veya meydandaki heykeller gerçek anlamda büyüleyici. Mimari anlamda aslında ne kadar da zayıf ve sıradan olduğumuzu düşünüp üzülüyorum. Bir zamanlar birilerinin yaptığı tercihlerle resimsiz, heykelsiz, estetikten fersah fersah uzak binalara mahkum olmuşuz ne yazık ki.

Dekor gibi sokaklarda buz gibi havada yürüyüp duruyoruz. Sanki her an ilerideki köşeden aktörler filan fırlayacak da biz de üzerimize düşen rolü oynayacakmışız gibi. “Salon ısıtılmıştır” ibareli bir kilisede konsere giriyoruz. Salon sıcaklığı o kadar düşük ki, “uyuma-uyursan donarsın” telkinleriyle konseri bitiriyoruz. O kadar yüksek tavanlı ve eski yerleri ısıtmak mümkün değil tabi ki. Ama o akustiğin artçı sarsıntıları hala içimde, hala sürüyor. İyi ki gitmişiz diyoruz, moraran ellere rağmen.

Geldiğimiz gece S t ar b ucks’da bir şeyler içen, K F C’de bir şeyler yiyen turistlerle dalga geçiyoruz. Ya sen kalk buralara kadar gel, sonra dünyanın dört bir yanını sarmış lokantalarda tıkın dur. Öyle mi miso hanım? Al sana kahpe felek. Para bozdurmayı unuttuğumuz için üç kuruşla kalakalıyoruz. Geceleri meydandaki döviz büroları çakala dönüşüyor. Gündüz 25’den bozdukları paraya gece en fazla 16 veriyorlar. Mecburen o mühim tavukçuya giriyoruz, iyice hesap kitap yapıp ortaklaşa bir şeyler yiyoruz. Oh olsun sana miso hanım; dünyevi işleri atlamayacaksın böyle işte.

Son gece U Fleku diye bir bara geliyoruz. Yola çıkmadan hemen önce otelde “iyi ki yağmur filan yağmadı,” diyorum. Şom gibi. Gittikçe bastıran yağmur altında buluyoruz barı. Bar değil aslında, geleneksel bir birahane. 1450’lerden beri varmış. Tadı muhteşem olan kendilerine has dark bir bira yapıyorlar. Tek tek masalar yok. Uzun masalarda herkes yan yana oturuyor. Yiyor, içiyor, gülüp eğleniyorlar. Az sonra ufak tefek bir akordeoncu ve dev bir tür pirinç üflemeli alet çalan çam yarması gibi bir adam geliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda gibiyiz. Sanki birazdan içeriye kollarında güzel kadınlarla üniformalı Naziler dalacak. Herkes bizim hiç birini bilmediğimiz, melodisine bile aşina olmadığımız şarkıları söylüyor. Bir tek kelime bile anlamıyorum ama gözlerim doluyor. Müzik hep böyle etkiliyor beni; hem sevdiğim hem de utandığım bir lanet gibi.

Prag’a dair tek kötü his herhalde insanlarının soğukluğu. Hatta kabalığa varan bir soğukluk. Bir şey sorabilir miyim dediğinizde yüzünüze bakılmaması örneğin. Elbette herkes değil ama ne yazık ki üzücü bir çoğunluğu. Belki turistten bıkmış durumdalar, belki de fazlasıyla doymuş. Bilemiyorum. Ama kadınları cidden güzel. Saçları sapsarı boyalı, güzel ve üşümeyen kadınlar. Ben kaz tüyü kabanımla gezerken bayanların etek boyları veya düşük belleri dudak uçuklatacak cesurlukta. Bir de buranın kadınları kürke çok meraklı. Bazılarının güzelliğine güzellik katan o kürk, bazılarını garip, nesli tükenmiş hayvanlara çevirmiş ne yazık ki. Bir söyleyenleri, uyaranları da yok belli ki.

Genel izlenimler bunlar. Şuraya gittik, bunu gördük demeye başlasam sayfalar yetmez herhalde. Diyeceğim şudur: Mutlaka gidilmeli, görülmeli. Muhteşem bir yer gerçekten de.

Marruu ki ne marruu

30 Kasım 2008

Bıranç


O kadar havalıydık ki bugün, anlatmak mümkün değil sanırsam. Bırança gittik. Paşam’ın şirketinin organize ettiği bir etkinlikti.

Dedim ki ben ona, “şunla ve bunla otururuz, değil mi?” Bunlar o üç bin kişilik şirkette tanıdığım on beş kişiden sevdiğim iki üç kişi. Paşam dedi ki olmaz. Neden? Paşam hazretleri müdir. Dedi "biz müdirlerle oturiciiz." Neeey diye inledim. Misolar gibi içli içli ağladım. Kan kustum, kan kustum dedim. Kızılcık şerbeti desem direktörlerle otururuz diye korktum. İşallah çok hasta olurum da gelemem, dedim. (O zaman ben de gidemem, dedi) Oturamam ben o tiplerle. Aman yalebbim, o müdir karıları sarı boyalı saçları, kıpkırmızı boyalı tırnaklarıyla bana böööle yukarıdan bakmaz mı? Bana afaganlar basmaz mı? Yediğimi üstüme başıma dökmem mi? Beceriksiz, sakar, 6.5 yaşındaki miso hallerime dönmem mi? Alışmışım öğrenci diyarlarına, maksimum doğallığa, naaparım ben bunlarla...

Yanaştım müdirime, dedim, “noolur onlarla oturmasak, ayıp mı olur?” Bööyle gözlerini kapadı açtı evet demek anlamında. “Peki ayıp olursa da çok mu ayıp olur? Ha? Mırrr? Marrr?” Güldü paşam padişahım aniden. "Ah be misom, dedi, noolucak onlarla otursak? Neyden çekiniyorsun? Korkma, korkma, bizim çocuklarla otururuz. Ama noolucak, kiminle otursak sever seni."

Yaaaa, ohhhhh, tamam, doooru doooru sever, eheheh demek bizimkilerle oturucazzz. Gidelim gidelim, yiyelim içelimmm.

Neyse havalı geçti yaneeee.

marruu

21 Kasım 2008

Yoruma yorum


Aziz bey, hoşgeldiniz. Biraz uzun bir yazı olacak, bu nedenle “Vicdan”sızlık yazıma yaptığınız yorumu yorum kutucuğunda cevaplayamadım.

Yorumunuzu okudum. Ve sonra bir kaç kere daha okudum. Doğru anlamış olduğumdan emin olabilmek için. Yorumunuza vereceğim bir kaç cevap var, ama önce kendi yazımla ilgili bir iki şey yazmak istiyorum.

Kendi yazımda, yazarken farketmediğim bir şeyi gördüm sizin yorumunuzdan sonra: Sanki NY hasmımmış gibi bir tablo çıkmış ortaya. Yani haz etmediğim doğru, ama yazının dozu anlamı biraz kaydırmış. Ben aslında vicdan kavramının filme yansımasından ne anladığımı yazmaya çalışmıştım, ama becerememişim. Bu bağlamda cidden kötü bir yazı olmuş. Sanırım bunun nedeni filme sizin iddianızın aksine gerçekten çok şey bekleyerek gitmiş olmam. Şimdi çok sağlıklı değerlendirmek de pek mümkün değil aslında; o anki durumu çok net hatırlamıyorum zira. İkinci olarak oyunculuklara değineyim; ve tabi yaptığım ikinci hataya: Yine doğru ifade edememişim. Kadının taş kalpli olması değildi benim eleştrimeye çalıştığım; benim o taş kalpliliğe ikna olamamamdı. İnanın taş kalpli olmasının oyunculukla değil, senaryoyla alakalı olduğunu biliyorum. Bahsettiğiniz taksi sahnesi de bana yetenekten ziyade bönlük gibi göründü. Dediğim gibi, filmin sonundaki sizi çok etkileyen bu sahne bana hiç dokunmadı. Sanırım sizi ikna eden şeyleri ben ıskaladım, ya da kişisel bazı açıklıklar ve kapalılıklar buna neden olmuş olabilir.

Bütün bunlara ek olarak kendime bir soru sormamı sağladınız: NY’yi mi sevmiyorsun, oradaki karakterin canlandırılmasını mı beğenmedin? NY’den pek hoşlanmıyorum açıkçası; gerek tarz, gerek oyunculuk olarak. Oyunculuklarında hep aynı tabloyu görüyorum belki de. Ama gerçek hayatındaki tarzı? Müsadenizle bundan hoşlanıp hoşlanmamak benim kendi tercihim olarak kalsın. Sizin hoşunuza gidiyormuş, samimi buluyormuşsunuz. Hiç bir itirazım olamaz. Yine müsadenizle, ben aynı tarzdan son derece rahatsız oluyorum ve hiç hoşlanmıyorum diyebilir miyim? Sizin samimiyet olarak tanımladığınız yönü bana yalnızca avam geliyor, üzgünüm. Bütün bunları bir kenara ittiğimde de filmdeki karakterin canlandırılışını beğenmedim desem? Ya da beni ikna edemedi desem? Bana çok kızacaksınız gibi geliyor.

Evet, kızacaksınız ve zaten yorumunuzda da bu his çok açık. Şimdi yorumunuzda kullandığınız üslup hakkında bir iki şey söyleyeceğim. Öncelikle şunu açık etmeliyim: Bu blogda profesyonel bir şey yapmıyorum, köşe yazarı değilim, sinema eleştirmeni hiç değilim. Haşa! Haddimi de bilirim. Ama bilgi sahibi olmadığım kanaatini nereden edindiğinizi de anlamadım. Ben de şimdi sizin yanlış kullandığınızı düşündüğüm bir kaç kelimeden yola çıkarak Türkçe bilmediğinizi varsayabilir miyim acaba? Ve size teması bu olan saldırgan bir yazı yazabilir miyim? Hayır. Asla böyle bir çıkarımda bulunmam. Çünkü bu biraz fazla sert olur, değil mi? Ve bir o kadar da haksızca. Ama tabi şimdi size neyi ne düzeyde bilip bilmediğimi anlatmaya çalışmak da çok beyhude olur. Oyunculuk üzerine bir kaç kitap ismi versem mesela, biraz olsun imajımı toparlayabilir miyim? Aslında buna hiç gerek yok, bunu da biliyorum.

İkinci olarak, son derece samimi bir şekilde tekrar etmek istiyorum: Gerçekten de herhangi bir konuda öyle engin bir bilgiye sahip filan değilim. Sinemaya dair bilgim gittiğim filmler ve takip ettiğim naçizane bir dergiden edindiğim bir kaç kırıntı. Yazdığım yazının sizde neden böyle bir öfkeye yol açtığını anlayamadım. Burası bir blog; bir gün kedimi yazıyorum, bir gün yaşadığım bazı çıkışsızlıkları, bir başka gün de gittiğim bir filmi. Altına A. Dorsay diye imza atma gayretim bile yok. Ah gün gelecek ben de ne biçim eleştiriler yumurtlayacağım gibi bir rüya yok. İnanın sadece hissettiklerimi yazıyorum. Başka film yorumları da yapmıştım, kimse beğendiğine veya beğenmediğine bu kadar kızmamıştı. Kızmanız bir yana bu kadar “kırıcı” kelimeler kullanmanız çok şaşırttı beni. Bakın “kırıcı” diyorum; gerçekten üzüldüm. O kadar amatörüm yani. “Ayrı bir eleştrimenlik başarısı” / “Fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmak” / “Engin bilgi paylaşımı” / “Ne kadar saçmaladığımı öğrenmek”... Bütün bu ifadeleriniz beni gerçekten incitti.

Aziz bey, son olarak da ikinci yorumunuzda aniden yumuşayan üslubunuzun beni şaşırttığını söylemek istiyorum. İlk yorumunuzda dayak yemişten beter oldum zira. Film hakkındaki diğer yorumlarınız hassasiyetinizin NY bağlamında olduğunu düşündürttü bana. Bu hanım bir gün Oscar veya bir başka ödül alırsa beni düşünüp derin bir ohh çekeceksiniz gibi geldi. (En kibar ifadeyle) Umarım alır; bana da bir başka filmini seyredip oyunculuğu hakkında bir kere daha düşünme fırsatı doğar.

Saygılarımla
miso

16 Kasım 2008

Sufleee


Saat 8
Gel canım benim, geeel, pisipisipisi.
Dış kapıyı kapatıyoruz.
Ses yok.
Suflee gel kuzumu, gel bi tanem, gel misomiso.
Ses yok.
(O gün evde temizlik vardı, acaba kadın mı kaçırdı?) Sufleeee.
Ses yok.
Anne, ya Sufle gelmezse, ya o da ölürse?
Annecim, ağlama dur, gelir.
Gerçekten mi?
Gelir annecim, dur, korkma. (Cidden, ya o da gelmezse, ya o da ölürse, aman miso sen de ağlama, yoksa bu gece bitmez)

Saat 10
Dışarıdan bir ses: beyooovv
Yerimden nasıl fırladığımı bilmiyorum. Bakıyorum. Sarı bir kedi ama farklı gibi de. Gece gece gözüm de iyi görmüyor. Ama elleri... Yok, yok, bu değil. Bizimkinin elleri süte batmış gibi.
Çaresiz, kapatıyorum kapıyı.

Saat 11
Bir beyooovv daha.
Açıyorum yine bir ümit.
Purrr, gurrr, giriyor içeri. Bacaklarıma sürünüyor.
Üst baş leş olmuş, dudağın sağ tarafı hem alttan hem üstten zımbalı.
Kucağıma alıyorum, göğsüme bastırıyorum, gurul gurul ötüyor. Buz kesmiş.

Ağlıyorum.
Şükrediyorum.
Aptal Sufle.
Canım Sufle.

marruu

8 Kasım 2008

Bu kadarı da “Vicdan”sızlık yani…


Ödül hikayesine çok prim vermem genelde; önemli olan performanstır, değil mi? Yoksa verilen ödüller zaten hiç bir zaman gerçekten öznel olamazlar. İnsan doğası bu; bir filme, bir performansa verilen ödül kişinin kendi algısına bağlı sonuçta. Algı dediğimiz şey de öyle çok uçlu bir şey ki...

Dedim ve derim yine. Ama ödüllere de saygıda kusur etmemeye çalışırım. Oradaki koltuklardaki insanlar herhalde belli bir birikimi, deneyimi, görgüsü olmadan oraya oturmaya cesaret edemezler, yüzleri tutmaz, vardır bir bildikleri diye düşünürüm...

Düşünürüm düşünmesine de... Altın Portakal’ın Nurgül hanıma hangi bağlamda verildiğini de filmi gördüğüm günden beri düşünür dururum. Filme gideli iki hafta oldu, ben hala mongol moddayım. En ufak bir mantık ilişkisi kuramamak insanı cidden çok yoruyor bu bağlamda.

Hani filmde vicdan kavramıyla en ufak bir şey olsa, yine diyeceğim ki bu kadar zor bir kavramı bak nasıl yansıtmışlar. Koca desen Nurgül’le ilişki yaşıyor ama bunun en ufak bir vicdani yükünü taşıyor gibi görünmüyor. “Sevmediğim kadınla evlenmişim, Nurgül’le yaşadıklarımı cümle alem biliyor, karımın da, sevdiğimin de gururunu kırıyorum,” gibi bir muhakeme yaptığı yok. “Topluma karşı iki kadını da küçük düşürüyorum, ne vicdansızım ben,” de demiyor. Daha ziyade damızlık bir boğa gibi. Üzerinde atleti dolanıp duruyor.

Nurgül hanımda da bu kavramdan eser yok. Ve o ne arsızlıktır, o ne cart-cart ses ve hal tavırdır ki, bu kaçıncı filmi seyrettiğim, her bir film boyunca oradaki karakteriyle gerçek insanı ayırt etmekte her seferinde zorlandım desem biraz terbiye sınırlarını aşmış olucam, özür diliyorum şimdiden. Sevdiği adam başkasıyla evlendiği için en küçük bir duygusal sıkıntı yaşamayan, adamın karısıyla arkadaşlık kurarken yüzü bile kızarmayan ya da yönetmen yırtınsa da bunları gösteremeyen bir portre çiziyor filmde. Taş ruhlu- taş kalpli bir kadın. Ve taş suratlı.

Karakterizasyonun zayıflığı bir yana, filmin genel akışı da son derece kopuktu. Neden kurulduğu anlaşılamayan cümleler, lise tiyatro grubunun bir öğle sonrası serbest çalışmasını andıran doğaçlama diyaloglar, aynı sığır erkeğin kadını olma kaderini paylaştığı için aslında muhteşem bir duygusal ortaklık şöleni sunabilecekken yüzeysel bir yakınlık ve hatta anlamsız tensel temaslarla sınırlı kalan bir ‘iki-kadın’ dostluğu. Dostluk demeye bin şahit isteyen.

Diğer tarafta manasız bir cinsel şiddet; örneğin neden olduğu anlaşılamayan bir araba içi sevişmesi ve hemen ardından adamın oradan ayrılıvermesi. Kadının ortada kalakalması. Tutku muydu o araba içi sevişmesinin sebebi? Kırıntısını bile bulamadım ben, bulan beri gelsin.

Uzun zamandır beni en çok hayal kırıklığına uğratan film oldu bu.

marruu

28 Ekim 2008

Son bir iki gün


Dün itibariyle 36yı devirdim efendim. Baktım yüzüme, önce sabah, sonra da gece. Üzerimde farklı kostümlerle. Sabah ayna karşısına geçtiğimde okula gitmek için giyinmiştim; üzerimde cidden çok beğenerek aldığım yumuşacık bir kot ve çok sevdiğim siyah, işlemeli bir penye vardı. Beğendim sabah kendimi; takılarımı da böyle beğeniyle taktım. Güzel buldum kendimi, aferin miso dedim, kolay mı bak, yeni bir yaşa giriyorsun. Hoop, bir bakacaksın bir başka yeni yaşa girdiğin gün geliverecek, o bir yıl ne olduğunu anlamadan şıp diye geçivermiş olacak. Tadını çıkar. Bir yıl, bir yıldır. Zira Ilgaz doğduğundan beri ben zamanın nasıl geçtiğini gerçekten takip edemiyorum. Ilgaz’dan öncesinin ve sonrasının ritmi çok farklılaştı; bu saptamam çok saçma gelebilir ama ben hakikaten böyle hissediyorum.

Gece eve geliş sabahkinden farklıydı tabi. Bitap denilecek kadar yorgundum. Hem okul koşturmacası, hem cidden ağlatacak kadar dokunan ve etkileyen dost-öğrenci kaynaklı doğumgünü sürprizleri, hem de babamın hastaneden çıkarılma işleri... Ah bu baba kaynaklı sürprizler hayatım boyunca beni en çok hırpalayan şey oldu hep. İyi şimdi, ama zıplattı yine, çekiverdi bilinmeyen ve korkudan öldüren o sevimsiz boşluğa.

Gece diyordum, aynaya baktım diyordum laf karıştı. Evet, aslında gece gördüm bir kaç fazla beyazlık kafada, veya surattaki çizgi durumları daha netti. Olsundu, ben bugün insanların sevgisini ve ilgisini cidden yoğun bir şekilde hissettim ya, başka bir şeye gerek yoktu. Hem Cumartesi gecesi bir miktar içilmiş, bazı hesaplar kesilmiş, eskiler yad edilmiş, bol bol da ağlanmıştı kocayla. Edebiyle ama, koskoca yerde garson dışında kimseye çaktırmadan, usul usul konuşarak, kimi zaman sitem edip, kimi zaman da geçen yılların üzerimize yıktığı değişikliklere kızarak bir kaç saat geçirdik. O eski günleri özledik hep. Pazar sabahı kalktığımda sol gözüm bir uzun bir süre boyunca incecik bir çizgi halinde açılabildi. Sağ gözüm daha iyiydi. Bunu da anlayamadım tabi ki; sol gözüm daha mı içlenmişti de daha mı çok gözyaşı dökmüştü? Neyse, allahtan Pazartesi sabahı insana dönmüştüm tekrar.

Bakın ne çok işler yapmışım bir miso olarak son günlerde. Bir yaş büyümüş, blogu kapanmış, ettiği küfürler ve araya soktuğu hatırlı dostları işe yaramış da tekrar açılmış :), insanlar tarafından hatırlanmış, daha da önemlisi şımartılmış, bütün bir gece toplam altı aylık ağlanmış...

Çok şeyler halletmiş bir insanın rahatlığını taşımam gerekirken içimde tarifsiz bir hüzün, bir eksiklik hissi.

Anlamadım gitti.

marruu

16 Ekim 2008

Eh be Ahmet...


Şaşkınlık içindeyim. Çocukcağız diğerleriyle aynı yaşta ama gerek davranış, gerekse motivasyon bakımından fevkalade olmamış durumda. Ham bile diyemiyorum; çekirdek, nüve...

Hani okul bedava kurs açar da anneler bir iki şey daha öğrensin diye çocuğu Cumartesi ya da Pazar günü kursa yollar ya... Hani çocuğun da aklı-fikri-gönlü evin yanındaki toprak sahada futbol maçı yapan sümüğünü çeken, akanı aşortmenine silen arkadaşlarındadır ya... Hani dersten bir kelime öğrensem günahın en büyüğüne girerim edasıyla ya sürekli konuşur ya da uyur ya...

Yaa, bu çocuk böyle işte. Kelimeleri yanlış okumayı marifet saymaktan tutun da, bir satır ödev yapmamaya, hangi alıştırmada olduğumuzu takip etmemeye, gözlerini kapatıp uyur numarası yapmaya kadar bir sürü oyun mevcut kendisinde. Vır vır vır konuşmasını hiç saymıyorum. Nasıl olup da burada olduğunu anlamış değilim. Tembeli vardır, uyumsuzu vardır, mutsuzu vardır, ve hatta psikiyatrik problemleri olanları da vardır. Ama bu çocuk cidden Ulus'taki bir kıraathaneden yanlışlıkla buraya ışınlanmış gibi.

Bugün çene çaldığı arkadaşlarını dışarı çağırdım ve, “arkadaşlar bugün 16 Ekim, ve ben Ahmet’in gelecek sene bir kere daha hazırlık okuyacağını şimdiden öngörüyorum. Siz de buna çanak tutuyorsunuz. Kendinizi kurtaracaksınız ama o buraya çakılıp kalacak ve ciddi boyutta yaşadığı motivasyon sorunu gelecek sene korkunç bir hale gelecek,” dedim. Tipler dumur oldu. Tamam hocam, dediler, halledeceğiz.

Nasıl bir şeydir bu, bilemiyorum. Yıllardır ilk defa bir öğrenciye böyle hayretle bakıyorum. Sanki geçen sene ölümüne çalışıp bu okulu kazanan o değilmiş gibi. Bir insan eline geçen fırsatı nasıl bu kadar aldırış etmeksizin, bu kadar maganda bir şekilde, tam inek şaban halleriyle harcar ki?

Hiç komik değil. Ve çok da sıkıcı.

pıhhh

8 Ekim 2008

İki ruh halli yazı


Siz eve geçin, ben bir iki şey alıp geleyim Migros’dan. Demiştim. Günlerden pazardı. Tatili kapatıyorduk ya artık, hazırlıklı olmak lazımdı. Cidden aklımda bir iki şey vardı. Bir iki şey oldu sana üç torba nevale. Tam çıkıyordum ki, karşımda Çoban! Yanında elf kızı Deniz. Arabada da eşi. Ben bir sevinç, ağğğ Çobağnn... Kızcağız neye uğradığını anlamadan tek dalıp bir künde, hoop sarılıverdim. Yazık, sonra anladı Miso olduğunu. Ve fekat, ben o sırada onu bırakmış, arabanın içinde oturan Deniz’e doğru seyirtmiştim bile. Ona bağırmadım ama, usulca konuştum. Deeniizz, canııım, nasılsın güzel kızım? Deniz bana hiç yüz vermedi. Az önceki sahnenin etkisi olmuştur bir miktar herhalde. Sonra eşiyle tanıştık; kızmadı bana sayın bay, memnun oldum dedi gülümseyerek ve içten bir şekilde gülümseyerek; anladı galiba Çoban’la kızı sevdiğimi. Uzattım bak, ama sevindim yani, Bahar şenliğinden beri görüşmüyoruz sonuçta.

Bugün de Çarşamba. İki gün sonra Burcu geri dönüyor. İçler sızım sızım. Pazartesi gecesi Ilgaz’cım “teyzenin uçağı kaçta?” dedi. Dedik 12 ya da 2, tam bilmiyoruz. “Havaalanına gitmek zorunda kalmadığımıza çok seviniyorum,” dedi. Dudak büzüldü, çeşme açıldı. “Çok kötü oluyorum ben orada, dayanamııyorum.” Sarıldım, ben de ağladım. “Alışıyoruz böyle gelince, gidince fena oluyor,” dedi bir de. “Neyse annecim, bak bir yıl kaldı, belki teyze daha erken gelip işini filan ayarlar,” dedim. “Keşke,” dedi. Büyük insan gibi konuştu. Büyük insan gibi hüzünlendi. Canım insan, kocaman olmuş oğlum benim, sızısını paylaşıyor.

Burcu, canım, okuma sen bunları, ağlarsın yine işyerinde, gülerler sonra sana.

marruu

16 Eylül 2008

Hayaller...ler...ler

Mimlenmişim Goddess tarafından. Mimlenince yazmak zor geliyor aslında. Elimdeki dilimdeki bütün kelimelerim yok oluveriyor. Kilitleniyorum. Ama bu hayaller konusu biraz kıvrakmış ki, düşündürttü beni, bulduk bir şeyler.

Aile hayatımı düşününce geçmişe dair bir ah-vah’ım olmadığını görüyorum aslında. Belki babamın hıyarlık yaptığı konularda annemi biraz daha savunmak daha iyi olurmuş. Daha bir farkında olmak... O zamanlar pek bir babacıydık, kardeşim de, ben de. Ayıp etmişizdir herhalde türlü çeşit zamanlarda.

Kendi ailemi düşününce de ahlanmıyorum. Vay şununla evlenseydim filan yok. Evlilik bu işte; dışarıdan görünen cilalı imajların dibi küflü hep. Bizimkinde hiç olmazsa sevgi var, saygı var. Ha tabi bir de bir sıpa var ki, her ne kadar Artemis’in telafuz ettiği kısıtlama olayı olsa da şu anda direk duygusallaşıp yaradana kurban, ben o sıpaya kurban filan edebiyatına giricem, karizma çizilecek.

Geçmişten sürüklediğim iki hayal var ama. Uzundur benimle gelen. Birincisi keman. Cidden çok istiyorum bir konser salonunda çalabilmeyi. Ama salon bomboş olacak. O akustiği duymak bile yetecek bana. İnsanlara çalmaktan çok haz etmiyorum zaten. İnanılmaz bir şekilde heyecanlanıyorum, bacaklarım zangır zangır titriyor. Hiç bir abartma yok bunlarda. Neyse, belki ileride parası neyse verir tutarız bir salon. Olmadı Maltepe’de bir düğün salonu tutar çalarız aynalara karşı, heheh.

Diğeri de hayvanlarla ilgili. Sağlığım elverirse Ilgaz’cım kendini kurtarınca, yani ne bileyim üniversiteyi filan kazandığında tamam anne, azat buzat derse eğer, hayvanlarla ilgili bir iş yapmak istiyorum. Bu mesela Afrika’da bir milli park olabilir ama bünyem de her bir halta alerjik kardeşim, orada beni bir böcek sokar ben yamulurum filan diye de korkuyorum. Ya da belki gidip Amerika’daki hayvan kurtarma polisleriyle çalışırım. Gönüllü kuruluşlar bunlar, bağışlarla ayakta duruyorlar. Afrika’dan daha bir medeni hiç olmazsa. Karın tokluğuna çalışırım valla. Zaten o yaşta neye gerek kalır ki?

Bir hayal daha. Bu okulda çalışmaya başladığımdan beri geliştirdiğim. Okulun içinde yaşamak istiyorum ben. Belki bir gün lojmana filan başvururum ve bu inanılmaz ayrıcalığı kazanırım. Bu diğerlerinden daha kolay görünüyor olabilir ama onlardan çok daha zor. Neden? Öyle işte. Çünkü buraya girersem çıkmam bir daha ben :)

Ve sonuncusu: Bir gün Burcu’yla birlikte yaşamak istiyorum. Önümüzde öyle bir örnek var; abla kardeş seksenin üzerindeler ve hala beraberler. Bu yolun sonuna geldiğimde Burcu’yla birlikte olmak istiyorum. Bu bizim hep konuştuğumuz bir hayal. Ve en zoru sanırım.

Okuyan ve gönlü çeken herkes hayalleri konusunda mimlenmiştir.

marruu

11 Eylül 2008

Okul başlarken


Okul haftaya başlıyor ama ben ilk öğretim açıldığından beri sabah sekizde okuldayım. Ilgaz’ı bıraktıktan sonra ne yaparsın? Yürüyorum yahu, ve kendimi acayip iyi hissediyorum. Arabayı Hazırlık’a bırakıp allah ne verdiyse yürüyorum. İlk gün 25 dakika yürüdüm. Sonra yarım saat. Bu sabah tam 40 dakika. Ama öyle salına salına değil, arkamdan birileri koşturuyor gibi yürüyorum. Çok da mutluyum. Bacaklarım zonk zonk ediyor ama yine de mutluyum. Bugün deli, “azim işte,” dedi. Yanımızda Gary vardı, o kelime nedir dedi, hiç birimiz karşılığını bulamadık. Biri commitment, dedi, bence değildi. Az önce baktım, determination/devotion filan demiş. Hala da tatmin olmuş değilim. Ama biz ne biçim hocayız böyle, olmadım da değil. Öğretmenler odasındaki herkes soru üzerine armut oldu, birbirine baktı. Devecisinden.

Geçen hafta ve bu haftanın bir kısmı sınavlarla geçti. Yeni kurbanları gördük. Her sene gözüme daha da “genç” görünüyorlar. Hele bugünkü seviye tespit sınavındakiler iyice çoluk çocuk gibiydi. Bazı öğrencinin ifadesi öyle oluyor, bööyle yüzüne bakıyor insanın, gözünün içine bakıyor, ben burada ne yapıcam, annemi özledim filan gibi bakıyor. İki sene sonra tanınmaz hale geliyorlar; bildimcik otu oluyor hepsi, havalarından geçilmiyor. Bugünkü sınıf öyleydi, hiç ukalağa dümbeleği yoktu. (Hassas tahlilci miso)

Sonra yemekhanede eski bir öğrencimi gördüm. Sınavlarda da karşılaşmıştım, arkadaşlarını getirmiş sınava filan, ayaküstü konuşmuştuk. Neyse, yanında da bir başka hoca. (Dönem sırasında o hocanın dersini alan iki öğrencimin teklifiyle ve tabi meraktan dersine girmiştim. Başta çekinmiştim ayıp mı olur diye ama ders anfideydi, kamufle oluvermiştim.) Ben öğrencimi oyaladığım için çok özürler diledim ama çok kibar biriymiş, ben yerlere eğildikçe o daha da ezildi filan. Hoşuma gitti; kibar insan kıtlığı had safhada ne de olsa.

Eski öğrencimin arkadaşları geçti mi diye sorayım dedim, meğerse sınıfımdaki iki Rus kızmış. Ama kardeşim, ciddi bir adaletsizlik var bu tip-şekil-şemal dağıtımında diye düşünmüştüm. Bizim sınıftaki hiç bir erkek öğrenci geçemedi bence o beyaz tişörtler ve muhteviyatı filan sebebiyle diye de aklımdan geçirmiştim o gün. (Burada Talisman'ı da sevgiyle anıyorum). Hay allah, bugün bunların arkadaş olduklarını öğrenince utandım. Sonra bir şey danışmak için kızcağızı yanıma getirdiler, ben de ne kadar aklım fikrim varsa verdim; mahçuptum. Valla.

Haftaya dersler başlıyor. Eski öğrenciler de "geliiiyoruuuz, sizi çok özledik," diye facebook'tan mesaj olayına girmişler zaten. İçlerimin yağı eridi. Okulun açılışını yemin ederim iple çekiyorum.

O kadar kudurdum yani.

marruu


5 Eylül 2008

Yazı dizileri


Okuduğum gazetenin yazı dizilerini genellikle seviyorum. Hiç dokunulmamış konulara el atma cesaretleri var. Örneğin Ermeni meselesi. Veya çok dokunulmuş, hatta her gün pespaye gazetelerde irdelenen, sorunlara güya çözüm üretilen filan konuları da daha tıbbi bir yaklaşımla ele alıyorlar, hekimleri de konuk ediyorlar zaman zaman. Örneğin cinsellik. heheh

Neyse, son konu alkolizm’di. Yanlış olmasın, sanırım 6 gün sürdü. İlk beş gün bağımlılarla yapılan röpörtajlar vardı. İnanılmaz öyküler, inanılmaz miktarlar. Örneğin eroin-kokain bağımlılığını yenmek için alkolik olmuş bir adamın öyküsü vardı bir gün. Yurt dışında yaşamışlar eşiyle, ikisi de kullanıyormuş eroin. Adam taksi şöförlüğü yapıyormuş, kazancı yerindeymiş. Ne zaman kokaine başlamış, o zaman maddi olarak ve dolayısıyla manevi olarak çökmüş. Bunları bırakabilmek için de alkole sarmış. Neyse, bilmem ne zamandır ayıkmış.

Bir başka adam alkol yoksunluğu durumunda insanın her şeyi yapabileceğinden bahsediyor. Çok paralar kazanmış işinde, ama tabi alkolle hiç bir şey yürümüyor diyor, her şeyini kaybetmiş. O kadar parasız kalmış ki annesinin evine gidip, kadını öldürüp bileziğini bozdurmayı filan bile düşünmüş. Yoksunluk böyle bir şey işte, diyor. O da uzun bir süredir ayıkmış. Bir başkası ayda beş yüz kutu bira içiyormuş. Şimdi o da iyiymiş.

Hikayeler üç aşağı beş yukarı böyle. Küçük dayım alkolik olduğu için aslında okuduğum şeyler hiç de yabancı değil bana. Kendisi kimseyi öldürmedi, ama çevresindekileri ölmekten beter etti. Yaşadıkları küçük şehrin sokaklarında çırılçıplak gezip dilendiğini, bir çok sefer büyük dayımın bütün gece aramadan sonra kar içinde, çamur içinde bir köşede kıvrılı bulduğunu, hiç bir refleksini kontrol edemediği için üzerinde kurumuş kakalardan çişlerden vücudunun yara içinde kaldığını bilirim. Dedim ya, küçük yer, bir de üzerine ailenin duyduğu utanç binince yeme de yanında yat oluyor işte.

Son günkü yazıda kimsenin hikayesi yoktu. Bir hekimle yapılan röpörtaj vardı. Kimler alkoliktir, yakınlar ne yapmalıdır, adsız alkolikler ve bunun gibi bilgiler veriliyordu. Kimler alkoliktir kısmı cidden şaşırttı beni. Örneğin akşamcıları alkolik olarak nitelendiriyordu bu hekim. Bir de örnek vermiş; 85 yaşında bir beyin bilmem kaç yıldır akşamcı olduğu için alkolik olduğunu söylüyordu. Bu tarz insanların yardım alması gerektiğini vurguluyordu. (Bilakis, ben bu amcanın her ne içiyorsa içtiği şeye devam etmesini öneriyorum; 85 yaşına gelmiş, demek ki bu şekilde iyi etmiş, has etmiş.)

Çok mantıklı gelmedi bana. İçilen miktar önemli değildir, diyordu. Allah allah? Bizim aile geleneğinde içki içmek vardır; ben kendimi bildim bileli her akşam annemle babam birer kadeh rakı içerler. Şimdi bu insanlar alkolik mi yani? Bir başka ilginç yan da toleransla ilgiliydi. Eskiden bir birayla sarhoş olanların toleransı artar, bu iki bira-üç bira olur, diyordu. Bunun bir tehlike işareti olduğunu kabul edemiyorum açıkçası, tehlike herhalde ancak bu miktar düzenli bir şekilde artarsa olur. Ama hayır, bu şekilde artan toleransta tehlike vardır diyordu. Üçüncü bira tehlikelidir!

Son günkü yazı beni çok etkiledi. Daha doğrusu rahatsız etti ve oradaki hekime karşı güvenimi kaybettim. Önümde gerçek bir alkolik var, ama hekimin söylediğine göre annem, babam, eşim ve ben, hep birlikte alkolik olmuşuz bile. Ve aldığımız alkolün gündelik hayatımıza zerre kadar etkisi yok. Babam bir cerrahtı ve yaş haddinden emekli oldu; bu bile yeterli herhalde.

Bu arada adama da niye bu kadar öfkelendiğimi de anlamadım, kendime de sinir oldum. İçimde böyle bir korku da var demek ki.

Ay misocum ya, ne salaksın sen. Öylesin, valla. Korkma, korkma...

marruu

22 Ağustos 2008

Boynum ve belim ve saire


Boynum hep yumuşak karnım olmuştur. En hassasım. Hemen tutulur, hemen migrenime kapılar açar. Son zamanlarda sıcaklık ve terleme durumları abarttığı için yanımda (kah boynumda kah çantamda) tülbent gezdiriyorum. Nenelere döndüm diye de kendimle dalga geçiyorum ama o ensedeki ve omuzdaki ter en ufak bir rüzgar yediği anda en az iki gün eziyetini çekiyorum. Adale ağrısı bir yanda, migren diğer.

Hep aslında “yaa bir gitsem de göstersem” diye düşünmüşümdür. Bir yanım hep dürter. Korkak yanım. İhmal ettiğm anda babam gibi olacağımdan ürken yanım. Diğer yanım da “amaaan, önemli bir şey olsa zaten duramazsın, du bakali, adale ağrısıdır, çözülür,” der. Diğerinin dürten elini büker, geri iter. Gerçekten de o ağrı iki gün sonra geçer. Rahat yanım diğer korkağa hareket çeker.

Bir hafta önce annemlerde oturuyorum.Giriş kapılarının iç tarafında kocaman bir boy aynası var. Benim bacaklarım aşağıya sarkmış durumda, serbest vaziyette. Önce göz yanılması sandım; iyice bakınca sağ bacağımın sol taraftan daha ince olduğunu gördüm. Dur yahu, yanlış mı görüyorum, annee ya bir bacaklarıma baksana... Aaa, sol taraf daha kalın, ödemin var herhalde. Babam hemen lafın içinde; eee kızım kolay mı, kırka merdiven dayadın, yaşlanıyorsun, bu yaştan sonra kızamık olunmuyor, heheh. Amma keyiflendin be babam, aaa, seni de geçen sene yaş haddinden karga tulumba emekli etmişlerdi di mi? Hani yaşlanmaktan bahsederken, buyur bir heheh de benden. Çok şeker bir ulan eşolueşek de babamdan.

Şeklinde konu kapandı... sanmayınız lütfen. Benim içimi sardı mı bir korku. Babam felç olduğunda Hacettepe nörolojiye böyle bir hasta gelmişti. Bir serviste 6 ay yatınca hastaları da, teşhislerini de, semptomlarını da, yakınlarını da acayip yakından tanıyor insan. Birbirine tutunur oluyor, neredeyse öyle güç buluyor. Neyse, gelen genç bir oğlan, bir bacağın inceldiğini farkediyor annesi, nörolojiye sevk ediliyor. Başka hiç bir şikayet yok, belirti yok. Bir kaç tetkik sonrası teşhis konuluyor: MS.

İçimdeki rahat yanımın ağzının tam ortasına çarpıp susturduktan sonra bir arkadaşımın referansıyla boynum için hemen randevu ve sevk aldım dün. Asıl niyet bacaklar tabi. Bugün sabahki muayene ve çekilen filmlerden sonra boynumda ve belimde bilmem kaçıncı omurlarda fıtık, sol tarafta siyatik, belimde sağ tarafta da bir kırığım olduğu ortaya çıktı. SÜRPRÜÜÜZZ. Şimdi de MR çektirmek için bekliyorum. Kesin tanı olsun, emin olalım, rotamızı belirleyelim dedi doktor hanım.

Neyse, MS durumlarından yırttığımız için bir sadaka verip, önümüzdeki aylarda gitmek zorunda kalacağım fizik tedaviler için sunturlu bir küfür edip yola devam diyoruz.

Bir de tabi ÇOK ŞÜKÜR çekiyoruz.

marruu

21 Ağustos 2008

Ev ve yalnızlık ve özgürlük...


Ilgazcım iki haftalığına babannelerin yanına gitti geçen Cumartesi. Bugün itibariyle o iki hafta bir haftaya inmiş durumda :) Sıkılmış paşam; tabi burada onu ağırlayan kadının enerjisi daha yüksek, araba kullanabiliyor, haydi dondurma peki dondurma, şöyle yapalım mı olabilir... Oradaki yaş ortalaması biraz (heheh) yüksek olduğu için geri gelmeye karar vermiş sıpa. Olsun, gelsin, özledim zaten.

Özlemek bir yana... Özgürlük diğer yana. Özgürlük derken neyi kastettiğimi dün anladım aslında. Hani öyle oraya buraya akayım bir şey yok. Ama cidden bir özgürlük var. Bir de kocayı savuştursak kimbilir neler olacak bu misoya:) Misoyu geçtim etrafındakilere... heheh ki ne heheh... Burada dosta düşmana bir sürü laf söz üretme şansı verdiğimin de farkındayım. Du bakali ne olacak :))))

Neyssse, hafta başından beri istediğim şeyleri istediğim gibi ve anda yapıyorum ya, tatminin o doruğu senin bu doruğu benim dalgalanıp duruyorummm. Salı sabahı yap duşunu, fırla fırla, çabuk çabuk, son Batman’a yetiş, koş koş. Ve yetiştim. Ve koskoca salonda yalnız başıma izledim filmi. En sevdiğim şey; o kadar çok seviyorum ki anlatamam. O yüzden de ilk seans hep en gözde tercihim oluyor. Seans 11.15’deydi. Bileti aldığımda saat 11.13’dü. Zaten eğer biri daha önce bilet almadıysa 11.15 olduğu anda filmi başlatmıyorlar. “Efenim bilgisayarlarımız izin vermiyor, zaman geçince şöyle kitleniyor böyle bilmem ne.” Doğrudur, anlamadığım şeye boyun bükerim, asla tartışmam. Ama Salı günü yetiştim. Ve harikaydı gerçekten de. Sinema salonunda yüksek sesle yorum yaparak film izleme lüksü kimin var? Aaaa diyerek. Hiii diyerek. Tüüüh allah kahretsin diyerek. Çok zenginlerin var böyle bir lüksü belki. Evet evet, miso çok zengindi Salı günü. :))))

Sonra dün... Sabah annemle babamı gezdirdikten sonra hooop eve uçtum. Öğleden sonra saat dörde doğru eve vardım. Zımbırtıya Sex and the City’nin altıncı sezonunu koydum. Kanepeye kuruldum. Hooop, dur bakalım.. O kanepeye kurulma hakkı kimin? Tabii ki kocanın :) Ama gündüz saatleri ve koca eve geç gelecek. Sportif aktiviteler var. Neyse efendim, alt yazı koymadan o yarı uçuk, yarı sapık, yarı kaçık ama hepsi çoğu zaman insan ve çoğu zaman sevimli, ve kimi zaman yaşadıklarını hiç bir bağlamda anlayamayacağım dört kadının maceralarını seyrettim. Ve gidip bir bira açıp şişesiyle içtim. Ve acıktığımda artmış dolmayı içinde bulunduğu küçük emaye kapta ısıtıp tabağa almadan ağzım yana yana, dizimi izlemeye bir saniye bile ara vermeden yedim. Hoop pause yap, koş bir parça Toblerone kopar, on dakika ağzında eriterek ye, sonra ikinciden ne olacak canım deyip aynı şekilde ikinci parçayı kopar, sonra bu sefer arsızlıktan biraz utanarak üçüncü parça için mutfağa koş gel... Sonra biraz su. Bir bira daha. Üçüncü birada hafiften dönen bir başla, kadınların düştüğü yalnızlıkların yüzde doksanına ağlamaya başlayınca DVD player’ı kapa, Animal Planet’i aç, orada kaplan ceylanı kapınca da ağla, derken sarhoş olduğunu anla, git hemen bir Bach koy, öyle bir ses ayarla ki kalbinin tam ortasında gibi çalsın... Evde yalnızsın miso, kim ne diyebilir ki şimdi sana? Sarhoş olma özgürlüğü bu işte. Ellerim kalbimde, bu kadar muhteşem çalınan her bir nota kalbimde... Sarhoş olma özgürlüğünü geçtim, sarhoş olmayı sevme özgürlüğü bile...

Ilgaz, canım, seni ne kadar sevdiğim herkesin ve her şeyin malumu. Bütün bunların ve bu coşkunun, ve bu mutluluğun da sensizlikle zerre kadar alakası yok. Mutlu olduğum şey sensizlik değil. Mutlu olduğum şey biraz zaman kontrolü. Biraz kendimle olmak. O öğrencilik hallerim. O büyülü zamanlar...

Ne zaman?

Miso istediği zaman.

Ah ne zenginim bu hafta :))))

marruu

14 Ağustos 2008

Beyhude dialog


“Alo, teyze?”
“Miso kızım, sen misin?”
(Ya ne bu replik, her seferinde aynı! Aslında benim olduğumu gayet iyi biliyor, 70 yaşını geçmesine rağmen hafızada en az 100 telefon numarası kayıtlı, benim sesimi mi tanımayacak? Ama yarabbim, o rol yapma içgüdüsü...)
“Benim teyze, nasılsın?”
(İçim yanar döner. Ne hissedeceğimi bilemediğim bir insan. Ne hissettiğimi de. Burcu pek rahat mesela; ne onu, ne de oğullarını hiç sevmiyor. Ama ben bu kadar net olamıyorum. Annemin teyzesi aslında. Çocukken bakmış bana bir süre, nazlamış, hala da fırsat versem nazlar. Ama ben yaptığı, söylediği bir çok şeye o kadar uyuz oluyorum ki, ne nazlanması, bilakis olabildiğince az görüşüyorum. Sever beni, biliyorum. Ben de seviyorum aslında. Ama haftada bir telefon, yeter de artar bile. Çok bulaşmak zarar veriyor; entrikaların kadını, dişi Ceyar)
“Ay işte hastayım biraz. Bulantı, kusma, bağırsaklarım...” (Bundan sonraki renk ve yoğunluk içeren detayları size vermeyeceğim. Bildiğiniz şeyler zaten. Ve çok uzun sürer)
“Geçmiş olsun teyze, onu mu yedin, dikkat mi etmedin...”
Ama teyzem esas konuya gelmek istiyor. Hastalık filan pek sarsmamış, öğrenmek istediği şeyler var.
“Kızım dayından haberin var mı?”
Hangi dayımdan olduğu açık. Hiç haberimiz olmayan, haber almak istemediğimiz, belki de ölümüyle hepimizin ne yazık bir oh çekeceği küçük dayım. Zaten dayı diye hitap da etmiyoruz hatırlamadığım kadar uzun bir zamandır. Alkolik kendisi, on bin yıldır. Ben 36 yaşındayım, ben kendimi bildim bileli içer. Bazen insan gibi içki içer, bazen ispirto, bazen bildiğiniz alkol. Arada diazem filan da alır. Tık demez. Kendini çok kaybettiğinde salonun ortasına zıçar, sonra onları duvarlara sıvar... Daha anlatayım mı? Anlatma Miso, anlatma. Herkesin, özellikle de büyük dayımın hayatının içine zıçmış, bir de üstüne yıllardır sıvıyor; salonun lafı mı olur.
“Yok teyze haberim. Senin var galiba?”
Olmaz mı? Benden detay alacak aklı sıra. Ama cidden bir kelime bile bilmiyorum kendisi hakkında. Bilsem de söylemem muhtemelen ama hakikaten hiç bir şeyden haberim yok.
“Galiba siroz olmuş. Ya da olacakmış. Hacettepe’ye yatacakmış. Olmuş mu acaba?”
“Teyze sen daha iyi biliyorsun bak, benim valla haberim yok.”
“Üzüntüden mideme ağrılar giriyor, siroz olmuş mudur acaba?”
“Teyze neye üzüldüğünü anlamadım. Annemin ifadesine göre bu adam aktif olarak minimum 45 yıldır içiyor. Son 40 yılını da alkolik olarak geçirdi. (Kendisi 60 yaşında ve yemin ediyorum benden daha sağlıklı) Siroz olursa diye mi üzülüyorsun? (Sinir tepeme sıçrıyor, ya bu ne yalancılık? Bu ne absürd ve beyhude bir dialog böyle...)
“Vallahi hastalığım geçmedi düşünmekten.”
Ya cidden dudaklarımın ucunda küfürler düğümlendi. Hem de sunturlusundan. Ama tuttum. İnsan bırak teyzesine, bu kadar yaşlı bir insana böyle şeyler demez. Hak etse bile demez. Bu kadar diyesi gelse bile demez. Demedi zaten.
“Teyzecim sen üzme canını. Hadi öpüyorum seni, oğlan çağırıyor beni. Bay baaaay.”

Oldu kızım’ını tamamlayamadan kapatıyorum telefonu. Öfkemin yanısıra ciddi bir şaşkınlık yaşıyorum. Ya niye bu kadar kızdım ben? Teyzem tipik teyzem, dayım tipik dayım, bizimle ailesi hakkında cin kadar bilgi bile paylaşmayan annem tipik annem...

Öfkesi sinir uçlarında hazır bekleyen tipik Miso... Atla Miso, kap Miso...

Neye kızdım ben? Ve baş ağrısı çektim sonra?

Salak miso. Bırak gitsin. Bırak, bırak.

marruu

2 Ağustos 2008

Kıbrıs'ın en ucu


Karpaz’a gittik Kıbrıs’tayken. Haritayı gözünüzün önüne getirin; hani o en uç yer var ya, orayı gördük. Tam o ucun adı Zafer Burnu. (Daha az militarist bir isme şaşardım tabi) Buruna gelmeden hemen önce bir manastır. Ve hala faaliyette. Papazlar filan kalıyormuş, millet gelip yarı hacı oluyormuş. Zaten Dip Karpaz köyünde Rum-Türk birlikte yaşıyorlarmış. Arabayla köyün içinden geçiyoruz. Hristos’un kahvesiyle Eyüp’ün yeri bitişik. Adamlar tavla oynuyor dışarıda. Bir de tabi en güzeli kim Hristos, kim Eyüp belli değil. En güzeli bu; gözlerimi dolduran. Orada masa örtüsü filan satan oğlan bir Rum kızına gönül verdiğini, kızın babasının Hristiyanlık şartı koştuğunu, şimdi kızın kendisine kaçmasını beklediğini anlattı. Oğlan 17-18 yaşlarında. Ve nasıl samimi. Burcu dalga geçiyor her zamanki gibi; esnaf dostu Miso, konuşturdun yine oğlanı.

Az sonra kiliseye girmek istiyoruz ama benim kıyafetim fazlasıyla yazlık. Bir şort, bir bikini üstü. (Ama kardeşim, hava gölgede 40 derece. En az.) Kilisenin önünde tahta bir iskemlede oturan yaşlı teyze yüzüme bile bakmadan eliyle beni ittirir gibi yapıyor. Beğenmiyor. Ve haklı. İbadet yerine böyle cıbıl girilmez. Az önceki oğlan hemen bir şal getiriyor. Sarı bir şal, altın işlemeli. Şen dullara benziyorum, gülüşüyoruz. Kilisede muazzam avizeler, Latince dev gibi bir İncil (kilisede başka dilde İncil olur mu, emin değilim) ve bir sürü ikona, mum falan filan. İçerisi o kadar serin ki anlatamam. Dışarının sıcağından sonra insan orada yüzyıllarca kalır gibi geliyor. O teyze de yüzlerce yaşında gibi zaten. Dışarıya gerçek hayata çıkıyoruz. Artık 50 derece.

Bu bölgeye yeni yeni elektrik vermeye başlamışlar. Yazlık ev veya otel izni yok. İki yıldır kıyamet kopuyormuş izin çıksın diye. Ufak ufak başlamış ne yazık ki. Ve eminim ki daha iznin “i”si göründüğü anda baltalar elimizde, mahvedelim doğayıı. Doğa? Afidirsiniz ama ben böyle bir yer görmedim. Evet, çok fazla gezmişliğim yok ama internet erişimimiz var çok şükür. Deniz, kum... Maldivler halt etmiş desem? Ve çok ciddiyim. Ama ne yazık ki tahrip gücü çok yüksek bir milletin habitatı burası. Anavatan gibi. Ne güzelll... Tek eksiği golf sahaları yakında çıkar bir uyanık. Ya da anavatandan sıçrar gelir. Yoksa başka hiç bir farkımız yok. Susuzluk had safhada, havuzsuz villalara insanlar burun kıvırıyor. Anlatabildim mi?

Yurtdışına giden herkeste aynı cümle: “adamlar ellerindekini nasıl da koruyor”. Bizde de tam tersi. Irkan mı kaynaklanıyor bilmiyorum; hem Türkiye’de böyle, hem de Kıbrıs’ta. Hani hem zıçıyoruz, hem de üzerine sıvıyoruz. Ziyadesiyle. Afeden yani.

Döndük artık. Evimizdeyiz şimdi. Burcu’nun kokusu bile burnumda. Ve gülmekten çatladığımız şeyleri düşünüp düşünüp sırıtıyorum hala.

marruu

24 Temmuz 2008

Şimdi ODTÜ’de olmak…


M e l i h G ö k ç e k’in yaptıklarına bakıp da "inanılır gibi değil", demeyiniz. İnanılır efendim. Çünkü bir insanın başına gelebilecek en tehlikeli şey cahilliktir. Çünkü cahil olduğunu bilmez. Ve cahillik de yalnızca eğitimle tedavi edilebilecek bir hastalık değildir. Ne yazık ki… Kişiliği törpülemek ister, egonla başa çıkabilmek ister, ve elbette ki eğitim ister.

Bu adamın Genel Başkanım dediği adam televizyona çıkıp da en az üç çocuk yapın, demedi mi? Seyrettiğimde, “ah cahil,” demiştim içimden. Ve dışımdan. Ve her yerde de bunu söylemeye devam ediyorum. Bırakın ülkenin fakir olmasını, dünya kaynakları artık öyle bir boyutta ki, iki çocuktan fazlası tüketim bağlamında artık hak yemeye giriyor. Yiyecek ve su tüketimi, kapladığımız alan, yarattığımız kirlenme ve bunun gibi noktalardan bahsediyorum. Bütün kalbimle de bu söylediklerimin sonuna kadar arkasındayım.

Şimdi de bu cahil… ODTÜ’yü yıkacakmış. Bak sen… Hayatımda hiçbir şey beni bu kadar öfkelendirmedi ve heyecanlandırmadı. Dedim ki evin beyine, eğer böyle bir şey olursa gidip okulda yatacağım. Yerlerde, çimlerde, banklarda; nerede gerekiyorsa orada. Eğer o yıkım araçları okula girmeye kalkarsa benim gibi kaç manyak varsa onlarla bir olup gecekondusu yıkılan insanların yaptığı gibi can havliyle kendimi araçların önüne atacağım.

Pis herifler. Çekin ellerinizi üzerimizden. İnsani evrimin tersine işlediği bir yer haline getirdiniz koskoca ülkeyi; elimizde kalan tek kaleyi de size bırakacak değiliz. Diye bağıra çağıra gezsem, haykırsam... (Biliyorum, hiç bir şey olmaz. Zaten böyle sloganvari konuşmak da pek içimi bayar.)

Bu herif eğer geri adım atmasaydı belki de toplumsal kıvılcım bile olabilecek düzeyde bir olaydı bence bu. Ama kurnaz bir hayvan edasıyla anladı hatasını, zırt diye çark etti.

Burada, herkesin önünde olayların başından beri (Eymir talebi ve sudaki arsenik oranı) duruşunu hiç bozmayan, “bekçi kulübeleri de kaçak, gelsin onları da yıksın” diyerek olaya mizah da katan sevgili rektörümüze de saygılarımı sunuyorum. (Yalakalık sanılmasın diye de ismini yazmıyorum, çamur atılmasın lütfen)

Cidden ya; ODTÜ’yü yıkmak Güven, Özveri, Tecrübe ister. (R a d i k a l’den alıntıdır) O da bu herifte bir tek işe yarıyor.

marrr pıhhhh

9 Temmuz 2008

...

Ya ben hani öğrenmiştim insanları değiştirme ihtimalim olmadığını? Ve cidden hani büyük hayal kırıklıklarının sebep olduğu çabalarla öğrenmiştim bunu. Demek ki beklenti kuyusunu ne kadar taşla doldurursanız doldurun aradaki boşluklar mutlaka bir şekilde bu talebi devam ettiriyor.

Etrafımda beni seven, sevgisinden emin olduğum ama bunu göstermekte zaman zaman aciz kalan insanlar... Kimi zaman... Ya da çoğu zaman. Kişisine göre değişen... Ve benim sevgi anlayışım galiba biraz da “ben”den sıyrılıp, “ya o”ya yönelmeyi gerektiriyor.

Ve neden bu kadar zor olduğu da aynı şekilde anlaşılmaz... Ve tabi kırıcı... Ve yorucu...

Ve sorgulandığında ciddi bir soru cevap, başörtmen suçlu öğrenci diyaloğuna dönüşen anlamsız diyaloglar... Hiç sevmediğim. En sevmediğim. Bu yüzden konuşmaktan bile kaçındığım.

"Beni seven ama beni sevdiğini göstermekten aciz..."

Peki neden?

Çok mutsuzum bugün

marruu

30 Haziran 2008

Şok Şok Şok



Bebek hayırlamaya bir arkadaşlara gittik akşam. Hoş beş, nasılsın, zor valla, bilirim çok zor, ama kardeşim bu sizin ikinci, ilki yeterince net değil miydi (üstelik ilki on kaplan gücünde bir çocuk-çocuk demeye dilim varmıyor), valla haklısın, ama çok tatlı snıff muhteşem de kokuyor, kızım ben bile öyle kokuyorum, acık kucağımda kalsın da ben de öyle büyülü kokayım, heheh...

“Ya miso duydun mu?”
“Neyi?”
“Bizim ...’lerin başına geleni.”
“Nooldu ya, benim bir şeyden haberim yok.”
“Ben bir gün xx’i aramıştım, hamileydi ya, bir şeye ihtiyacın var mı diye. Tam konuşurken şarjı bitti. O da eşinin telefonunu açmış oradan ararım diye...”
(Devamını anlıyorum direk, ama yüzüne bakmaya devam ediyorum, benim fesatlığım olarak kalsın istiyorum bu tahminin)
“O sırada xy’ye bir mesaj geliyor. Seni çok özledim. Çok ama çok özledim diye.”
“Eeeğ?” diye inliyorum. (Cidden inliyorum ama. Kız sekiz aylık hamile. İlk bebek yaşasın diye çok uğraşmışlardı, bir sürü kanama bilmemne. En sonunda ölü doğurtuldu. Korkunç bir travma tabi. Sonra doktoru suçladı bir çok kişi; bu kadar genç iki insanın ilk bebeğinde bu kadar ısrar neden diye. İlk bebeklerin yedide dördü düşer, bazen anne farketmez bile demişti bana doktorum örneğin. Üstelik kendisi infertilite uzmanıydı. Biz de bir lokma infertildik o zaman. Sonradan üreyiverdik.)
“Eeesi öyle. En sonunda ikna edebildik boşanmaması için.”

Omuzlarım düşüyor. Zamanlama korkunç. Ortaya çıkma durumu çok kötü. (Hoş, iyisi nedir, hiç bilmiyorum. Ya da var mıdır?) İyi etmişsiniz, diyorum, başka diyecek bir şey yok. Oğlan bin pişman. İşin kötüsü hikaye herkesin dilinde. Arkadaş olayı öğrendikten sonra atlıyor, oğlanın çalıştığı dersaneye gidiyor. Ve kızla yüzleşiyor. Utanmıyor musun sen evli bir erkeğe böyle bir mesaj çekmeye? diye soruyor. Kız fevkalade meşin kıvamında; ben ne utanıcam, kocana sor, diyor. Aranızda ne var diyor yine bizim salak. (A be salak, daha ne soruyorsun, belli değil mi, arkadaş üç bin motor, üstelik dizel.) Onu da kocana sor, diyor. Bizimki süklüm püklüm geri dönüyor. Öyle mi? Bir öfke sarıyor, alıyor telefonu eline, kocasının bütün arkadaşlarını sıradan arıyor, sizin arkadaşınız bana böyle böyle yaptı diye olayı anlatıyor. Oğlanın başı yerde, valla sadece flört ettim, bir şey yapmadım diyor, ama hiç kimsenin de yüzüne bakamıyor.

Şimdi iyiler; yani biz geçen hafta bebeklerini hayırlamaya gittiğimizde iyilerdi. Biz olayı da bilmiyorduk ya, hiç bir şey de çakmadık. Bu arada kızın babası acayip hovardaymış; “ben bilirim, bunlar bir başladı mı hiç bitmez, sürekli aldatırlar,” demiş. (Ne bu be, bir tür hastalık mı?) Bir haber daha: Özür için bir B M W alınmış arkadaşa. Ben arabayı gördüm, soyunup kendimi arabanın üzerine atasım filan geldi; o kadar güzel ki tarifi mümkün değil. Olayı da aşmışlar biraz. Hatta geçen gün cici arabalarıyla bir yere gidiyorlarmış. Işıklarda yanlarında bir Mercedes jip durmuş. İçinde de bir hatun. Kız arkadaş eşine dönüp “Bu kocasını g r u p s e k s yaparken filan yakaldı herhalde,” diye şakasını bile yapmış.

Diyecek başka bir şeyim yok. Ama affetmekten yanayım ben, bir tek o var. Kimsenin psikolojisini tam olarak bilmek mümkün değil. Yargılamak ise çok ayıp. Cidden ayıp. Herkesin kendi iç dinamiği var.

B M W ise MUHTEŞEMMM.
Ama öyle cidden:)

marruu

24 Haziran 2008

Örtmenim hakettin ama…

“Misoğğğ”
Ayy. Eyvah diyorum içimden. Halbuki ne güzel gerginliğimi yenip gelmiştim sınava. Bunu mu görecektim sabah sabah? Aslında iyi bir insan, biliyorum. Ama beni de, deliyi de çok üzmüştü ilk senemizde. O deliyi, ben de onu ağlatmıştım. Bir temiz. Heheh. Biliyorum ayıp, ama o o zaman bilmemişti bunu. Özür de dilememişti. Ben de dilememiştim. Öyle sona ermişti ilişkimiz.

“A meraba, günaydın.”
“Miso, sana çok iyi bir haberim var.”

Ne olabilir ki? Sen bana bırak çok’u, iyi bir haber bağlamında ne anlatabilirsin ki? Mesela yeni hocaları eğitme işi sona erdi dese? (Ya inanılmaz, şimdi de ablası kan alıyor. Hem de bizimkinden çok daha fena bir şekilde)

“Ya? Ne oldu?”
“Benim büyük kız dörde geçtiği için öğretmenine yemek verdik. Yine birinci sınıf alıyorsunuz bu sene, değil mi, diye sorduk. Yok, dedi, 1-E’nin öğretmeni ayrılmış, o sınıfı alıcam dedi.”
“Ya C, ciddi misin? Neden ayrılmış?”
“Yok şekerim, ayrılmamış, postalamışlar. (Şekerim? Ne zamandan beri? Ama öyle bir haber ki bu, bir süreliğine birbirimizin şekeri filan olabiliriz yani. Pis, oportunist miso!) Öğretmen ayrılmış dedi ama kaş göz etti. (Ya madem böyle bir haber veriyor, niye kaş göz ediyor, söylesene kadın dosdoğru) Herhalde şikayetler artmış.”
“Sizin öğretmen nasıl biri?”
“Aman sizinkinden sonra şeker gibi. Tatlı-sert.” (öğğğ, gene mi, önceki için de böyle demişlerdi, bir de çok başarılı demişlerdi. Tatlısına hiç rastlayamadık yıl boyu. Bağırıp durdu. Diğer sınıfların velileri bile şok oldu, o kadar yani) “Yok, bakma öyle, cidden çok iyi bir öğretmen. Haydi hayırlı olsun.”
“Çok iyi bir haber cidden, teşekkür ederim.”
“Baaay”. (Bu Amerika’da büyümüş, serpilmiş, böyle konuşuyor, kusura bakmayın)

Aralık gibiydi sanırım, bir doğumgününde konuyu açmıştım da, hanımefendiciyim diye konuşan bir gerzek lafı ağzıma tıkamıştı. Ben de fazla bir şey söylememiştim. (Belki de sıkıntı çeken bir bendim, hatta o zaman buraya da yazmıştım.) İki üç hafta önce Ilgaz’a yalancıktan doğumgünü yaptık. Okul arkadaşlarını istedi yalnızca. O gün servis yapmaktan pek sohbete katılamadım ama veliler öğretmeni çok sıkı çekiştirdiler. Bıyık altından gülüp durdum. (Bıyık da gerçek, terbiyesiz Kıvır’a göre sigaralı ortamda sararıyor bile, heheh) Akıbeti bu olacakmış demek.

Ama mutluyum ben. Kusura bakmasın kimse. Biz de öğretmeniz ama kimseye böğürüp durmuyoruz. Kimsenin el kadar çocuğunu da ürkütmüyoruz. (Deve kadarları korkutuyoruz; o da gerektiği kadar)

Marrruu, heeeeyyy

12 Haziran 2008

Yıl Sonu


Dönem bitti sayılır. Bugün ilk proficiency’ye girdik, haftaya Salı ikinciye giriyoruz. Sonrasında, çıkarsa yaz okulu; çıkmazsa eylüle kadar serbest dalışlar geçidi.

Bugün bölümün partisi oldu bahçeye açılan tek kantinin bahçesinde. Muhteşem mamalar, ama ılık denilemeyecek kadar sıcağa yakın içecekler, sesini hiç duyamadığımız üçlü bir canlı müzik grubu, konuşmalar, gülüşmeler... Kimileriyle sıcacık karşılaşmalar-kimilerinin gözlerindeki ölgün-ışıltısız ifadeler, kimisinin her bir dediği doğru-kimisinden yalan iltifatlar... Canımm, saçların ne güzel olmuşşş... Benim mi? Yalan konuşma, bir tokayla tepeden tutturmuş işte diyesi gelen misolar. Ya biz kadınlar ne kadar enteresanız cidden. Muhtemelen yağmuru yemiş saçları ciddi sıçan gibi görünmekte ve bundan gözlerini alamayan fönlü arkadaş nasıl kıvıracağını bilememekte. Onun fönünün asla ve kat’a bozulmaması da ayrı bir yazı konusu belki. Hakkında bir kelime bile yazamayacağım bir yazı.

Okulun bitiyor olması hep bir boşluk, bir anlamsızlık benim için. Hiç bir zaman taaattiiil naraları atamadım. Aslında bu okulla ilgili bir şey bu. Gidesim olmadı hiç; gidince hep bir eksiklik hissettim. Bu sene de aynı şey oluyor işte. Sınavı yapan ve hiç birini tanımadığım öğrencilere baktıkça basanlar bastı. Göz göze geldiklerimle sessiz bir anlayış, anlaşma, derdi varsa anlamaya çalışma... Yani bir de içlerinden birini tanıyor olsam bütün sınav boyunca kaş göz desteğini aşan skandallar mı olacaktı acaba? Yok artık, daha önce kendi öğrencilerimin sınavına girmişliğim var; hep hoca gibi davrandım, hiç mahçup etmedim miso’yu. Aferin, tecrübe bu işte.

Yaz böyle bir şey, okul akşamları başka sahiplerine kalıyor. Stad tenha oluyor; sadece yaz okuluna kalan çocukların az bir kısmı geliyor. Stadın en ucunda oturup deli bir kuvvetle sahayı sulayan fıskiyeyi seyretmek muhteşem bir şey. Başka hiç bir ses olmadan onun fırlattığı suya bakıp rahatlamak. Okulun içi de harika. Geçen yaz bir gece yürümüştüm uzun uzun. Aradaki yolda. Hiç kimse yoktu, bir allahın kulu bile geçmedi. Mimarlığın oradaki banklara oturmuş düşünmüştüm. Kokum ağaçlardan gelen kokulara karışmıştı; orada zaten oraya ait bir parça gibi hissetmiştim kendimi. Orada doğal olarak yetişen bir şey. Ne? Bilmiyorum. Ne düşündüğümü de hatırlamıyorum; sadece okulun o halini çok sevdiğimi, o yalnızlığımda sonsuz mutlu olduğumu hatırlıyorum.

Bu yaz gelirim yine bir gece, okul benim gibi hissederim, çok sevinirim kendi kendime. Okul benim aslında; ve bunu düşünmek bana çok çok iyi geliyor.

marruu

15 Mayıs 2008

Anneler günü ertesi


Biter mi bu konu? Bitmez. Söylemedi demeyin. İçimde kalmasın, yazayım.

Haksızlık etmek değil bu aslında. Cidden. Bütün samimiyetimle söylüyorum. Timsah gözyaşları da değil. Ya da dikkat çekmek. Yok yok miso, sen süper bir annesin, sin sin sin...

Bu annelik bende enteresan etkiler yaptı. Farklı noktalardan sorgular oldum, farklı noktalardan eğilip büküldüm, bazı konularda daha bir toleranslı, diğerlerinde ise taşoğlu taş oldum.

Nasıl bir anneyim? İyiyim, iyiyim. Kendi gözümde bile sınıfı geçiyorum. (Ki bravoyum bu noktada, çakarım hemen kendime çünkü, bir kendimi affetmem öyle kolay kolay. Yılların hesaplarını veremez hallere düşerim bazen; ipe sapa gelmeyen olaylardan döküp döküp attıramadığım pamuk-yün liflerine dönmüş hesaplarım var. Neredeyse ilkokuldan diycem yalan olacak; ama var çok uzaklardan) Tüm dünyam Ilgaz efendi oldu. Ne yedi, ne içti, ne giydi, iyi mi, hoş mu, mutlu mu, huzurlu mu, içinde hıdır var mı, varsa giderildi mi... Radarlar hep açık, gözüm hep üzerinde. Kalbim hep onda, canım o, canım o.

Bi dakka. Pardon. Bazen bağırıyor muyum? Ufff, ben bile korkuyorum çığlara davet sesimden. Haklı mıyım? Ne yazık ki hep değil. Bazen bir fırça... Ya ne yaptı çocuk? Buna mı anırdın bu kadar hayvan miso? İşte nefret ediyorum kendimden o anda. Ve sonrası anlarda. Ve yapıyorum kardeşim ben bunu, içimdeki öfke cinleri ben daha tutamadan o kocaman ağzımdan akıp gitmiş oluyor. Nefret miso, kahrol. Niye yapıyorsun? Yorgunluk mu? Yorulmaaaa. Başka bir sıkıntı mı? Gideeer. Yok yahu, bahane bulma, kişilik işte. Biliyorum.

Ve biliyorum, Ilgaz bunun hesabını tutmuyor. Ilgaz o gece yatıp, ya ne manyak bu da, yine niye bağırdı demiyor. Ama biliyorum ki çocuğun içinde bir yerleri didikleyip duruyor benim bu işim. Ve sayamayacağım daha bir çok farklı işlerim. Belki de farkında bile olmadığım. Ama onu didikleyip duruyor. Bir gün anlayacak. Dökecek hesapları. Önce kendine.

Biliyorum çünkü var benim de hala gideremediğim hesaplarım annemle. Örneğin kağıt oyunundan nefret ederim ben. Konken masalarında büyüdüm çünkü. Rolans, sür, sür-rolans... (sonuncu sokar adama) O kadınlardan, o adamlardan, annemden ve özellikle annemden, gece sabahlara kadar gelen seslerden, sigara kokularından, başkalarının evlerinden sabaha karşı beşte dönerken arabalarda Burcu’yla birbirimize sokulup titremelerden... Nefffretttt ettim. Yıllarca. Yıllarca sesli-sessiz yalvardım bu iş bitsin diye. Olmadı, olamadı. Yani annem öyle bir kağıt oynar ki kardeşim, 500 yaşına kadar yaşasa Alzheimer olmaz, o kadar bir kağıt mağıt sayar yani. Saydığı her kağıt da nefretimi o kadar katmerlendirir.

Ilgaz bey? Dökül bakalım efendi paşa, ben-biz neler yapıyoruz acaba seni nefret ettirecek? Kaçınılmaz olan bu işte, bu yüzden bu kadar korkum, sinirim, sıkıntım. Yoksa azami dikkat ve sevgi tabi var.

Anneme sor, o da bunu iddia ediyor. En acıtanı da bu zaten.

Veremeyeceğim cevaplar.

marruu

11 Mayıs 2008

Günümüz

Ben biliyorum ki bazen bu işi hiç beceremiyorum.
Bütün iyi niyetime rağmen, bütün çabama rağmen.
Ya cidden uğraşıp duruyorum aslında ama bazen olmuyor işte.
Kendimi Ilgaz’ın yerine koyuyorum ve “ya ne iğrençsin sen,” diyorum kendi kendime.
Ama dönüp baktığımda yine aynı şeyi yapıvermiş oluyorum.
Yine.

Bir gün aklı başına gelip sorgu-sual yapmaya başlayınca...
Neler düşünecek hiç bilmiyorum.
Öğrenmek ister miyim?
Pek sanmıyorum.
Ama bundan da emin değilim.

Ilgaz’ın bilmesini istediğim tek şey gerçekten çaba gösterdiğim.
Hayattaki her şeyi onun üzerine kurgularken,
elimde avucumda ne varsa ona doğru uzatırken,
içimdeki “ben”i de biraz korumaya çalıştığım...

Ilgaz, canım,
İyi ki varsın
İyi ki bugün benim de günüm.

Herkesin anneler günü kutlu olsun.

marruu

1 Mayıs 2008

Hocam, bir şey konuşabilir miyiz?

“Hocam.”
“Efendim karizma beğ.”
(Gülüyor ağzını eğerek. Allahım, ne karizmatik bir çocuk, ne ağır abi bu böyle. Bir yandan öyle geliyor, bir yandan da komik. Bu kadar genç yaşta sığınılan bu karizmanın biraz da komik ötesi-gülünç bir yanı yok mudur? Üzerine büyük gelen bir ceket gibi...)
“Hocaaam...”
Laf niye uzuyor anlamıyorum. Yüzüne bakıyorum. Var bir karın ağrısı ama dur bakalım.
“Söyle ...cım.”
“Hocam sizinle bir şey konuşmak istiyorum ben.”
“Konuşalım tabi, söyle.”
Çatlıycam artık. Gözünün en içine bakıyorum. Çabuk, çabuk söyle diycem utanmasam.
“Hocam ben çok kötüyüm.”
Hoppalaaa. “Neyin var ...cım?”
“Hocam ben okulu bırakıp askere gidicem galiba.”
Öğğğğ. Neee? “Dur bakalım, nereden çıktı şimdi bu? Evde filan mı bir sıkıntı var?”
“Yok hocam. Ne bir şey yapabiliyorum, ne ders dinleyebiliyorum. Çok kötüyüm hocam.”
Ayy, aşık olmuş bu salak. Heheh.
Bir süre konuşmadan birbirimize bakıyoruz. Ben gülümsemeye başlıyorum. O da gülümsüyor. “Ümitsiz mi?”
“Hem nasıl hocam.”
“Konuştun mu kendisiyle?”
“Evet hocam.” (Aaa, bunu hiç beklemiyordum. Ağır abi ya bu... Demek değilmiş.)
“...cım, bak şimdi beni dinle. Okulu bırakmak büyük delilik olur. Bir daha o kadar dersane hamallığı çekebilir misin? Hem geldiğinde çoluk çocuğa kalırsın. Biraz zaman tanı, düzeleceksin, emin ol.”
Bakma çocum yüzüme bön bön. Tek kaz sen misin? Bak karşında gelmiş geçmiş en şanlı kaz duruyor. Heheh.
“Hepimizin başına geldi inan. Ve iyileşiyor insan bir süre sonra.”
“Diyosunuz...”
Ya bu ilk defa aşık olmuş galiba.
“Valla bak. Hepimiz yaşadık, yemeden içmeden kesildik. Sonra da kediler gibi kendi kendimizi iyileştirdik. Hem memlekette hatun kıtlığı mı var? Allllaalllaa.”
Gülüyor. “Bana biraz ödev durumlarından müsamaha gösterir misiniz?”
“Tabi gösteririm. Hadi sen yaralarını sar.”

Bu konuşmayı yapalı iki hafta filan oldu. Şimdi çok daha iyi tip. Ödev yapmaya başladı. Yine ağzını eğip gülüyor. Bir de not yazmış bana. “Şimdi daha iyiyim. Hala tam iyileşemedim ama çabalıyorum. Alakanızdan ötürü teşekkür ederim.” Ufff, laflar da çok karizmatik. Cidden üzülüyorum. O kadar içten yaşıyor ki. Bu ağır abiler de hep böyle daha bir şamar etkisiyle yaşıyorlar. Tespitim budur.

marruu

24 Nisan 2008

Bahar…

Büyümeye dair en büyük sıkıntı galiba KILAVUZ ibrasinin kendinize dönmeye başlaması. “Kontrol” durumlarının şirazesinden çıkıp tekrar dönüp size patlamasından bahsediyorum; tek sorumlu olan size. Evet, başlıkla bütünleşin lütfen, bana BAHAR geldi. Yine. Ya ben ne yapacağım bu mevsimle, bir türlü çözemedim, bulamadım gitti.

Diyorum ki bunu bulmak o kadar imkansız bir şey ki sana miso, bırak, çabalama yahu! “Çabalama kaptan ben gidemem halleri” yani. Tarif de edemiyorum içimdeki didiklenmeyi. Bir tarif edebilsem aslında, belki daha bir sakinleşecek, belki de içimdeki ampirik miso, “bak kızım, yıl şu, şöyle yapmıştın da böyle olmuştu,” deneyimlerini gösterecek çatır çatır. Ve anlayacak bu miso. Ya da bilmiyorum, anlamayacak, her şey olacağına varacak, ve saire...

İçimdeki ben- dışımdaki ben. İkisi birbirini tamamlar mı, dışımda olanı Oscar’lık oynar mı, zaman zaman oraya buraya çarpa çarpa-sendeleye sendeleye yolunu bulmaya çalışan içimdekine serin bir tebessümle bakıp bekler mi o dışımdaki...? (Sarhoş olası mı gelmiş bu misonun?)

Merhaba hocam, merhaba, nasılsınız, iyiyim, çok iyi görünüyorsunuz, teşekkürler sen de... derken az önce kulağımdan uzaklaştırdığım aryalarla koşmaya başlayıp hiç kimseyi, hiç bir yeri tanımadığım, en ufak bir aşinalık bile besleyemeyeceğim kaar yabancı bir yere ulaşmak... (Kore?) O zaman durmak?

Sorun ne? Sorun galiba kendi il sınırlarım. Kır onları, kır, yık, çık git. Evet, evet, tabi... Yok ya, bu kadar mı aptal görünüyorum? Eee, yettin o zaman, al biralarını git stada, en tepedeki basamaklardan birine otur, biranı aç ve stadı seyret. Bak bak, hemen bir şey göremezsin, acele etme. Şaşı bak-şaşır gibi sabır ister bu. Bak bakalım, belki istediğin bir görüntü belirir bir ara. (Bak, bak, korkma, kaz seni)

Ya da belki de okula geri dönmek lazım. Manzaradan aşağıyı seyretmek, Bebek’e yürümek, sağdaki manolya ağacına bakmak yerinde duruyor mu diye, çok sarhoş hallerde olmak, sorulan sorulara yalan kuyusunun en dibindeki kırıntılarla cevap vermek, yaşananları-yaşanacakları-hep gizlenip saklanacakları düşünmek...

Yoruldum bir an. Bahar geldi yine.

Aslında çok “korkar” hallerdeyim.

Yine.

marruu

7 Nisan 2008

Hooop güüüm


Cumartesi sabahı daha sekiz on beş. Aşağıya inip Ilgaz’a tost/portakal suyundan oluşan kahvaltısını hazırlamam gerekiyor. Evdeki herkes uyuyor. (Kayınvalideler bir haftadır bizdeler, evin beyi zaten ayrı bir dünyada; hiç birini uyandırmak istemiyorum.) Biz de oğlumla kırk beş dakika sonra yüzme kursuna gideceğiz. Terlikler elimde usulca iniyorum, işimi halledip yukarı çıkarıyorum. “Oğlum bak, çizgi filmini izlerken tostunu ye de yüzerken rahatsız etmesin seni, olur mu?” Hıhı. Gözü Pembe Panter’de, beni mi dinleyecek?

Oğlanı giydiriyorum, bütün işler bitmiş. Yine aynı sessizlikte aşağıya inip çocuğu alıp çıkıcam. Terlikler takalak tokolok etmesin diye yine elime alıyorum, ilk basamak, hoooop... Ya nasıl olduğunu anlayamadan sıkı bir uçuş yapıp neredeyse sekiz basamağın dibine konuyorum. Ama tabi bir penguen edasıyla. Gürültünün allahını yapmışım tabi, bir de bağırıyorum düşüşüme yakışır bir şekilde. Herkes tepemde ama ben kalkamıyorum. Yok yok, başımda filan bir darbe yok, darbe olması gereken yerde ama kardeşim oranın adı kaba et değil miydi? Bu nasıl bir acıdır, bir insanın kıçı şişer mi? Sürünerek kalkıyorum, belimi kontrol ediyorum, bir şey yok. Kayınvalide “hemen hastaneye götürelim,” filan diye bağırıyor. “Anne, dur bi, yok bir şeyim, gerekirse gideriz,” diyorum. Biraz yürüyorum filan, yine bir şey yok. Heeey. Ama şişme süreci başlamış, arka taraf cidden kuzu kuyruğu gibi kendini hafif dışarı salmış (ki zaten sağolsun bir hayli dışarıda olduğundan güzelliğine güzellik katılmış)...

Alıyorum oğlanı gidiyoruz. Kuyruksokumu kemiğim sanki kol kemiği gibi kendini belli ediyor. Orada, evet hissediyorum. Oğlanı yüzmeye bırakınca babamı arıyorum. Böyle böyle oldu, ne yapayım? Belinde bir şey var mı? Yok. O zaman en kötü ihtimalle kuyruksokumu kemiğin kırılmıştır, ona da yapılacak hiç bir şey yok, bir süre her yerin ağrıyacak, geçmiş olsun, diyor. http://www.telefonladerdedeva.com/ (Yok böyle bir adres, şiş bölgemden uydurdum) Bakın, harika çözümü buldu: Bekle. (Kızma miso, adam haklı, biliyorsun) Şimdi? Şimdi daha iyiyim ama kuyruksokumu kemiği hala orada, oturup kalkarken de dürtüyor.

Bu arada yeni kedimizi tanıştırayım: SUFLE. Efenim, benim eşim Fransız asıllı olduğu için bizim aptal suratlı, şaşı kediye bu ismi buldu; aristokrasi yani. Bence MUSTİ çok daha iyiydi ama farketmiyor, çünkü kedi efendi her gün hafızayı resetleyip akşam yine bizi pıııhhhhlarla karşılıyor. İsmin ne önemi var bu durumda, değil mi canım kardeşim? Hayvan zeka bakımından cidden yardıma muhtaç durumlarda. Ama güzel, ve tor tor ötüyor, ve Fıstık’ı hala çok özlesem de artık eskisi kadar can acıtmıyor.

Kurşun mu döktürsek ne? diyerek bu kaza tasvirli yazıyı bitiriyorum. (Bir öğrencimin önerisidir, benimle hiç alakası yok, bilakis çok korkarım.)

marruu

25 Mart 2008

Teşekkürler

Herkese çok teşekkür ederim. Bu tür şeyler başıma geldiğinde paylaşmak en iyi ilaç oluyor bana. Bu bağlamda blogum ciddi anlamda bir kurtarıcı. Okulda da süzülmüş yüzümü görenlere anlattım zaten Fıstık'ın ve dolayısıyla bizim başımıza gelen bu korkunç olayı. Paylaşmak iyi geldi. Şimdi ise daha iyiyim. Ama haddinden daha uzun sürmüş ateşli bir hastalığın nekahatinde gibi hissediyorum kendimi. Ağzımda buruk bir tat var; o kadar gerçek ki ciddi anlamda canım yanıyor. İyileşeceğimi biliyorum, ama zamana ihtiyacım var.

Yeni bir kedi aldık. Pazar günü. Sokak kedisi yine. Kalça çıkığı ameliyatı geçirmiş, hala yampiri yampiri yürüyen 2.5 aylık sarı bir kedi. Teselli olur sanmıştım ama o kadar korkak ki iki gündür saklandığı yerden çıkmıyor. Halbuki kucağıma sokulsa, motoru açsa, ben kafasını öperken bana kafa atsa...

Mimlenmişim ve çok da önemli bir konuda. Yani katkımı asla esirgemeyeceğim bir konuda. En kısa zamanda yazacağım, söz. Bir süre sonra ama... Lütfen.

marruu

23 Mart 2008

Fıstık, canımmm


Fıstık, canım, Fıstığım benim, canımın içi. Kara kuzum, zifir kedim, bebeğim. Israrla gelmiştin bize o gün. Biz sadece dondurma almaya gitmiştik. Sen bizden önce arabanın içine kuruluvermiştin. Seni alıp dışarı koyduğumda koşarak yeniden yerleşmiştin. Sonrası belliydi zaten. Hep koynumuzda gezdin.

Fıstık, canım, bir taneciğim. Kucağıma çıkıp motoru açtığında senden daha iyi gelen hiç bir ilacım olmadı benim. Usul usul kulaklarını öptüğümde, veya patilerinin içine parmağımı soktuğumda hiç bir şey demezdin. Başka kediler yırtar atar adamı. Sen çok çok bir uyarı ısırığı verirdin. Öyle yan devrilip elini kolunu yalarken göbeğini bile öptürürdün. Gur gurr sesler arasında yüzümü göbeğine gömmüş dururdum.

Bir keresinde gidip üç gün gelmemiştin. Geldiğinde sevinçten kalbime sokasım gelmişti. Hatta Gülşad bu kadar çok sevdiğime şaşmış kalmıştı. Kimlerden kimlerden daha çok sevdiğimi bilse daha da şaşardı; insanlığımdan şüpheye düşerdi inan. Üstün başın toz içindeydi. Bir gün kesintisiz uyuyup, ertesi gün de o güzel kara kürkünü temizlemekle geçirmiştin.

Evet, kıyafetlerimizi, kazaklarımızın penyelerimizin kollarını yakalarını filan yedin bitirdin. Ne biz, ne de danıştığımız veterinerler hiç bir anlam veremedi. Kıymetli kıyafetlerimizi saklar olduk. Sorun da böylece çözülmüş oldu. Gece uyurken pijamalarımızı da yedin zaman zaman, ama olsundu, çok seviyorduk. Ben seni babaya hiç gammazlamadım; o kendi keşfettiği zaman da artık çok geçti, kızılacak şeyin üzerinden çok sular akmıştı.

Ah Fıstık, ne oldu hiç anlamadık, biliyor musun? İki gündür yoktun yine. Ne geldi başına bilemedik. Baba seni aramaya çıktıktan on beş dakika sonra geldiğinde yüzü darmadağındı. “Yan evin bahçesinin çitinin dibinde yatıyor boylu boyunca” dediğinde bayılacak gibi oldum. Hiç bir yara izi yokmuş üzerinde. Olanca güzelliğinle, minik bir panter gibi uzanmışsın çitin dibine. Ben gidip bakamadım, dayanamazdım.

Perişan olduk Fıstık. Dün geceden beri gözümde yaş kalmadı. Sabah gözlerimi açamaz hallerdeydim. Hatırladıkça da ağlıyorum. Ilgaz’a söylemesek mi diye düşündük başta, ama sonra onunla da paylaştık. Ah Fıstığım, mahvettin bizi.

Bunun en iyi ilacı gidip bir sokak kedisine daha yuvamızı açmak olacak, biliyorum. Yoksa atlatamayacağım ben bunu. Hiç bir halin gözümün önünden gitmiyor. Ama yerine kim gelirse gelsin senin yerin hep başka olacak. Seni hep çok özleyeceğim.

Güle güle misofıstık

marruu

17 Mart 2008

Şerefsiz seni


Her zamanki gibi tavşan uykusu uyuyorum. Her zaman böyle. Geceleri iki üç kere uyanırsam kendimi şanslı sayıyorum, o kadar yani. Bazen oğlan yatağında döndüğünde bile seziyorum. Hatta bir gece banyoda tırnak kesilme sesinden bile uyandım desem herhalde durumumun vehametini anlarsınız.

Dün gece de oğlanı yatırırken hafif ateşli olduğunu farkettim. Ölçtük, 37.3. Gündüz misafir vardı, birer çocuklu iki aile. Ilgaz’la çocuklar dışarıda gezinip durdular. Hava çok güzeldi, pencere bile açtık yani. İşte çocukları da çarptı muhtemelen. Biraz da yorgunluk tabi. Neyse, ateşli yatırdık ya, gece uyanma sayısı artı iki, o da en iyi ihtimalle. Bir iki kere kalkıp ateşine baktım, hafif nemli bir alın ve enseye sevinip tekrar yattım. Bu kalkıp yatışlarda da kedimiz Fıstık efendi hiç oralı olmuyor hani. Hafiften rahatsız oluyor ama aldırmıyor.

Tekrar uyanıyorum. Saat 4.45. Oğlana bakıyorum, gelip yatıyorum. Bir ses mi geliyor, ne? Yok yahu, ev konuşur ya. Sonra bir ses daha. Bakıyorum, Fıstık da kulakları dikmiş, gözler bilye gibi ışıl ışıl. Merdivenin başına gidiyorum, ses devam ediyor.

Korcan, kalk, evde ses var.
Korcan kalkıyor.
Arkalı önlü aşağıya iniyoruz.
Salon camı çarpıyor.
Bir adam aşağıya atlıyor.
Sonra kalbimin gümbürtüsü mü, adamın ayak sesleri mi bilemediğim bir ses sarıyor her yanımı. Korcan balkona fırlıyor, şerefsiz herif seni diye bağırıyor adamın arkasından. Ben tir tir titriyorum. İçimin çırpıntısını anlatabilmem mümkün değil. Korcan gelip sarılıyor, ben kuş gibi çırpınıyorum. Geçmiyor bir süre, kontrol edemiyorum.

Evin her yerini kontrol edip yatağa geri dönüyoruz. Aman diyorum, Gülsad’ın odasının camı açık olmasın, unutup yatmış olamaz değil mi? Gerçi Ankara havası cam açık uyumaya ancak Ağustosta bir, bilemedin iki hafta izin verir ama... Hemen aşağıya iniyorum, kadının odasına girip camını kontrol ediyorum. Ben odasından çıkarken belli belirsiz uyanıyor Gülşad. Yok bir şey, diyorum, bir esinti oldu da, pencerene baktım.

Sonra uyku ne gezer. Ben sabaha kadar düşünüp duruyorum. Olanı, olabilecekleri, alınabilecek önlemleri, cama demir, eve ayı kadar bir köpek, kediye ötmeyecek alarm... Sabahı ediyorum.

Nasıl yorgunum, nasıl yılgınım anlatamam.

Evden soğumaktan korktum en çok.

Ne güzel bahar gelmişti, nereden çıktı bu şerefsiz hakikaten?

marruu

10 Mart 2008

Benim çocuğumğumğum...


Gülşad daha önce söylemişti; bir kadın var, Ilgaz’ın servisinden kızını alıyor, size gelecekmiş. (En iyi Türkçe çevirisi bu, heheh)
“Gülşad, kadın ne zaman gelecek?”
“Eeğğ bılmıyorum, ben eve almadım o kadını.”
“Gülşad kadın eve mi girmeye çalıştı?”

Ben sordukça Gülşad saçmalıyor; bir baktım eşim kaş göz yapıyor. Tamam, anladık, anlatamadı yazık. Neyse. Dün akşam yine saat sekiz gibi eve geldik. Bir haftadır harap durumdayız. Annemler akciğer kanseri teşhisi konmuş çok yakın bir dostu görmeye Kıbrıs’a gitmişlerdi. Pazar günü döndüler. Abimizi Çarşamba gecesi kaybettik. Hiç birimiz bu kadar erken beklemiyorduk. Annem apar topar geri gitti. Eee, annem olmayınca babam ne yapar? Miso’nun aklı fikri onda. Her gün oradaydık tabi, yemek vesaire işleri de orada halloldu. Baba kalalım dedim, istemem dedi. Şaka yollu bak bizi istemiyor, sen kal bari dedim eşime. Babam, seni de istemem demez mi? Bilmiyorum, belki de yalnız kalmak istedi. Neredeyse elli yıllık dostunu kaybetti adam, yaptığı işten sual olunmaz. İyi ki geçen hafta gitmişler. Bazı hasta yolcusunu bekler kızım, demişti kayınvalidem. Babamları gördü, vedalaştı ve gitti abimiz. Mekanı cennet olsun.

Her neyse. Dün gece de eve perperişan döndük. Banyo yapılacak, oğlan arızaya geçmek üzere. Gülşad demez mi kadın saat onda gelecek diye. Bu sefer hiç inanmadım ben. Hıhı dedim, banyo işlerine daldık. Gerçekten de saat onda kapı çaldı. Ya bir insanın evine saat onda gidilir mi? Kadının derdi servisleymiş. Efendim, kar yağdığı gün servisçi arabayı evin önüne kadar getirmemiş. Eşim, ama o ilk karda bizim bu sokaklar kapanmıştı diyor, kadın hiç dinlemiyor. Çocukları taaağ ışıklardan yürütmüş. Benim bildiğim kadarıyla abi getirmişti, yalnız yürümedi çocuklar, diyorum. Efendim, neden kendisi getirmemiş, diyor. Bir gün de çocuğunu terslemiş mi, sana söz hakkı verilmeden konuşma mı demiş, tam da anlamadım. Kadın anlatıp duruyor. “İşte çok dertliyiz, şöyle böyle. Zaten servis çok geç geliyor, oraya uğruyor, buraya giriyor.” Bu konuda kadına katılmamak elde değil. Üç buçukta çıkan çocuklar yol üstünde bir sürü yere uğradığı için yirmi dakikalık mesafeyi neredeyse bir buçuk saatte alıyorlar. Hah dedim, elle tutulur bir şey konuşucaz. Bunu çözsek ne güzel olur dedim. Kadın demez mi, birimiz bir Kangoo alsak da çocukları doldurup getirip götürsek... Ya araba almaktan mı bahsediyor bu kadın, yoksa ucuzluktan bir çift pabuçtan mı?

Kırk dakika kadar oturdu. Pardon, konuştu. Kadın gittikten sonra kendisini hemen SAKINCALI/ÇOK SAKINCALI KOMŞU listesinin ikinci sırasına aldım. Ay noolur görüşelim, samimi olalım (birbirimizin evinden çıkmayalım), hmmm demek İngilizce öğretmenisiniz (eyvah, zçtk, Pazar gecesi onda gelen çocuğunu çalıştırtmak için sınır tanımaz), vırvır zırzır...

Uykum kaçtı, bütün huzurlu auramı bozdu kadın. Ne güzel, kitap okuyacaktım.


pıhhh

3 Mart 2008

Özkök’ten seçmeler, miso’dan saçmalar


Ertuğrul Özkök’ün arya seçmelerini almış kuzen. Miso da üç beş gömlek-pantolon ütüleyerek CDyi direk çarpmış.

İnsan sesi kadar büyüleyici bir ses yok bence. Ne çalarsan çal, nasıl çalarsan çal, o aryaları söylerkenki beden dilini veremiyor bana. Gözler hafifçe kapanmış, vücut gerilmiş, eller yanda... Miso’yu bitiriyor bu.

Yıllar önce gittiğim Sertab konseri geldi aklıma. Ankara’da şimdi TOB üniversitesi olan Yükseliş Koleji’nin spor salonunda oldu. Kardeşimin arkadaşları ısrar etti, iyi dedik. Gittik erkenden. Yer kapılacak ya. O kadar kalabalık oldu ki, ve o kadar kalabalık olacaktı ki, Miso baydı, öptü tıfılları, çıktı. Biletsizmiş zira, bilmem kim sponsor olmuş filan. Dışarıda bir de ne görsün; arabanın her yanına arabalar park etmiş. Kös kösül geri döndü. Sinir içinde. Spor salonuna girer girmez çarpıldı. Sertab çıkmadan önce yaptığı eski kayıtları çalıyorlar. Aryalar uçuşuyor. Spor salonu karartılmış, kadın şakıyor. Kolay mı gece kraliçesinin aryasını söylemek? (O albümündeki cıstak halini söylemiyorum, gerçeğinden bahsediyorum) Ha şimdi popçu oldu, o ayrı. Seven dinler. Ama o sese çok yazık olmuş derim ben. O deryada çınlayabilecek sese pop müzik biraz hafif kaçıyor kanaatimce. Ya da ne bileyim, belki popa da böyle kaliteli sesler lazım. (üff, her yola geldim)

Neyse, ben duramam operada, ya da başka bir yerde arya dinlerken. Muhakkak ağlamaya başlarım. En hafifinden gözlerim dolar. O ses dınnn dınnn çınlar içimde. İşte o spor salonunda da başladım ağlamaya. Kontrolsüzce. Sesin yüksekliği arttıkça benim de kontrol iyice uçup gidiyor. Salonun dip kısımları neredeyse bomboş. Ben ne yapacağımı bilemiyorum, o kadar ısrarlı bir ağlayış ki bu, çevredeki tek tük insan şaşırıp yüzüme bakakalıyor. Bir on dakika sonra sakinleştiğimde gidip kardeşimi buluyorum. Zaten o sırada konser başlıyor, yabancılaşıyorum. Farklı bir ruh hali var üzerimde, pop hiç gelmez bana o anda.

Özkök’ün arya seçimleri şu veya bu şekilde eleştirilebilir. Ben çok beğendim ve dün de uzun uzun ağladım. Tam yüreğimde çınladılar.

marruu

22 Şubat 2008

Haftalık bilanço


Okul başlayalı bir hafta oldu. Pazartesi günü Ankara’da okulların tatil olmasına sebep olan çığımsı kar yağışı bir tek ODTÜ’yü akademik çalışmalarından ve başarılarından alıkoyamadı. Kahramanlar gibi okula gittik. Ben arabayı almadım, evin beyi bıraktı beni. O olmasa zaten o gün evden de çıkamazdım sanırım. Önümden yürüyerek bana yol açtı. Arabaya bile çok zor ulaştık yani. Sonrası zaten bir tür korku filmi gibiydi; stresten midem delindi. Ama evin beyi kırk yıllık Sibirya dolmuş şöförü gibiydi. Bu bende bir rahatlama yaratacağına daha beter etti. Okula ulaştığımda bir kısım, daha doğrusu bir hayli kısım öğrencinin (yirmide on beş) sınıfta olduğunu gördüm ve daha da şaşırdım. Çocuklar hiçbir şeyden yılmamış, okullarına ulaşmışlardı. Yönetim ilk gün ders yapın dediği için çocuları hemen olabildiğince bunalttık. Çok iyi bir izlenim bırakmış olduk.

Çarşamba günü Ilgaz’ın Hayat Bilgisi kitabına yazdığı “Çevremiz” konu başlıklı paragrafını okudum ve yarıldım. Çocukcağız şunları yazmış: “Bizim çevremiz çok temiz ve huzurlu. Çünkü çok az kişi yaşıyoruz burada. Bir çok bin ev var ama galiba beşi dolu. Etrafımızda dağlar var. Bazen biz neden bu dağa taşındık diye düşünüyorum ve üzülüyorum. Ama çevremiz temiz”. Evin beyi de “bunları senden öğreniyor,” çocuk gibi bir suçlama getirdi. Kendisine bunun bir suçlama olduğunu söylediğimde, “hayır, bu bir saptama,” dedi. Ama ben hiç üzerime alınmadım.

Dün akşam ise yıllardır olmadığı kadar korkunç bir migren atağı yaşadım. Zamanı da değildi; migreni olanlar bilir, bu zıkkım rutindir. Örneğin kadınlar her ay mutlaka iki kere bu korkunç ağrıyı çekerler. Birincisi “yumurtladın” migreni, ikincisi de “hamile değilsin, sevin bakalım” migrenidir. Perşembe günü ise benim için bunlardan hiç biri geçerli değildi. Dolayısıyla benim için harika bir sürpriz oldu. Dersten çıkıp arabaya doğru giderken attığım her adımın tadına doyulmaz balyoz etkilerini yaşadım. Sonrası ise cidden ürküttü. Eve dönüş yolunda kayboldum. Avucumun içi gibi bildiğim yollarda ilerlerken bir baktım ki Konutkent 1’in oraya gelmişim. Başım zonklar, midem bulanırken bir de üzerine korku eklendi. Tam oldu valla. Yani oraya nasıl gittiğimi bilmiyorum; yol beni götürüvermiş. Sonrası? Eve ulaşabildim, kaynar suyla banyo yapıp haşlandım, saçlarımı Tina Turner olana kadar uzun uzun kuruttum, Ilgaz’la ödevini yaptık ve gidip yattım. Bugün? Dün bir araba dayak yemiş gibiyim. Kaybolduğum için de biraz moralim bozuk ama çok daha iyiyim.

Yaşasınnn. Yarın tatil.

marruu

12 Şubat 2008

Peki şimdi ne olacak?


Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde iki yıl çalıştım. Toplam sekiz sınıftık, mikro bir hazırlık birimiydik. Yalnızca bir türbanlı öğrencimiz vardı, sekiz sınıfta bir kişi. O zaman türbanlıların üniversiteye giriş çıkış sorunu yoktu. Zaten öğrenci de benim öğrencim değildi. Bir kere sözlüsüne girdim, o kadar. Sonra Hacettepe’de dört yıl çalıştım. Ama hazırlıkta değil; bölümlere gidip temel İngilizce, okuma, dinleme filan veriyorduk. Orada işin rengi değişmeye başladı. Hacettepe enteresan bir yerdi, hala öyle mi bilmiyorum. Bazı fakülteleri dünya çapında bilim, akademik entelijansiya üretirken, diğer bir kısmı unutulup gitmiş, köhnemiş izlenimi uyandırmıştı bende. Türban konusunda da aynı tutarsızlık vardı. Hacettepe’de şöyle bir karar almıştı omzu kalabalıklar: Sınıfınıza türbanlı öğrenci girmeyecek, girenleri uyarıp dışarı çıkartacaksınız, çıkmayanlar hakkında zabıt tutacaksınız. Aksi taktirde hakkınızda soruşturma açılacak. Yani mercimek kadar aklı olan böyle bir karar alır mı? Sen türbanlı öğrenciyi kampüse al, binalara al, sonra hocaya böyle bir sorumluluk yükle. Hocayı birebir çatışmaya itekle ve arkana bile bakmadan kaç. Bir gün işletme fakültesindeki dersime girdim. Bir baktım ki içeride türbanlı bir öğrenci. Yoklamayı aldıktan sonra “canım bir dakika konuşabilir miyiz?” dedim. Öğrenciyi dışarı aldım, durumu anlattım ve türbanını sınıfta çıkartması gerektiğini söyledim. Kız şimdiye kadar hiç bir hocanın onunla böyle kibar konuşmadığını söyledi, teşekkür etti ve türbanını çıkartıp sınıfa girdi. Hacettepe’ye kadar esip savuruyordum, giremezzz, yapamazzz diye. İlk şoku böylece yaşamış oldum. Teorik konuşmak çok kolay; karşıdakiyle yüzyüze gelince, o insan senin gözlerinin içine bakınca bağırıp çağıramıyorsun, onun da senin kadar kırılgan, kendi tercihleri olan biri olduğunu hesaplayarak davranman gerekiyor. O artık ağzından fışkıran tükürlükler siyah sakalına bıyığına karışan bir politikacı değil, o artık tam da senin gibi bir kadın oluyor çünkü.

Üniversitede türban yasağı kalkmış görünüyor. Haftaya Pazartesi, yani 18 şubatta ders başı yapacağız. Şimdi YÖK’de de bazı düzenlemeler yapılması gerekiyormuş, konuyu derinlemesine bilmiyorum. Ama Pazartesi günü ODTÜ’de kesin bazı gerilimler olacak. Muhatabı ben mi olacağım? Kampüs kapısındaki bekçi mi olacak? (Ki büyük olasılıkla onun da etrafındaki insanlar türbanlı ya da başı geleneksel kapalı insanlardır) Ne büyük bir açmaza itildiğimizi bir grup insan dayakla öldüğünde mi anlayacağız acaba? Çok uzaklara gitmeye gerek yok, her sene Ramazan’da oruç tutmuyor diye üç beş kişinin kafasını kolunu kırmıyorlar mı örneğin Gazi üniversitesinde? Bu tür şeylerin sükunetle tartışılamadığı aşikar değil mi?

Kapanma özgürlüğü herkesin hakkıdır. Buna yürekten inanıyorum. Yalnız bir sorun var: Bunu kendileri tercih etmiş olmaları gerekiyor. Bana sorarsanız insanın kıyafetlerini hava koşullarına göre ayarlayamaması, kırk derece sıcakta bile hediye paketi gibi gezmesinin Hindistan’da ineklere tapınmaktan hiç bir farkı yok. Ama bu tabi benim görüşüm ve kimseyi bağlamaz. Belli bir yaşa gelmiş insan ne istiyorsa giyebilir (örneğin ben şort giymeyi çok seviyorum), istediklerini yiyebilir ya da yemekten kaçınabilir falan filan. Ama bu insanları her tür etkiye açık olunan çocukluktan itibaren mutlak doğrunun müslümanlık olduğuna dair işlersek, kapanma tercih olmaktan çıkar, mecburiyet haline gelir. Ve ne yazık ki belli bir süre sonra herkesi içine alan bir girdap olur çıkar. Çünkü hiç bir din/dogma yoktur ki kendi mutlaklarını sorgulayabilsin. İmam hatipleri geçtim, normal devlet okullarındaki din derslerinde bile “ateşten ayakkabılar giyeceksiniz, şöyle yanacaksınız, böyle olacak” diye verilen bu sistemin insanın içine nasıl işlediğini sorgulamak cidden yersiz ve zaman kaybı bence.

Ne yazık ki tersine devrim olanca hızıyla sürüyor. Şu anda yapılan tek hata bu işin başlangıcını türban yasağının kaldırılması olarak adlandırmak. Başlangıç 12 Eylül ve daha öncesidir. İnançların gündelik hayatı belirlediği ve belirlemesi gerektiğini öğreten ve her sene binlerce mezun veren meslek okullarıdır en büyük sorun. Hükümetimizin samimiyeti ise mide bulancırıcı. Özgürlükler anayasası diye adlandırdıkları şey sadece ve sadece türban tıpasıyla tıkandı kaldı. 301 diyorduk hani? Vakıflar yasası diyorduk? Aleviler diyorduk? Bir tek adım yok. Adım beklemiyorum da aslında. Ne öyle bir birikimleri, ne bilgileri, ne de istekleri var.

Evet, çok mutsuzum.
Ve türbanlı, türbansız bir çok insan da çok daha mutsuz olacak.
Eğer YÖK yasası geçmezse o kız çocuklarını türbanlı diye içeriye almamakla zafer kazandığımızı düşünürken onların erkek versiyonlarına eğitim vermeye devam edeceğiz. Eğer yasa geçerse başımıza neler gelecek diye ürkmeye devam edeceğiz.

Her şey bittiğinde yine kadın ezilecek, dışarıdaki olmaya devam edecek.

miso

9 Şubat 2008

Kedi durumları


Taksim, İstiklâl. Kaktüs Bar. Uzuuun bir yürüyüş sonucu karar verilmiş bir yer. Önce Tünel’e kadar gidilmiş. Yolda St. Antuan Kilisesi’ne girilmiş, bir mum yakılmış. Amaç? Yok. En azından dini bir şey yok. Binanın güzelliğine duyulan derin bir hayranlık var yalnızca. Sonra acıkılmış. Bir yere girilmiş, ama gelen şey beğenilmemiş. Sonra Pia’ya gidilmiş. “Rezerve var mıydı?” “Yoktu. Tek kişiyim.” Türkçesi kıt garson cevap bile vermemiş. “Peki canlı müzik olmayan, ya da bangırdamayan bir yer var mı acaba?” “Kaktüs.” Garsoncum, moron musun, yoksa medusa mıyım, neden yüzüme bakmadan konuşuyorsun?

Kaktüs’e gidiliyor. Bir kedi var. Çok yaşlı, çok çirkin, çok erkek suratlı. Ve pis. Kaloriferin üzerinde yatıyor, uzakta. Aaa, birazdan bir kedi daha beliriyor. Marrruu. Mamasını yiyor kapır kipir. Geeel pisi, geel diyorum içimden. Bakıyor ve geliyor. Çekiyorum ben kedileri. Ve ne kadar mutluyum yalebbim. Bir marrruuu daha. Kucağıma çıkıyor, yan tarafa geçip yandaki beyin beresine yatıyor. Arkadaşı uyarıyor; arkana yaslanma abi. Dörtlü grup, biri tanıdık, gazeteci sanırım. Sürekli futbol muhabbeti yapıyorlar. Sürekli küfrediyorlar. Bu kadar güzel diksiyonlu ağızlara bu kadar çirkin, bu kadar avam küfürler yakışmıyor. Kendi çapımda üffleyip protesto ediyorum ama muhabbetleri fazlasıyla kıvamlı. Neyse, bereyi alıp adama veriyorum. Teşekkür ederim, rica ederim.

Kedi elimin altında. Kedi canım. Kedi ve bira. Nefis bir müzik.Arada bir “ana” ve “ebe” kodlu küfürler. Ama aslolan keyif. Ve kedi. Ve bira.

marruu

4 Şubat 2008

Okula dönüş

Okul inanılmaz güzelliğiyle duruyor yerinde. “Orta saha” derdik biz. Güney kampüsün ortasına yayılmış, gel bana, oyna üzerimde yapıyor yavrusuyla gelmiş mezunlara. Hava muhteşem; 13.5 derece gösteriyordu demin. Birlikte geldiğim arkadaşların oğlu arıza yaptığı için az önce ayrıldılar. “Sen de gel, annemlerde yemek yiyeceğiz.” “Yok, çok mersi.” Ya gitmem, gidemem ki şimdi ben annenlere. Saat 4 olmuş, şurada okulu görüp görebileceğim bir saatim var.

Tuvalete girmek için Birinci Kız yurduna giriyorum. Girişteki anons odasına bir hıyar oturmuş. Görevli, belli. Görev bilinci tam. Apoletleri var, ve hem yarma hem de hıyar. Buyur, diyor. Buyurmak istemiyorum, sen de kimsin, ben buranın on beş yıl önceki sahibiyim, sen ne vakit gelip oturdun buraya... Demiyorum tabii ki. Ama üzülüyorum için için. Tuvalete izin veriyor lütfen, ama odama çıkarmıyor. Biz okurken yurtlara bekçi koyacaklarını duyurmuşlardı da kıyameti koparmıştık. Gece orta sahada toplanmıştık bütün okul. Hatta bana çok daha kalabalık gelmişti, bir çok okul oraya doluşmuş sanmıştım. Çocuktuk tabi, eylem yapıyorduk, çok evcildik aslında, rektör de iyiydi. Polis çağırmamıştı, bizi dövdürmemişti. Ertesi gün bizi kabul etmişti. Birinci kız yurdunu örgütlemiştim ben, akşamleyin oda oda dolaşıp gece şu saatte orta sahaya çıkılıyor, durum budur, bekçi nedir, nedendir, lütfen geliniz, bu hıyarlara emanet edilmeye hiç ihtiyacımız yok demiştim. Eylem olması gerektiği gibiydi, başka sorunlar için bağırılmadı, kendi isteğimize odaklandık. Rektöre dedik; bekçi istemiyoruz, bir güvenlik sorunumuz yok, kapılar kilitleniyor zaten. Okul rahat, güzel, böyle bir figüre ihtiyaç var mı hocam? Yok, haklısınız, demişti. Üstün hoca. Ergüder olan. Ne kadar harika bir rektörmüş, ne kadar farklıymış. Bekçi gelmemişti, ne süper bir gaz olmuştu bize, eylem yapmıştık, kazanmıştık. Devrim yakındır sanmıştı bazı arkadaşlar; ben Sev-Genç’tim, devrim yoktu aklımda. Saçlarım vardı uçuşan. “Biz seninle devrim filan yapamayız,” demişti aşkım. İmkansız aşkım. Hiç tam olarak kavuşamayacağım aşkım. Neyse, devrim lazım değildi onunla, başka keşifler vardı. Biliyorum sandıklarımızı yeniden yaşamalar vardı.

Petek’te de oturdum biraz. Eski haz yok tabi. Baktım aşağılara bir süre. Ah aptal miso dedim, kaz seni, bir bira alsaymışsın. Hava bahar gibi, Ankara’yla alakası yok. Ama bira için çok geç, çıkarsam yukarı inemem, üşenirim, üşürüm de aslında, bakmayın bahar mahar dememe.

BTS denilen bir bina vardır kampüste: Büyük Toplantı Salonu. Bzi saatli bina derdik. Üzerinde kocaman bir saat var zira; ben bile gözlüksüz okurum saati. Devasa orgu vardı bu binanın; şimdi her şeyiyle restore edilmiş, org da tamir ve akord edilmiş. Hemen girişinde de bir sınıf vardır. Yeşim Arat’tan TC tarihi dersi almıştık. Pamuk ailesinin gelini bu hanım. 1.50 boyunda, minicik bir masal prensesi gibi; devasa Şevket Pamuk’un eşi. Bu sınıfın bir de yangın merdiveni girişi vardır. Gece mandal lambamı, kemanımı ve notalarımı alıp yangın merdiveninden sınıfa girerdim. Konser salonlarının akustiği halt etmiş. Sonra ışık dikkatlerini çekti herhalde. Bir gece ben içeride keman çalarken paldır küldür bir adam daldı içeriye.

“Napıyorsun kızım?”
“Keman çalışıyorum.” Bir üç saniye bakıştık.
“Aferin,” dedi. Bir üç saniye daha bakıştık.
“Kızım başka yerde çalışsana.”
“Nerede çalışayım? Burada kimse sesten rahatsız olmuyor.”
“Doğru kızım.”

Adam gitti. Bir süre sonra ben de çıktım. İki üç gün sonra gittiğmde pencerenin kilidini taktıklarını gördüm. Kızdım ama adama değil. Aslında kilidin müsebbibi oydu ama o gece beni çok üzebilirdi. Kimbilir neler kurgulayarak içeri daldı ve karşısına ben çıktım. Bana karşı kilitlenmedi orası aslında; içeri girip türlü çeşit işler çevireceklere (!) karşı korumaya alındı. Neyse, kızamadım ben işte. (Böyle de bir boynu bükük edebiyatı var içimde. Lüzumsuz minnet.)

Okulu çok özlemişim. Gittim ama dönemedim tabii ki. Doğal sonuç. Yeter bana bu biraz.

marruu

28 Ocak 2008

Shawshank Redemption

Aç sesini Dufresne, aç da herkes daha derinden duysun, her tarafına işlesin müzik. Suratındaki o muhteşem ifade... İnsan seyrederken eriyip bitiyor. Andy Dufresne hapishane müdürü bilmemkimin sandalyesine oturmuş, kütüphane için gelen koliden çıkan ‘Figaro’nun Düğünü’ operasının plağını koymuş o uyduruk, minicik gramofona, hayatının en büyük hazlarından birini yaşıyor. Tek tek kaldırıyor bütün hapishaneye yayın yapılmasını sağlayacak hoparlör mandallarını. Yüzünde o muhteşem erimiş şekerleme ifadesi.

Kapıya dayandıklarında hınzırlaşıyor suratı. Kapının yarısı cam zaten. Ve görevli de hayvan zaten. O camı kırıp içeri girmesi için üç saniyeye ihtiyacı var yalnızca. Ama bozmuyor keyfini Dufresne. “Aç kapıyı,” diye havlayan görevliye cevabı sesi daha da yükselterek veriyor. Mmm Dufresne, senden alâ kahraman var mı orada şimdi? Bütün hapishane sakinlerinin başları gökte, semavi bir şey dinliyorlar sanki. Herkesi sarıyor anın büyüsü. Ve değiyor; en az on beş günlük hücre hapsine değiyor. Hani şöyle bir on dakika dinletebilse o aryaları herkese, belki hücrede bir ay daha kalmanın pazarlığına bile oturabilir bu adam diye düşünüyor insan.

Shawshank Redemption insanın ne kadar yalnız olduğunu, sırlarına sahip çıkmanın kelimenin tam anlamıyla imkansız olduğu bir ortamda aslında “güçlü” kelimesinin tanımlamakta kifayetsiz kaldığı bazı insanların dost olabilmeyi, insan kalabilmeyi ve bu arada inanması güç bir sırrı sakladığını nasıl başardığını anlatan bir film. Hayatta kalabilmek, bedenini koruyabilmek bu denli zorken herkesten saygın bir hale gelip, en sert kast sistemine bile parmak ısırtacak kadar korkunç yönetim-mahpus ilişkisinde yöneticileri kendisine muhtaç hale getirebilen olağanüstü bir adamın öyküsü bu film.

Filmin sonunda iyinin galip-kötünün mağlup olması değil insana “zafer” duygusunu yaşatan. Bilakis; hiç de aldırış edilmiyor zaten o sona. Oradaki adaletsizliğe, çark dönsün diye suçsuz bir adamın ömrünün geri kalanını akıp giden hayata kapalı sürdürmesine göz yumulduğunda ortaya çıkan dahiyane plan kaynatıyor insanın içini aslında. Ya da bütün ömrünü orada geçirmiş ve bir demirbaş eşya kadar oranın bir parçası haline gelmiş bir ihtiyarın nasıl da dışarıda “yapamadığını”, içine itildiği ve adına özgürlük denilen yükü kaldıramadığını görmek yüceltiyor bu filmi. Ve tabi Red’in son konuşması... “Pişman mısınız bayım?” sorusuna, “Pişman mı? Hayatımın tek bir gününü bile pişmanlık duymadan geçirmedim. O günlerin zavallı delikanlısını karşıma alıp bunları anlatmak için neler vermezdim,” diyen ömrü tükenmiş adamın yüz ifadesinin yarattığı etkiyi silmek mümkün değil.

Biliyorum, çok eski bir film. Ama yıllar sonra bu filme aşık olan biriyle oturup tekrar izlemek, tekrar üzülüp sevinmek, eski bir arkadaşla oturup dertleşmek gibi geldi.

Kısacası, çok iyi geldi.

marruu

23 Ocak 2008

Öğretmenim…


Zaman zaman Ilgaz’ı okuldan almaya gidiyorum. Tipler genelde hazırlanıyor oluyorlar. Çantanı topla, palto giy falan filan. Her gittiğimde öğretmenimiz orgeneral Nevin hanım pek bir gergin oluyor. Ooooğlum, sen onu giy, sen çantana bak, nee çiş mi, bu saatte mi söylenir... Hep içimden, “huylanma miso, sen olsan ikinci dersin sonunda cinnet geçirirsin, haklı kadın,” falan filan diyorum ama kendim bile yemiyorum doğrusu. Bir kaç kere de sınıfın arka taraflarındaki birilerine müdahale etmek için önündeki çocukları hafiften ittiğine şahit oldum ama ona da “yok canım, arkaya yetişmek içindir,” dedim. Bunu da hiç mi hiç yemeyerek tabi.

Geçen hafta okula gittiğimde henüz sınıf kapıları kapalıydı. Yan sınıfın velilerinden biri de koridordaydı. Koridor sosyalleşmesi kaçınılmaz oluyor, ve seviyorum da aslında. Karşındaki bir iki kelimeyle ayna gibi belli oluyor. Biz orada dikilirken içeriden yine bizim öğretmenimizin sesi geliyor sen öyle yap, sen şunu yapma filan diye. Yanımdaki bayan birden, “siz bu kadını neden şikayet etmiyorsunuz?” demez mi? Yüzüne bakakaldım. “Hanımefendi, ne zaman gelsem bu hanımın ağzından bir tane güzel söz işitmedim. Sürekli azarlıyor, çocukların özgüvenini sarsıyor resmen.” Çok abartmadan ben de bazı sıkıntıların olduğunu ama Ilgaz’ın sürekli ağzını aradığımı ve çok mutlu olduğunu söyledim. Yani bir çocuk severek ödev yapıyorsa, okula giderken mızımıyorsa, kurnazca sorulan soruların hepsini aynı doğallıkla cevaplıyorsa bir problem olmadığını düşünüyorum. O velinin de bir arkadaşının bizimkinin sınıfında çocuğu varmış; o çocuk da çok mutluymuş. Öğretmenini çok seviyormuş. Belki biz denk geliyoruzdur, dedim. Belki de, dedi. Birbirimizi kandıramadık. Ben de ne yapacağımı bilemedim.

Dün sabah Ilgaz’ı sınıfa bırakıp çıktım. Gitmeden önce de öğretmenimizle karşılaştık, sabah sohbeti yaptık, pek şeker konuştuk. Tam dış kapıdan çıktım ki cebimde Ilgaz’ın kırmızı kaleminin olduğunu farkettim. Vermek için geri döndüğümde Nevin hanımın sesi sınıfa sığmamış koridor duvarlarına çarpıyordu. “Bir şeyi de söylemeden yap, hep ben mi başında duracağım....” Bir şeyler daha dedi ama hatırlamıyorum. Sınıfta bir kız, iki erkek çocuk vardı. Ilgaz’a mı dedi, diğerlerine mi dedi, kime dediyse desin farkeder mi, bu nasıl bir sert bir ses tonu ve kelime seçimidir... Azarı ben işitmişim gibi bir kaç saniye içeri giremedim. Girdiğimde de öğretmenin yüzüne hiç bakmadan Ilgaz’a kalemini verdim ve oğlanı alıp çıktım. Beni kapıya kadar geçirirken “annecim öğretmeniniz bir şeye mi kızdı?” dedim. “Yok, yok, kızmadı, kızmaz, ebelek gübelek,” dedi. İyice uyuz oldum.

Şimdi oğlan ya korkuyor ve o yüzden yok yoook diye direk savunmaya geçiyor, ya da bu manyak kızdığı zaman sapıttığı için bunu kızma olarak algılamıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Eski velilerden bir kaçı, ay pek şanslısınız, harika bir öğretmendir, biraz serttir ama çok başarılıdır, demiş. Şimdi ben kurcalasam bu iş Ilgaz’ın başına patlar mı? Biraz daha bekleyeceğim. Ara tatilde kayınvalide Ilgaz’ın ağzını bir temiz arasın. Kendisi emekli ilkokul öğretmeni ve muhtemelen de çok çok iyi ağız arayacaktır. Eğer travmatik bir şey hissederse gidip okulu yakayım diyorum. Kökten çözüm olsun. Tertemiz.

marruu

17 Ocak 2008

Ruyalar...


Sınav dönemi yaklaştı ya, mutat rüyalar da başladı bittabii (yeni kelime, öğrenin). İki tane var anlatılası. İkisi de birbirinden acınası. Miso yani, acınası olan o.

Birincisinde tak tak sınıf kapısı çalınıyor, hooop quiz gelmiş. Evet, yerleşin, biraz açılabilir miyiz, omuz omuza mücadele var orada, filan derken öğrencilerden biri quizleri alıp kaçıveriyor. Ben tabi aeğğğ diye bağırarak seyirtiyorum peşinden. Nafile. Çocuk uçup gidiyor. Uyan miso uyan; kasılmaktan elim ayağım uyuşmuş uyanıyorum.

İkincisinde üçüncü ara sınav zamanı gelmiş. Bizde önce dinleme bölümü yapılır; o kağıtlar toplandıktan sonra okuma ve dil bilgisi kısmını içeren ana bölüm dağıtılır. Rüya bu ya, ben önce bir güzel son bölümü dağıtıyorum. Çocuklar ismini yazıyor ve bana dank ediyor. Toplayamıyorum tabii ki. Dinleme bölümünü dağıtıcam, zaman daralmış, kağıtları bir elime alıyorum ki her bir kağıt zarf haline getirilmiş. O sırada diğer sınıflardan yönergeyi okuyan erkek sesini duyuyorum. Aaaağğğğğ.

Sınavlar haftaya. Ben kendi payıma düşeni yaptım ve gerekli gerilim rüyalarımı gördüm. Mümkünse bundan sonra sakinleşelim, heyecan yapmayalım ve temiz temiz geçsin bu sınav dönemi.

Sonra da tatillll. Belki İstanbul seyahati var, evvettt, çok mutluyum ama henüz belli değil. Hani diyorum, gelsem ben, blogcularla şöyle bir ceee deme olasılığı var mı acaba? Bunun heyecanı da yeni rüyalara fırlatır atar beni şimdi. Dur bakalım, bir belli olsun da... Mutlaka duyururum borazanla :)

marruu