31 Mayıs 2007

Müsamere


Ilgaz’ın kreşinin müsameresi vardı bugün. Bir sürü insan doluştuk salona. Aman bir alkış bir alkış daha sahneye bile çıkmamış tiplere. Herkes mi bu kadar görgüsüz olur kardeşim? Neyse efendim, her zamanki gibi fevkalade rahat veliler bir on dakika geç geldiği için gösteri 15 dakika geç başladı. Canım ne olacak 15 dakikadan demeyin; akşam 6’da başlayacak gösteri sarktıkça benim açlığım başıma vuracak, sinirim zıplayacak filan. Nasıl illet oluyorum bilemezsiniz, açlığım arttıkça da illet ötesi oluyorum, her şey batıyor filan.

Işıklar karardı, sahneye biri davul, biri de akordeon çalan iki adam çıktı. Kafkas çalıyorlar ama yeni bir versiyon gibi, ezgiler yüzüp duruyor, ana tema yok. Mikrofonlar sanırım ellerinde duruyor; salon zangırdıyor. Bir gürültülü; ölü yerinden zıplar. Şimdi ben de sesten son derece etkilenen bir tipim. Başlıyorum ağlamaya. Eşim, “ya erken başladın, daha bizimki çıkmamıştı,” diye alay ediyor. “Dur bekle, bizimki çıksın hele, elin çocuğuna ne ağlıyorsun?” diyor. Bu arada müzik olanca kuvvetiyle devam ediyor, sahnedekiler bir tek şeyi bile doğru yapamıyor, hatta iki tanesi birbirinin üzerine düşüyor. Kız çocuklarından birinin kafası hep bizden yana, anne-babasını arıyor. Derken aile-pardon sülale, hatta belki de komşular bile var, “heeoovv Tuuuğğğğçeee, yavvvruuummm” diye ulumaya başlıyor. Ne çare, Tuğçe görmüyor bir türlü. Sahnede sergilenen görsel sanatlar piç olmuş, öğretmenler uyuz ötesi... Benim hisli gözyaşlarım bitmiş, yerine deli gibi gülmekten akan gözyaşlarım gelmiş. Bir tür tedavi gören, topluma yeni yeni karışmaya başladığı için de sinirleri bozuk bir kadın gibi gülmekten çatlamak üzereyim.

Derken Ilgaz’ım çıkıyor. Yiğidim aslanım. Söylemesi gereken şey şu: Yurdumuzu düşmanlardan kurtardı, en güzel yönetim olan Cumhuriyeti kurdu.” Bizimki yumurtluyor: “Yurdumuzdan düşmanları kurtardı...” Vay ki ne vay. Herkes gülüyor, bizimki anlamıyor. Sürekli kaşınıyor. Bu arada video çekimi devam ediyor, bizim bitli de performansına devam ediyor. Hırt hırt hırt.

Derken saatin 19.40 olduğunu görüyorum. Ama artık bayılıcam, cidden bitmiş durumdayım. Bizimki de esneyip duruyor sahnede. Neyse, diploma töreni de yaptılar. Bizimkiler bir de kepleri havaya attı. Ama coşku ne gezer! Hepsi aç, bîtap. Aldık, yemeğe gittik annemlerle. Eşim gidip babamı da getirdi bin bir güçlükle. Protezi acıttığı için tekerlekli sandalyeyle çıkmak istemiyordu ne zamandır. Keyifle kabul etmişti gelmeyi. Daha adam geldi, bizimki yaktı kırmızı ışığı. Karnım ağrıyor, akım, bokum. Tabi ben biliyorum derdini, yoruldu, uykusu geldi filan. Öptük dedeyi, anneanneyi, bastık eve geldik.

Hooop, bayılıverdi uykudan.

Kolay mı? Mezun oldu çocuk.

marruu

29 Mayıs 2007

Cold Play


Ellerim suyun içinde. Su çok sıcak. Avuçlarımda deterjanlı sünger. Su çok sıcak, biliyorum, ama pek hissetmiyorum. Bir saattir yemek yapıyorum ve bir saattir içiyorum güzel güzel. Ben bunu çok seviyorum. Yavaş yavaş içip, yavaş yavaş uyuşmayı. Cold Play çalıyor bir yandan. Bu tencereyi yıkamam lazım, pilav pişecek bunda. Su sıcak, yarın ellerim şiş olacak... Olsun; yarım yamalak hissediyorum sıcağı. Fiziksel gerçekliği böyle bulanık hissetmek ilginç geliyor.

Böyle sarhoş olduğumda hep gülümsüyorum. Yani bir de getirseniz önüme beş günlük yemek harcı, pişiririm hani.

“Set me free, just say you’ll wait, you’ll wait for me” Buna da gülümsüyorum. Don’t wait for me. Bekleme beni, beklenecek bir şey yok bizde artık. Dükkan kapanmak üzere. Son kullanma tarihim fevkalade yakın.

Kollarımın içinde su kokusu. Dirseklerimin iç tarafında. Bayılıyorum bu kokuya. Hayatımın en güzel yanılsamasının bir hatırası gibi. Çok güzel şeyler anımsatmaya çalışıyor ama görüntüler oluşmuyor kafada bir türlü. En güzel günlerin bir özeti gibi. Anımsamaya çalışmıyorum, sadece özlüyorum usul usul. Gülümsüyorum yine.

Bir efes dark daha içmek istiyorum. Yemek yemek de istemiyorum aslında. Pişireyim ve içeyim.

And the truth is, I miss youuu”. Cold Play devam etse böyle, sonsuza kadar.

27 Mayıs 2007

Keman


Cuma günü sınıfa keman çaldım. Hiç böyle bir sınıfım olmamıştı; ya da ben yaşlanıyorum, kontrolü yitiriyorum. Neyse. Dönem başında yapılan geyikler sırasında ne seversin, ne oynarsın, ne okursun, ne çalarsın muhabbetlerinde kendimi elevermiştim. Her zaman olduğu gibi. Bize de çalar mısınız? diye sormuşlardı. Tabi, tabi demiştim, her zaman olduğu gibi. Dönem boyunca bunun muhabbeti bitmedi. Ya, lafın gelişi söylenmiş bir şeydi bu, şimdiye kadar sınıfa keman getirmişliğim yok. (Ne doktorlar mühendisler istedi de gitmedim)

Cuma günü kemanı götürdük sınıfa. Ama ne heyecan kardeşim! Sanki jüriye çıktım. Kelimenin tam anlamıyla zangır zangır titriyorum. “Ya çocuklar ben çok heyecanlandım.” Ama gerçekten de öyle. Ellerim öyle bir titriyor ki nota basamıyorum. Hepsi susuyor. Ben elimde keman, gözlerimi kapayıp bir süre bekliyorum. Sonra bir şeyler çalıyorum. Çalarken dalga dalga gelip giden bir heyecan akıntısı. Çok ilginç geliyor. Normal normal çalarken aniden yükselen ve sonra tekrar geri çekilen bir şeyler. Bitiyor. Harika bir alkış geliyor. İlk defa sınıfta herkes samimi. “Hocam sizi çektik, you-tube’a vericez, hit olacaksınız hocammm”. Herkesi caydırıyorum.

Çok uzundur kimseye çalmamıştım, sanırım ondan oldu. Aslında pek sevmiyorum, yalnız çalışmayı seviyorum. Bir de bu kadar heyecanlanmak huzursuz ediyor beni, yoruyor. Adrenalin vurgunu oluyor. Resmen yüzüm uyuşuyor.

Bir sürü güzel şey duydum Cuma günü. Bir sürü, bir sürü. Ver gazı, coştur kazı. Hehe.

Ben bu abdestle altı ay namaz kılarım.

marruu

24 Mayıs 2007

Göz-askı

Burcu didikledi, yazalım o zaman.

Bir bahtsızlık yaşadım orta ikideyken. Akıllara zarar. Bir Cumartesi akşamı. Kış; hava çoktan kararmış. Annem bir alt katımızda oturan büyük teyzemde, sekiz kadın aynı odaya doluşmuş konken oynuyorlar. Ben de evdeyim. Kış dedik ya, balkona çamaşır asmak mümkün değil. Hatta o zamanlar Ankara’da okulların hava kirliliği nedeniyle tatil olduğu zamanlar. Dolayısıyla bizim koridorda bir baştan bir başa üç ip. O gün ipte çamaşır yok. Ben küçük tuvalete gidiyorum; bir şey almam gerekiyor. Orta iki dediysek bir şey zannetmeyin; ışıklara yetişmek benim için hala bir rüya. Zıplıyorum, ışığa vurup yere iniyorum ama yakamıyorum. Gözüme bir şey batıyor. Pek acımıyor aslında, çekip çıkartıyorum. Elime bir ıslaklık geliyor, anlamıyorum. Koşarak annemlerin odasındaki aynaya gidiyorum. Gözümden kan akıyor.

Korku mu dediniz? Hayatımda bu kadar korktuğum azdır. Hemen alt kata koşuyorum. Kapıyı açan konkenci benden çok bağırıyor. Ben bir yandan ağladığım için gözümden akan şeyin artık ne olduğu belli değil. Annemin paniğini anlatmama gerek yok sanırım. Hemen hastaneye gidiyoruz. Nöbetçi göz doktoru babamın öğrencisi.

“Hocam ne oldu?”

O ana kadar kimse ne olduğunu sormamış herhalde ki, herkes bana bakıyor. Olan şu: Annem ütüleyeceği pantolonları elbise askısına asıyor. Sonra da askıyı ipe atıyor. Asmıyor ama, pantolonlardan ipe atıyor. Yani askının üst kısmı tam ters dönmüş şekilde. Tavana bakar halde. Ucundaki plastik düşmüş, olmuş bir kanca. Tuzak kursan bu kadar olmaz. Ben zıplayıp aşağıya indiğimde kanca gözüme giriyor.

Doktor bir aletle gözümü inceliyor. Bu arada gözüm şişmiş, morarmış, korkunç bir halde. “Hocam, gözde hiç bir şey yok, sadece kapağı yırtmış.”
Bizimkilerde hiç ses yok.
“Hocam, inanılır gibi değil, bir milimetre aşağıya girse gözü yırtacakmış.”
Babam sersemlemiş. “Mucize,” gibi bir şeyler geveliyor.
“Hocam, tanrı var galiba,” deyip gülüyor adam.
Babam da, “galiba,” gibi bir şeyler söylüyor. Eve dönüyoruz.

Bu konu yıllarca anlatılıyor. Dinleyen kişilerde açık bir şaşkınlık; nasıl olur, hangi gözün, hiç belli olmuyor filan.(Hayır, ne belli olacak, onu da anlamış değilim). Yıllarca gerzek bir prim yapıyorum bu bağlamda. Sizin hiç gözünüze askı girip de gözünüzü çıkartmadığı oldu mu minvalinde dönen bir “allah muhafaza” anısı oluyor.

O nedenle de dün gibi hatırlıyorum her bir ayrıntıyı.

Bakın, gene yaptım primimi. Sağolasın Burcu.

18 Mayıs 2007

Ah Ilgaz

Garip bir sessizlik vardı annemlere gittiğimde. Kavga değildi bu sefer, başka bir şey vardı. Annemin yüzü bembeyaz, Ilgaz hiç konuşmuyor. Annemin yüzüne bakıyorum, “ah, sorma,” diyor. “Ben içerideydim, güm diye bir ses geldi. Aynı anda bütün sigortalar attı. İçeri koştuğumda Ilgaz korkuyla üzerime atladı. Makası üçlü prize sokmuş.”

Bir an bayılıcam sandım. Karnımdaki bütün kelebekler havalandı. “Anne ne diyorsun?” diye kekeledim. “Kızım, valla nasıl oldu anlamadım,” dedi ve ağlamaya başladı. “Anne sakin ol, nereden bilebilirsin ki, olur böyle şeyler,” deyip sarıldım. Zavallı kadın, aklını kaçıracakmış neredeyse. Sınırdan dönmüş. Allahtan makasın ucu plastikmiş.

Ilgaz’a gelince... Aldım kucağıma, salona gittim. “Yanlış olduğunu bile bile yaptım,” deyip ağlamaya başladı. “Annecim, ben neden yaptığını anlayamadım, sen çok küçükken bile elektrikle oynamaman gerektiğini biliyordun.” Koca adam gibi, “biliyorum, neden yaptığımı ben de anlamadım,” diye ağladı durdu.

Daha fazla üstelemenin anlamı yoktu. Merak etmiş, bile bile yapmış, korkudan yüreği yarılmış ve artık kuyruğu bacaklarının arasına kısılmış bir kedi gibi, çektiği sıkıntıdan kurumuş bir şekilde maru curu ediyor.

Bırak miso, sarıl sadece.

Sarıldık zaten, öptük bol bol.

Kendi kendini pakladı sıpa.

14 Mayıs 2007

Şenlik’in Cuması

Günlerdir iple çektiğimdi Cuma, hayalini kurduğum. Biiir, özel dersim yoktu. Yani öğleden itibaren bomboştum. İkiii, Ilgaz annemde kalacaktı. Annem rest çekmişti, getir çabuk torunumu çok özledim demişti. Üüüç, çocuklarla anlaşmıştık önceden cephane konusunda. Smirnoff North vardı mesela, bir de Smirnoff Böğürtlenli. Birer de bira alındı perşembeden. Dolaba koyuldu, ertesi sabah da dolaba koyulsun diye özenle getirildi.

Sonra Cuma öğlen oldu. Miso açlıktan kudurdu; koştu Çatı’ya yemek yedi. Üzerine bir de turta yedi. (Sonra boşanıp semerini yedi) Bu sırada köşenin delisi ve keçilerin çobanı + insandan ziyade bir elfe benzeyen yavrusu okula gelmişti. Miso kediliğine yaraşır bir şekilde temkinli temkinli şenlik alanına ilerledi. Çobanı yazılarından biliyordu ama ne olur ne olmazdı. Bu arada burası her zamanki şenlik alanının alt kısmıydı. Burada rock çalmıyordu, tiki mekanıydı bura. Çocuklar buraya Tikistan demişti, miso bayılmıştı. Sonra miso çoban ve yavrusuyla tanıştı. Miso çobana hasta oldu, olamaz dedi içinden. Ne kadar genç. Deniz’i sevenler annesi nerede deyip ebleh ebleh çobanın suratına baktı bol bol. Çoban hiç farketmemiş gibi yaptı; alçak gönüllü genç bir kadındı. Miso kızıyla ilişkisine de bayıldı.. Çocuk 18 yaşında gibi fikir almalar, saygı duyar tarzda davranmalar filan. Miso yavruya delirdi. Yumuşacık davrandı tipe; punduna getirip elini kolunu sevdi, kafayı kokladı filan. Arada da o iğrenç pastellerle resim yaptılar. Deniz serbest çalıştı, mürebbiye miso hemen güneş filan çizdi. Hemen orada da karar verdi; bu elf sağlıklı bir insan olacak gibiydi. Kendi Ilgaz’ıyla tanıştıracaktı Deniz’i=elf’i. Cin bebeler oynarken miso ve çoban bira içecekti. Kocalar gelip toplardı sonra.

Sonra miso’nun canının içi gizmosu, T’si, kıvırı ve alikayhan’ı geldi. (Aslında geliş sıraları farklı, ilk alikayhan geldi ve cephaneyi getirdi, o yüzden ona minnet duyuldu) Miso çobandaki potansiyeli görüp bir birayı ona ikram etti (ay pek kibar bu miso denen kadın). İki arsız kişi birayı hemen yuttu. Köşenin delisi de domestik domestik karnını okşayarak oturdu. Derken elf bebe Deniz’in uykusu geldi, direk arızaya geçti, buna rağmen bay bay yapabildi. Çoban ve Köşenin delisiyle vedalaşıldı. Çoban evine gitti, ama buluşulacaktı. Artık karar netti.

Miso oğlanı annesine götürdükten sonra okula geldi. Hafif açtı ama sonra bir şeyler yerim diye düşündü. Keşke hemen yeseydi. Çünkü sonra hemen votkalar içildi. Miso Yorum konserine gidemedi. O esnada arızadaydı. Bu yeni votkaların kana karışma hızı eskisinin iki katıydı. Aç olunca aynı hız dörde katlanıyordu. Neyse, miso biraz saçmaladı, çocukların dediğine göre midesindeki votkadan hiç çaktırmadan kurtuldu. Bir ara çok üşüdü, etrafındakileri ısınmak amaçlı kullandı. Bana mısın demedi, herkesin etinden sütünden faydalandı. Sonra tam açıldı ve Ezginin Günlüğü’nü dinlemeye gittiler. Az kaldı ama E.G, üzdü biraz. Neyse diye düşündü miso, yine gelir, yine gideriz.

Gece bitti.
Şenlik bitti.
Miso yine sevdiği insanlarla olduğu için keyfinden çatlamak üzere olan bir kedi gibi torrr torrr öterek evine döndü. Ertesi gün o gecenin sağlamasını yaptı, omuz silkti. Olabilirdi, herkes kusabilirdi. Onlar onu hala çok seviyordu.

marruu

9 Mayıs 2007

Babam ve Torunu


Ilgaz büyüyor. “Büyüyor” diyerek bu süreci tarif etmek ya da Ilgaz’la yaşananlardan sıyrılmak mümkün değil tabii. Ne kadar eksik kalır kullanacağım her bir kelime. Çünkü kişiliğini oturtmaya çalışıyor, neye nasıl tepki vereceğinin ayarını yapmaya uğraşıyor. Kimi zaman beklenileni tam karşılarken (ki bu bence 6 yaşındaki bir çocuk için mucizevi bir şey), kimi zaman zıvanadan çıkıyor. Ve bu esnada acı çekiyor. Çünkü, enteresandır ki, yanlış davrandığını biliyor ama kendini engelleyemiyor. Belki de engellemiyor, bilemiyorum. Neler olacağını görmek istiyor belki de. Ama acı çektiğinden eminim, çünkü her defasında ağlıyor. Ama pişmanlıktan, şımarıklıktan değil. Ve kendi iradesiyle özür diliyor.

Ilgaz’ın bu puştça saldırılarını en hasarsız bir şekilde atlatmanın tek yolu başta çok ılımlı yaklaşmak. Şımarıklığının hiç bir şey sağlamayacağını hissettirmek bir yandan da. Ama anahtar tavır yumuşaklık. Ajitasyonuna sert çıkınca çıldırıyor çünkü. Ben bunu çok düşündüm. Ve bu konuda iki kötü olay yaşadım; çocuğuma vurmamla sonlandı her iki cinnet de. Şimdi kararım çok net; Ilgaz bu şekilde davrandığı anda başlangıçta mümkün olabildiğince yumuşak davranıp sonra davranışını konuşmak. Bu anlarda herhangi bir sidik yarışına girmek çok riskli, çünkü direk geri tepiyor ve daha beter zarar veriyor.

Zaman zaman nükseden bu arızasını kaldıramayan tek insan babam. Pazartesi günü Ilgaz’ı annemlere bırakıp mutfakçıya gittik. Annemden, “miso eve olabildiğince erken dön yavrum” diyen bir telefon. Ben tabi direk anladım. Ilgaz’la babam. Hangisinin altı yaşında olduğunu anlamak mümkün değil bu tür kavgalarında. Olaysa o kadar gülünç ki. Ilgaz bilgisayarda bir şey çiziyor, sonra yanlış bir şey yapıyor ve o şey siliniyor. Ağlamaya başlıyor. Babam olsun diyor, bizimki çok üzgün, o nedenle tutturma moduna geçiyor. Babam git içeride ağla, başım şişti diyor, bizimki hayır burada ağlayacağım çünkü şu anda mutsuzum diyor. Öyle böyle derken babam öldürücü lafı ediyor: Seni annene söylerim bir daha buraya getirmez.

Bu ne demek ya? Bravo baba, tehdit bir çocuğun eğitiminde olmazsa olmaz şeydir. Bir de karşıma geçmiş bana olayı savunuyor. Ölür müsün, öldürür müsün? Hayır, sinir anında söylemiş deyip geçmek istiyorum, bir de zarala zurulu izah ediyor, mantıklı açıklamalar getirmeye çalışıyor. İnanır mısınız, babam beni de kardeşimi de evlat değil torun yetiştirir gibi maksimum anlayışla büyüttü. Şimdi hırsını çocuğundan alan deli bir ebeveyn gibi davranıyor.

Yanlış bir şey yapmak istemiyorum. Babamın bir ton sağlık problemi var, bir de ben bir şey eklemek istemiyorum. İntikam gibi gerzek bir mecraya atlamak hiç istemiyorum.

Ama oraya gitmek de istemiyorum.
En azından bir süre.

pıhh

3 Mayıs 2007

Yemekhane


“Hocam bakhar mısınız?”
“Buyrun?”
“Yannız kitaplarımızı masalara bırakhamıyoruz.”
“Pardon?”
“Yani yemeğimizi aldıktan sonra bir masaya geçebiliyoruz.”
“Elimdeki 4 kitap, bir yağmurluk ve çantayla birlikte bu tepsiyi nasıl taşıyacağım peki?”
“Ben bilmem. Hocalar şikayet ediyor. (Biz hıyarın başıyız ya) Aha bakın, mesela bu hoca şikayet ettiydi.”

Adam kaşla göz arasında yemekhaneye giren iki hocanın yanına gitti ve parmağıyla bizi (4 tane hazırlık hocası) göstererek “bunnar masayı tutup sıraya girdi hocam,” dedi. (Yalarım, dedi, yutarım dedi, kuyruğunu sevinçle salladı)

“Hocam,” dedim, “masaya kitaplarımızı bıraktıktan sonra sıraya girdik çünkü bu kitaplarla tepsiyi taşımak mümkün değil.”
“Ama ben geçen gün geldiğimde yer bulamadım, o yüzden de şikayetçi oldum,” dedi hoca efendi. (Bu arada 4 yıldır bu yemekhanede en az haftada iki kere yemek yiyorum, bir kere bile yer bulamadığım olmadı)
“Hocam,” dedi Yılmaz, “biz eşyalarımızı masaya bırakıp yarım saat sonra gelsek haklısınız. Biz yalnızca eşya taşımamak için masayı iki dakika önceden işgal ediyoruz.”
“Bilmiyorum. Yönetim yazı astı. Siz müdüriyetle bir görüşün.”

Eeee dedim. (İçimden). “Hocam, afedersiniz ama neyi görüşeceğiz? Kitaplarla bu tepsiyi taşımak mümkün değil. Bize ne söyleyebilirler ki? Nasıl bir çözüm önerebilirler?” (Bunları da dışımdan)
“Valla bilmiyorum.”
“Peki, afiyet olsun.”

Akademik dünyada “seniority” çok ağır bir hastalık. Bu kelimenin Türkçesini bilmiyorum. “Yaşım ilerleyip benden sonrakiler geldikçe buranın ağası paşası ben olurum” diye özetlenebilir sanırım. Asistanken hocanız kötüyse hemen bütün vücudu sarıyor ve daha asistanlık bitmeden kendinizi ordinaryus profesör gibi hissetmenize, diğerlerine de hamamböceği gibi davranmanıza sebep oluyor. Tedavisi imkansız. Orada yaşımız genç olduğu için bize böyle davranabilen bu insanlar, özellikle de “bakhar mısınz” diye konuşan o temizlik görevlisi biraz daha yaşı ileri hocalarla asla bu tarzda konuşamazlar, eminim. Yaş ilerledikçe katmerlenen HAKLAR kümesinden nefret ediyorum.

Öğrenci yetmez, dişine göre olan meslektaşlarının üzerinde de kur iktidarını.

Ve rahatla.