27 Eylül 2007

Bu aralar


Yeni döneme kendimin bile başa çıkamadığı bir heyecanla başlarım genelde. Çocuklar, kitaplar, okulda olmanın verdiği şekerleme gibi, dudakları yalatan, daha çok, daha çok yemek istemenize yol açan haz. Oysa şimdi 70 yaşındaki insanlar gibi hissediyorum kendimi. Dönem sonu gibi ya da. Elim kolum kalkmıyor.

Bu sene her şey üstüste geldi. O içinden şeker fışkıran üçü-bir-arada kahveler gibi. Taşındık diyorum ama bir türlü ev haline gelemedik. Sürekli yapılması gereken korkunç işler fışkırıyor. Bu Pazar eşim ve kuzen dört saat boyunca çatıdaki anten kablosunu içeri almaya uğraştılar. İş bittiğinde leş gibi bir ev, kırık bir tavanla kartonpiyer ve işi halledemediği için mutsuz bir koca duruyordu karşımda.

Ilgaz ise ayrı bir tiyatro. Gün aşırı hisleniyor, ağlıyor. Ama ne ağlamak. Bir çocuk böyle sessiz, hıçkırmadan, gözlerinin içene bakarak ağlar mı? Anneciğim, ne oldu? Bilmiyorum anne, ağlayasım var. Sarılalım mı? (Hançere ne hacet, yarayı daha fazla kanırtmak mümkün değil.)

Okul da fazla geldi. Yeni kur, yepyeni kitaplar şimdiden bayılttı. Bu dönem keşke daha önce verdiğim bir kuru verseymişim. Her gece neredeyse bir saat hazırlık yapıyorum ve eskiden seve seve yaptığım işe şimdi elim varmıyor. Bitse de yatsam diye hissettiğim için de içime sinmiyor.

Tek güzel şey evde banyo yapabilmek. Sıcacık suyla. Bavul hazırlayıp annemlere taşınmamak. Utanmasam buruşana kadar suyun altında kalıcam. Aslında utandığım yok, su harcamak ağrıma gidiyor. Ilgaz’cım da dün, “ben de seninle banyo yapıcam, rahatlarım, iyi gelir, buyurdu. Şaştım kaldım. Çok bilen otu.

Eski rutine dönmek istiyorum. Biraz kitap okuyabilmek mesela. Ya da sevdiğim bloglara göz atabilmek. Galiba bir kaç haftaya daha ihtiyacım var.

Ondan sonrası güzel olacak.

marruu

19 Eylül 2007

Yerleşmek


Taşındığımız gün, ki geçen hafta Salı oluyor, biz yukarıda, kombiciler aşağıda uğraşıp durduk. Saat sekizde annemlere uçtum oğlanla birlikte. Bitkin, bıkkın, içimden sürekli “korkma miso, bu kaçıncı taşınman, toparlanır biliyorsun,” diyerek. Saat dokuz buçukta eşim aradı. Kombicilerin işi bitip sıcak suyu basınca çalışma odasının duvarından su fışkırmış ve hem o oda, hem de bir altındaki sığınak odası ıslanmış. Ilgaz’ı annemlerde uyutup eve döndüm. Olabilecek en kalabalık iki odada ne var ne yoksa kenara yığılmış ya da dışarı taşınmıştı. Uzatmayayım, bir türlü yerleşemedik. Parkenin altı kuruyup yeni parkenin döşenmesi Cumartesini buldu. Yorgunluk ve bıkkınlık katmerlendi. Yeni yeni düzeltiyor, ev haline getiriyoruz inimizi.

Bu arada benim akşam dersim olduğu için Ilgaz’ın eve dönüş saatiyle ilgili sıkıntımızı çözmemiz gerekiyordu. Ben de, eşim de altıdan önce evde olamıyoruz. Etüde bırakmaya içimiz elvermedi; bir lokma çocuk, geldiğinde zaten turşu gibi oluyor. Anneme bırakmak hiç olmaz, hem annemin haftada iki konkeni var, hem de babamla kuma gibi çekişiyorlar. (Ve ne yazık ki bu babamın yaklaşımından kaynaklanıyor. Kuzu gibi çocuk kafayı üşütüyor) Çözüm bir kadın tutmak. Bir iki sorduk soruşturduk, Türk kadınlar ayda 800 lira artı yol istiyorlar. (Eşim burada tumturaklı bir küfür salladı, ben de bütün kalbimle katıldım). Ayıp yahu, benim maaşımı geçiyor bu durumda! Biz de bir şirket aracılığıyla Türkmen bir bayan bulduk. Türkmen’i de özellikle tercih ettik aslında; çok benziyormuşuz, dilimizi biliyorlarmış, yemek kültürümüz hemen hemen aynıymış filan gibi duyumlar aldık. Bu arada “şirket” dediğime bakmayın, güncel insan tacirliğinin kibarcası. Neyse, gelen bayan, Leyla hanım, ne yemek yapmayı biliyor, ne de doğru dürüst temizlik gördük. Oğlanla çok iyiler diyeceğim, ona da oğlan yüz vermiyor. Hiç anlamadım valla; bir insan yemek yapmayı nasıl hiç bilmez? Ya da cam/yer silmeyi? Bir hafta daha misafir edip, olmazsa el sıkışıp yollayacağım. Hiç olmazsa severek ayrılalım.

Bu aralar olan en güzel şey okulun açılması. Dün Kıvır, Alikayhan, Gamze ve bir arkadaşıyla Çatı’da oturduk. Ben bir şımardım, bir şımardım sormayın gitsin. Dır dır, zar zar konuşup durdum. Dedim de zaten, bunlara tatil yasaklansın kardeşim, otursunlar okullarında paşa paşa. Oh yahu, kendime geldim biraz. Gençlerin ruhunu sömürdüm, yüzüm gözüm gerildi, gençleşti.

Evi de bu hafta sonu bitiriyoruz inşallah. Perde ve avize işleri de hallolursa tamamız. Ama benim boyum yetmiyor, koca efendi de yardım almıyor ne yazık ki. Neyse, bir şekilde halledeceğiz bakalım.

Çok özlemişim burayı. En kısa zamanda can dostların yazılarına dalabilmeyi umuyorum.

marruu

10 Eylül 2007

Taşınamamamamama

“Alo?”
“Ee boyron?”
“xxx nakliyat mı?”
“He, ama abi gelmedi dıha.”
“Ne zaman gelir acaba?”
“Noolduydu ki?”
“Şey, bizim bugün evi taşıyacaktınız da kamyon hala gelmedi. Onu soracaktık.”
“Allahallahkh. Nooldu ki aceba? He dur, abi girdi şimdi.”
“Alooğ?”
“Beyfendi ben şuyum, bugün bizim evi taşıyacaktınız, kamyon gelmedi hala.”
“Ya sormayın, sizin evi taşıyacak olan arkadaşlarla kamyon şöförü kavga etmiş. Gelmeyecekler. Yarın taşıyalım mı?”
“Nasıl yani?”
“Öyle valla. Kusura bakmayın. Ben size adam bulmaya çalışayım.”
“Nerden bulacaksınız pardon?”
“Eheh, buluruz biz.”
“Yok öyle rasgele adamla olur mu? Olmasın. Peki yarın taşınalım.”

Bahtsız mı?
Bedevi mi?
Kutup ayısı mı?
Çöldeydi, di mi?


Misocum, sakin, lütfen sakin ol. Hayır zenci bulmak neyi çözebilir ki? Lütfen canım, lütfen.


pıhhhhh

8 Eylül 2007

Taşınma


Her taşınmada huyumdur, mutfak eşyalarını olabildiğince kendim götürürüm. İlk iki taşınmada yapmadım, sonrasının nasıl bir su/deterjan/elektrik/emek israfı olduğunu gördüm. Kolay mı, o bardakların, tabakların hepsi tek tek elleniyor. Raflara kalkar mı o tifolu, koleralı, haydi en iyi ihtimalle hepatitli zımbırtılar?

İki gündür annemle mutfağı taşıyoruz. Bardaklardan hiç birini kırmadık henüz. Veya tabaklardan. Ama kardeşim, çok ağır bu zıkkımlar. Dün sabah boynum hafiften tutulduğu için bütün günü baş ağrısıyla geçirdim. Ya bir de işin kötüsü bu proficiency’de hem sınavlarda görevliyim, hem de okumalarda. Okumalardan yırtsaydım ne süper olurdu. Ev bark yerleşirdi biraz.

Taşınmamız da pek tam olmayacak. Henüz kombi takılmadı. “Kombiyi ne yapacahsın yinge, kolorifor mu yahacaksın? ehühü” diyen kaza “pardon ama banyo için kazanda mı su ısıtacağız?” dedim. Korcan adamın suratına gülmemek için kaçtı. Misonun hiddeti ve şiddeti diye dalga geçiyor. “Biz en geç iki günde bir çimeriz de,” dedim bir de. Adam iki gündür benimle konuşmuyor. (Şok oldu sanırım, banyo sıklığımız onu derinden sarstı. Çok üzülüyorum, ne yapacağımı bilmiyorum) Ha tabi bir de tezgah sorunumuz var. Mutfak ve banyo dolapları takıldı ama tezgah Pazartesi geleceği için henüz lavabo lüksümüz yok. Küvette el yıkıyoruz, harika oluyor. İki kere deneyin, lavabolarınızın kıymetini anlayın.

Pazartesi taşınıyoruz. Daha doğrusu kendimizi eve atıyoruz.

Gerisi kısmet diyorum. Lütfen kazasız belasız taşınalım.

Duydun mu?

Sağol

marruu

1 Eylül 2007

Bir akşamüstü ve gece


Son üç ders kaldı. Ben de, çocuklar da sıkıldık artık. Bilkent’in sınavı haftaya Perşembe ve Cuma. Son dersimizi Salı günü yapacağız. Eşim de Ilgaz'ı almaya gitti Kumla'ya. Evde yalnız olmanın getirdiği tadına doyulmaz rahatlığıyla birlikte havada asılı olan o enteresan boşluğu yaşıyorum. İnsanoğlu garip, diyorum bir kez daha kendi kendime. Bu değil miydi kardeşim istediğin, özlediğin, oooh, rahatlık, özgürlük filan dediğin? Değil galiba, ya da o, ama henüz algı safhasına geçemiyorum. (Çocukluktaki beslenme bozukluğundan kaynaklanan bir geç anlama durumu)

Dersten sonra annemi alıp taşınacağımız eve gidiyoruz. İşler nasıl gidiyor diye kontrol etmeye. Yumurta kapıya geldi artık; oturmakta olduğumuz ev üç gün önce kiralandı. En geç on gün içinde çıkmamız gerekiyor. Oraya ulaştığımızda yüzümüz biraz gülüyor, ama yine de ustalarla net bir şeyler konuşamıyoruz. Özellikle "ne zaman" sorusu onlar için çok muğlak bir şey. Günaha girecek gibi korkuyorlar bir şey söylemekten. Hep birlikte Godot’u bekliyoruz. Ben bir şey soruyorum, onlar bambaşka bir şey söylüyorlar. Evden ayrıldıktan sonra eşimi arıyorum, bana tarih soruyor ve hiç bir tarih veremediğimi farkediyorum büyük bir şaşkınlıkla.

Kızılay’a iniyorum akşamüzeri. Dufresne’yle buluşuyoruz. Hızla Tunalı’ya yürüyoruz. Orada uzun zamandır ilk kez Random’da yer buluyoruz. Daha doğrusu dışarıdaki tek boş masaya oturuyoruz. Aslında bu kadar çok içmek istemiyoruz, ama laf lafı açıyor, laf gönlü açıyor, gönülse en derindeki sınırları, sırları açıyor. Sabaha kadar, hatta günlerce konuşsam bir saniye sıkılmam herhalde, diye düşünüyorum bir kez daha. Ama orada oturdukça içmeye devam edeceğiz ve bu da benim hiç işime gelmiyor. Sabah ders var, daha yürünecek çok yol var falan filan.

Dufresne’yle biz ne zaman buluşsak deli gibi yürüyoruz. Bu gece de bir istisna olmuyor; Tunalı’dan Emek’e yürüyoruz. Yolda Dufresne’ye şişmanlayıp şişmanlamadığımı soruyorum, o da direkman, bir saniye bile düşünmeden evet hocam, bu sene biraz kilo aldınız diyor. (Bidona döndünüz, maaşallah diyemiyor, çok saygılı kendisi). Küsüyorum ve bunu kendisine bildiriyorum. Bu arada, yolda giderken Ankara’nın bütün taksileri korna çalıyor. Hayır, binmek istesek yola sırtımız dönük gayet tempolu bir şekilde yürür müyüz? (Adamlar benim beslenme bozukluğumu anlamış olabilir mi?) Ben yapsam Dufresne yapmaz, ODTÜ’de fizik masteri yapıyor çocuk. (Ben en son sayısal bir sınava 1988’de girmiştim, hehe) Arabaya varıyoruz, onu dolmuşa bineceği bir yerde bırakıyorum. Sonra eve geliyorum.

İçki bütün kötülüklerin anasıdır; biraz hızlı geliyorum. İçince hafif süratli gelmeyi seviyorum. Arabanın üzeri açıkmış gibi geliyor, kafamda saçlarım uçuşmasın diye taktığım mikro bir eşarp, gözümde yüzümün yarısını kaplayan bir güneş gözlüğü, ben hayatta sorun nedir bilmeyen fıstık gibi bir hatunmuş gibi sürekli gülümsüyormuşum filan... Romantik oluyorum yani. Yaramazlık yapasım bile geliyor, ama hevesimi hemen kursağıma doğru iterek eve koşuyorum.

Böyle işte. Nefis bir akşam üstü ve gece geçiriyorum.

Mutluyum.

Marruu, puurrrr, purrrr