31 Mart 2010

Ah bu sözcükler...


Sözcüklerle başım dertte. Anlaşamıyoruz biz; sanırım yanlış olanları seçiyorum hep. Ya da yanlış olanlar daha bir kurnaz, daha bir atak; öne geçiveriyorlar olmayacak yerde bir çocuk rahatlığı ve küstahlığıyla göğüslerini gere gere, ne olacak bunun sonu diye düşünmeden, düşünmeye zahmet bile etmeden. Evet evet, bildiğimiz küstahlık bu.

Aslında bu yeni bir şey değil; hep öyleydi. Gerçi ben zamanla törpülendiğimi düşünüyordum, bir takım mekanizmalar kurarak gemleme çalışmaları yapıyordum uzun zamandır, ama bir an geliyor ve engel olmak mümkün olmuyor işte. Sonra? Sonrası kötü. Gerçekten sevdiğim, gerçekten yanımda yöremde olmasını istediğim insanı/insanları üzüyorum, yaralıyorum. Tamam, doğru söylemiş olabilirim ama değdi mi? Yok miso, değmedi. Bu işler böyle olmuyor. Bu işin dürüstlükle hiç bir alakası yok.

İşin kötüsü hiç bir işe de yaramıyor. Ben söylemek istediğimi anlatamıyorum: benim söylediğim açıdan bakıp ne düşündüğümü anlamasını sağlayamıyorum. Karşıdaki direk kişisel algılıyor ve aramızda bir tür sevgi yoksunluğu olduğunu düşünüyor.

İşin daha kötüsü: Herkes kendince haklı.

İşin en kötüsü: Tekrar konuşmak mümkün olmuyor. Çünkü bu müsibet sözcükler başka diyarlara akıp gidiyor. Çoğu kez konuşurken yazmayı düşünmüşümdür; çünkü laf lafı açıyor ve bambaşka yerlere gidiliyor. Oysa söylenmek istenen kaç şey olabilir ki? Onlar söylense, onlar üzerinden konuşulsa. İki tarafın da “onlar”ı dinlense, üzerinde anlaşılsa... Ne yazık ki bu da olmuyor hiç bir zaman.

Böyle işte. Diyorum ya, başım dertte. Düzeltemiyorum bir türlü.

Düzeltemeyeceğim de. Biliyorum.

16 Mart 2010

Yeni bir yapı: Öğrenci :(


Öğrenci çok enteresan bir yapı. Başlıbaşına bir tür gibi. Kastettiğim “tür” İngilizce’deki “species”. Ukalalık için çok özür diliyorum; ancak bizimle fiziksel olarak aynı formda görünen bu yapının ne kadar farklı refleksleri olduğunu gördükçe farklı bir tür olduklarına, ya da bir- bir kaç tür arasında gidip geldiklerine iyice inanır oldum.

Dönem başından beri sessiz duran, nadiren gülen bir öğrencim var. Ve pek de tarafsız olduğunu düşünmüyorum. Hani ufak ufak negatif bir elektrik alıyorum ama çok da üzerinde durup didiklemek istemiyorum. Çünkü didikleyince haklı olduğum ortaya çıkıyor ve üzülüyorum. Ve nitekim bugün haklı olduğumu gördüm. Ve üzüldüm...

Tenefüsten sonra sınıfa girdiğimde ikili üçlü gruplar halinde bir geometri sorusunu çözdüklerini gördüm. Arkadaşlar, haydi, kitapları açalım, alırım onu elinizden... Gittim birilerinin elindeki kağıdı alıp “keseyim mi topunuzu” filan dedim. Neyse derse geçtik. Dersin son beş dakikasında da serbest bıraktım. Sonra gittim bir öğrencinin yanına (bu başka; kendisi makina mühendisliğinde), çözebildin mi? Şurası da x mi? filan dedim. Bir iki şey konuştuk. Sonra sınıfta-asla-tebessüm-etmem-etmeyeceğim beyin kanadına gittim. Biri başka bir şey sormuştu çünkü. Hocam XXX çözdü, dediler. Aa, cidden mi, bana da anlatır mısın, dedim. Yüzüme baktı, anlatamam, dedi. Neden? dedim. Şaşırdım. Öyle işte, dedi. Bu sefer ben şaşkın bir ifadeyle onun yüzüne baktım. Anlatılamayacak bir şey olduğu filan geçiyor kafamdan. Anlatsam da anlamazsınız, dedi.

Yüzümdeki şaşkın ifade söndü, bitti. Bunu dediğine inanamadım. Öyle mi, filan gibi bir şey geveledim. Ama hiç bir kızgınlık, bir iktidar hissi filan yok. Sadece üzüldüm. Peki, dedim, masaya döndüm. Özür dilesene lan, filan gibi sesler geliyor. Ben o tarafa bakamıyorum, önümdeki kağıtlara bakar gibi yapıyorum. Bir şeyler dedi ama duyamadım. Uğuldadı kulaklarımda. Zaten önemli de değildi o noktada.

Neden anlamayacağımı düşündüğünü bilmiyorum. Bir takım aptallık gösterileriyle böyle hissetmesine yol açmış olsam da beni üzeceğini bile bile neden böyle davrandığını hiç anlamadım. Bir insan bir başkasını neden bile isteye kırar ki? Arkadaşına da böyle yapar mıydı acaba? Hoca olduğum için mi bu ayrıcalığa nail oldum, onu da anlamadım. Yoksa Miso’yu mu incitmek istedi? Bilemiyorum.

Ya cidden öğrenciler o kadar hayati ki benim için... Böyle bu kadar şımarıkça, bu kadar hoyratça bir tavır çok incitiyor.

Böyle oldu işte bugün. Üzüldüm ben çok.

marruu

7 Mart 2010

Ve-da


Aslında gitmeyecektim filme. Mustafa’dan sonra töbe demiştim; bırak Miso bırak, filmi seyretmeyenler bile üfürüp durdular, bozma sinirlerini demiştim. Bir tür öz koruma hamlesi yani. Sonra yeni sınıf dedi ki, aman hocam, canım hocam, bizi filme götür hocam. Götür mötür demediler aslında, eheh, o benim hüsn’ü kuruntum. Her sabah ilk ders direk derse dalmayalım diye dün film izlediniz mi, nasıl buldunuz, aman o aktörü yerim ben gibi geyikler çeviriyoruz. Bu arada yavrular poğaçalarını yutup gözlerini yarım açabilir duruma geliyorlar. Biraz da hani faydalı bir meyvedir sinema, yesinler diye destekleme durumları. Neyse, çok uzattım, Perşembe günü filme gittik toplam 15 kişi olarak. Ama ve fekat...

Filme ilk sahne itibariyle yabancılaşarak dalıp, buz keserek çıktığımı itiraf etmeliyim. Dakka bir gol bir, küçük Mustafa dünyanın en mel bakışlı sarışın çocuğuna teslim edilmiş; dakka iki, gayet uyduruk bir iki sahneyle hafif büyümüş Mustafa’nın liderlik yeteneklerine şahit oluyoruz. (Artık dakka saymayacağım ama liste sonsuza kadar gidecek). Mustafa’nın annesiyle Mustafa bütün o boya-badana makyaja rağmen sürekli aynı yaşta görünüyorlar. Fikriye Mustafa’ya kahve getirip salondan çıktığında Mustafa Kemal hafiften eğilip, uzaklaşan kızı arkadan kesiyor; ve yemin ederim ehi ehi diye sırıtıyor. Savaş sahneleri toplam 20 askerle çekilmiş (haydi 40 olsun; şimdi uyduruk Hollywood filmlerine adamlar bu işi biliyor tadında övgü mü düzelim?) Büyük Balkan göçünde insanlar ip gibi bir sıraya dizilmiş, tek sıra halinde ilerliyorlar... Ay aman ya, her bir sahne ayrı bir yabancılaşma...

Filmde gerçeğe aykırı bir sürü şey. Bu arada referansım da Salih Bozok’un Gazi ve Latife kitabı; orta 3 hayat bilgisi kitabı değil. Bu sabah Zülfü Beğ’in röpörtajını dinledim; efenim yurt dışında yönetmenler daha özgürmüş, o hiç özgür olamamış, M. Kemal’i istediği gibi yansıtamamış, çok hassas bir konuymuş, oysa bu bir filmmiş, istediği gibi yansıtabilmeliymiş.. Bu miso diyor ki, efendim eğer sen gerçek bir karakter üzerine bir film yapıyorsan, o filmdeki yaratıcılık durumun biraz kısıtlanır haliyle. Yani örneğin Atatürk’ü abanoz karası saçlı bir aktöre canlandırtmak tabi ki yönetmenin bileceği iştir, ve fekat böyle bir şey yaptığı anda da seyircinin bu duruma yabancılaşacağı gerçeğini gözönünde bulundurması gerekir. Yok yok, bu kadarı da olmadı ama hatırı sayılır miktarda sıkıntı vardı bence.

Geniş kadrolu bir müsamere kıvamındaki bu filme gitmemenizi şiddetle tavsiye ederim. Zira miso’nun ruhu şişim şişim şişti. Neyle indireceğini de bir türlü bilemedi.

marruu pıhhh