24 Nisan 2008

Bahar…

Büyümeye dair en büyük sıkıntı galiba KILAVUZ ibrasinin kendinize dönmeye başlaması. “Kontrol” durumlarının şirazesinden çıkıp tekrar dönüp size patlamasından bahsediyorum; tek sorumlu olan size. Evet, başlıkla bütünleşin lütfen, bana BAHAR geldi. Yine. Ya ben ne yapacağım bu mevsimle, bir türlü çözemedim, bulamadım gitti.

Diyorum ki bunu bulmak o kadar imkansız bir şey ki sana miso, bırak, çabalama yahu! “Çabalama kaptan ben gidemem halleri” yani. Tarif de edemiyorum içimdeki didiklenmeyi. Bir tarif edebilsem aslında, belki daha bir sakinleşecek, belki de içimdeki ampirik miso, “bak kızım, yıl şu, şöyle yapmıştın da böyle olmuştu,” deneyimlerini gösterecek çatır çatır. Ve anlayacak bu miso. Ya da bilmiyorum, anlamayacak, her şey olacağına varacak, ve saire...

İçimdeki ben- dışımdaki ben. İkisi birbirini tamamlar mı, dışımda olanı Oscar’lık oynar mı, zaman zaman oraya buraya çarpa çarpa-sendeleye sendeleye yolunu bulmaya çalışan içimdekine serin bir tebessümle bakıp bekler mi o dışımdaki...? (Sarhoş olası mı gelmiş bu misonun?)

Merhaba hocam, merhaba, nasılsınız, iyiyim, çok iyi görünüyorsunuz, teşekkürler sen de... derken az önce kulağımdan uzaklaştırdığım aryalarla koşmaya başlayıp hiç kimseyi, hiç bir yeri tanımadığım, en ufak bir aşinalık bile besleyemeyeceğim kaar yabancı bir yere ulaşmak... (Kore?) O zaman durmak?

Sorun ne? Sorun galiba kendi il sınırlarım. Kır onları, kır, yık, çık git. Evet, evet, tabi... Yok ya, bu kadar mı aptal görünüyorum? Eee, yettin o zaman, al biralarını git stada, en tepedeki basamaklardan birine otur, biranı aç ve stadı seyret. Bak bak, hemen bir şey göremezsin, acele etme. Şaşı bak-şaşır gibi sabır ister bu. Bak bakalım, belki istediğin bir görüntü belirir bir ara. (Bak, bak, korkma, kaz seni)

Ya da belki de okula geri dönmek lazım. Manzaradan aşağıyı seyretmek, Bebek’e yürümek, sağdaki manolya ağacına bakmak yerinde duruyor mu diye, çok sarhoş hallerde olmak, sorulan sorulara yalan kuyusunun en dibindeki kırıntılarla cevap vermek, yaşananları-yaşanacakları-hep gizlenip saklanacakları düşünmek...

Yoruldum bir an. Bahar geldi yine.

Aslında çok “korkar” hallerdeyim.

Yine.

marruu

7 Nisan 2008

Hooop güüüm


Cumartesi sabahı daha sekiz on beş. Aşağıya inip Ilgaz’a tost/portakal suyundan oluşan kahvaltısını hazırlamam gerekiyor. Evdeki herkes uyuyor. (Kayınvalideler bir haftadır bizdeler, evin beyi zaten ayrı bir dünyada; hiç birini uyandırmak istemiyorum.) Biz de oğlumla kırk beş dakika sonra yüzme kursuna gideceğiz. Terlikler elimde usulca iniyorum, işimi halledip yukarı çıkarıyorum. “Oğlum bak, çizgi filmini izlerken tostunu ye de yüzerken rahatsız etmesin seni, olur mu?” Hıhı. Gözü Pembe Panter’de, beni mi dinleyecek?

Oğlanı giydiriyorum, bütün işler bitmiş. Yine aynı sessizlikte aşağıya inip çocuğu alıp çıkıcam. Terlikler takalak tokolok etmesin diye yine elime alıyorum, ilk basamak, hoooop... Ya nasıl olduğunu anlayamadan sıkı bir uçuş yapıp neredeyse sekiz basamağın dibine konuyorum. Ama tabi bir penguen edasıyla. Gürültünün allahını yapmışım tabi, bir de bağırıyorum düşüşüme yakışır bir şekilde. Herkes tepemde ama ben kalkamıyorum. Yok yok, başımda filan bir darbe yok, darbe olması gereken yerde ama kardeşim oranın adı kaba et değil miydi? Bu nasıl bir acıdır, bir insanın kıçı şişer mi? Sürünerek kalkıyorum, belimi kontrol ediyorum, bir şey yok. Kayınvalide “hemen hastaneye götürelim,” filan diye bağırıyor. “Anne, dur bi, yok bir şeyim, gerekirse gideriz,” diyorum. Biraz yürüyorum filan, yine bir şey yok. Heeey. Ama şişme süreci başlamış, arka taraf cidden kuzu kuyruğu gibi kendini hafif dışarı salmış (ki zaten sağolsun bir hayli dışarıda olduğundan güzelliğine güzellik katılmış)...

Alıyorum oğlanı gidiyoruz. Kuyruksokumu kemiğim sanki kol kemiği gibi kendini belli ediyor. Orada, evet hissediyorum. Oğlanı yüzmeye bırakınca babamı arıyorum. Böyle böyle oldu, ne yapayım? Belinde bir şey var mı? Yok. O zaman en kötü ihtimalle kuyruksokumu kemiğin kırılmıştır, ona da yapılacak hiç bir şey yok, bir süre her yerin ağrıyacak, geçmiş olsun, diyor. http://www.telefonladerdedeva.com/ (Yok böyle bir adres, şiş bölgemden uydurdum) Bakın, harika çözümü buldu: Bekle. (Kızma miso, adam haklı, biliyorsun) Şimdi? Şimdi daha iyiyim ama kuyruksokumu kemiği hala orada, oturup kalkarken de dürtüyor.

Bu arada yeni kedimizi tanıştırayım: SUFLE. Efenim, benim eşim Fransız asıllı olduğu için bizim aptal suratlı, şaşı kediye bu ismi buldu; aristokrasi yani. Bence MUSTİ çok daha iyiydi ama farketmiyor, çünkü kedi efendi her gün hafızayı resetleyip akşam yine bizi pıııhhhhlarla karşılıyor. İsmin ne önemi var bu durumda, değil mi canım kardeşim? Hayvan zeka bakımından cidden yardıma muhtaç durumlarda. Ama güzel, ve tor tor ötüyor, ve Fıstık’ı hala çok özlesem de artık eskisi kadar can acıtmıyor.

Kurşun mu döktürsek ne? diyerek bu kaza tasvirli yazıyı bitiriyorum. (Bir öğrencimin önerisidir, benimle hiç alakası yok, bilakis çok korkarım.)

marruu