25 Kasım 2007

Sular Duruldu


Hayatımın gidişatının nasıl bu denli dış etkenlere bağlı olduğunu görüp şaşırıyorum. Bazen diyebilmek ne kadar rahatlatıcı olurdu şimdi... Oysa sıklıkla demek bile bu dış etkenlerin ağırlığını hafife almak gibi olacak; haksızlık etmeyeyim. Yakışmaz. Aferin miso.

Şimdi bu giriş paragrafından ne kendini sürekli yiyen, huzursuz, iç sorgusu bitmeyen biri olduğum ortaya çıkıyor, değil mi? Evet, ne yazık ki öyleyim. Bunun yorgunluğu da herşeyin cabası zaten. (Bu paragrafı kocaman bir parantez olarak algılayabilir miyiz, lütfen?)

Gelgitlerim bitti gitti diyebilmek ne güzel. Hele de hissedebilmek... Gelgitler biter mi? İniş çıkışların ancak yükseklikleri azalabilir; asla bitmezler, asla, değil mi? Ama bu aralar bu yükseklikler aşağılara çekildi gibi görünüyor. Tamamen dış etkenlerden, yaraları iyileştirecek kadar güçlü dış etkenlerden.

Dış etken bir çok güçlü: Kemanı aldım. Kıvır, A.K ve ben gittik almaya. Yalnız gidemezdim zaten. Nasıl bir heyecan, nasıl bir iç kıpırtısı anlatamam. (Bu arada, yalnız gidemeyeceğimi bildiğim veya yüzleşmesem bile hissettiğim yerlere hep bazı kurbanları sürüklediğimi fark ettim. Blogdaki yazılarımdan farkettim biraz da. Aslında blog öncesinden de var bir iki kurban. Sürüklediğim kurbanların da hep canımın içi olduğunu gördüm. Teşekkürler kurbanlar). Müzikevinin sahibi biz gittiğimizde yoktu. Yanımda götürdüğüm notalardan biraz çaldım; bir kaç hafta önceki etkinin serap olmadığını görmek istedim. Çalmadan önce de değişik bir korku; ya abarttıysam, ya öyle değilse, ya hıdırhıdırdırdır... Yok, her şey o günkü gibiymiş. Sonra beyefendi geldi, biz kemanı alıp çıktık. Kemanın kutusu mor, miso’ya uymayan tek şey o oldu. Olsun, içindekinin yarattığı dalga yeter.

Dış etken iki farklı bir güçlü: Burcu geldi. Pazartesi gecesi babamın emeklilik yemeği var. İşini ayarladı ve gelebildi. Orada olması gereken on kişiden biri de oydu; gelemeseydi kahrolurdum cidden. Hepimiz bir zil-tak-oyna ruh haline girdik. Burcu’nun üzerimde iyileştirici bir etkisi var, huzur verici. Ona baktıkça ve kendimde sinir olduğum ama onda eser bile olmayan huylarımı düşündükçe marrr-gurrr-purrr diye kediler gibi ötesim geliyor. Cumartesi gecesi bir şeyler içmek için evden çıktık ama sis yüzünden bir kilometre sonra geri dönmek zorunda kaldık. Eve mi döndük? Hayır. Mahalle bakkalının önüne çekip arabayı birer bira içtik, hayatımızdaki güzelliklerden konuştuk, özlemlerden, yenemediğimiz gerzekliklerden... Çok seviyorum, çok. Canım Burcu.

Dış etken üç aslında dış etken değil. İki senedir dış mı iç mi karıştırdığım bir hale gelen bir dostluk. Cuma gecesi T,B,Gizmo ve AK bana öğretmenler günü hediyemi verdiler. Elif Şafak’ın Siyah Süt’ü. Bir de dört kedi fotoğrafının olduğu kart albümü. Herkes kendine benzeyen kediyi seçmiş, içine nefis şeyler yazmış. Kimi mırıl mırıl bir kedi bulmuş, kimi sev-beni-sev-beni diyen, kimi şekerleme-lokum gibisini, kimi de mıymız mı mıymız bir kediyi. Dışındaki kediler, içindeki yazılar, kitabın kendisi... Ne diyebilirim ki? Yaralarım işte böyle uçar gider. Teşekkür etmek de yetmez ki...

Sular duruldu bu aralar. Dış etkenlere müteşekkiriz. Bir süre böyle giderse pek bir sevineceğiz.

marruu

15 Kasım 2007

Kıl Payı


“Kıl payı” yırtıyoruz bazı şeylerden. Saniyelik oluyor bir çoğu. Kapıdan çıkıyoruz, arkamızı dönüyoruz ki bir şey unuttuğumuzu farkediyoruz. Hemen eve girip o şeyi alıp dışarı çıkıyoruz. Dışarı çıkmadan hemen önce telefon çalıveriyor. Telefonumuzu evde unutmak üzere olduğumuzu, kimbilir ne önemli (!!) çağrıları kaçırmaya ramak kaldığını anlayıp gülümsüyoruz.

Yolda giderken kafa ikircikleniyor. Şuraya uğrayıp bir şeyler alsam mı diye düşünüp duruyoruz. Gideceğimiz yere geç kalır mıyız, kalsak ne olur hesapları yaptıktan sonra uğrayıveriyoruz. Alıyoruz her neyse kafamızı meşgul edeni. Yola çıktığımızda az ileride trafiğin tıkalı olduğunu görüyoruz. Ya bir kaza, ya da yola devrilmiş yaşlı bir ağaç trafiğin sebebi. Bu sefer içimiz üşüyerek tebessüm ediyoruz. “Kıl payı,” diyoruz içimizden, yanımızdaki sahneye pek bakmamaya çalışarak.

Bir şeyler yazıyoruz, yalnızca kendimize ayırdığımız. Sonra o sefil kağıdı ortalarda bırakıyoruz. İçimiz pır pır; lütfen okunmasın, lütfen yalnızca bana ait kalsın diye kıvranıp duruyoruz. Ya da bir şeker hastası gibi gizlice bir şeyler yiyoruz; yemememiz gereken, kesinlikle sakıncalı olan. Gizli gizli yiyoruz güya, ahh o gizliliğin tadına doyulmaz hazzı. Ambalajı ortada bırakıveriyoruz. Gene aynı pır pır... Noolur görülmesin, anlaşılmasın. Sonra gidip baktığımızda yazının olduğu sayfayı bir kenarda buluyoruz, bıraktığımız kenarda. Veya büyük bir hazla mideye indirdiğimiz lezzetin ambalajını masa örtüsünün eteğine takılmış sarkarken buluyoruz. Kimse görmüş olamaz.

Suçlu suçlu tebessüm ediyoruz.

“Kıl payı,” diyoruz muhteşem bir rahatlama duygusuyla. Ve o kadar da haksız olmadığımızı düşündüren arsız bir zafer duygusuyla.

marruu

9 Kasım 2007

Gelgitlerim


Hayatımın en gelgitli, en enteresan dönemlerinden birini yaşıyorum sanırım. Ya da sanmam; tam anlamıyla yaşıyorum. Şimdiye kadar hiç bir zaman içimin bu denli çalkalandığı, psikolojik olarak yalpaladığım bir dönem olmamıştı. Nedeni? Bilmiyorum. Çok somut bir şeyler kurgulayamıyorum.

Biraz evliliğimle ilgili bir şeyler var sanırım. Yaptığım evlilik başıma gelebilecek en talihli olaydır desem abartmış olmam. Kalite bağlamında üzerine adam tanımam diyebileceğim bir eşim var. Ama kişiliklerimizdeki farklar... Beni çeken, bir zamanlar büyüleyen farklar şimdi “fark” olduklarını belli etmeye başladılar galiba. (Ya da ben mi geç anlıyorum acaba? Pek de uyanık geçinirim ama...) Eşime olan sevgime dair en ufak bir şüphe bile duymuyorum; öte yandan içine düştüğüm, hatta yüzüstü kapaklandığım yalnızlığım bazen dayanılmaz hale geliyor. Sağır sessizlik, bazen bugün-sen-ne-yaptın/ben-ne-yaptım konuşmalarının bile yapılmadığı günler... O televizyon hep açık, nöbetçi televizyon seyircisi gibi oldu eşim. Mutfağa gidip başımı ellerimin arasına alıp oturuyorum ve içinden çıkılmaz halimize, ya da halime bakıyorum. Hiç bir çözüm üretemeden bakakalıyorum. Çözüm yok, çünkü karşımdaki tabloda bizden bir eski model kayınpeder ve kayınvalide var. Onları düşündükçe iyice ürküp mutfağı ve daha iyisi kendimi terkediyorum. Bir insandan değişmesini istemeyecek kadar, bunun işe yaramayacağını, her şeyi daha da zor hale getireceğini bilecek kadar büyüdüm artık.

Biraz da yaşla ilgili bir şey galiba. Yani bilemiyorum, bunu kendime de hiç yakıştıramıyorum, ama yaşlanmakla ilgili bir takım sıkıntılar yaşıyorum sanırım. Yaşlandığımı hissetmek, daha erken yorulmak, daha da erken yatmak istemek... Herhangi bir korku yaşıyor değilim, öyle tipik sarkıcam, buruşucam paniği filan yok. Hatta onu da sevimli bir merakla bekliyorum. Ama nerden çıktı bu yaş takıntısı birden? Hormonlar böyle yapıyor olabilir mi? Hormonlar böyle yapıyorsa yaşımla mı ilgili? Yani geçen sene yok muydu bu hormonlar? Geçen sene her şey yolundaydı da, bu sene mi hortladı her bir depresif öge?

Bugün Deli’ye gittim. Toprak kucağımda oturdum kaldığım süre boyunca. Toprak’ın kafası burnumda, yanağı yüzümde, ayaklar kucağımda kıpır kıpır... İçim başka kıpır kıpır... Bu nasıl bir hazdır? Bu hiç bir kadının yadsıyamayacağı bir duygu sanırım. Bebek kokusu burnundan gitmiyor hiç bir annenin. Bebek hasreti hiç bitmiyor. Hatta deli’ye “birileri doğursa da sürekli bebek sevsek,” dedim. Kucağımdaki Toprak’a baktım; biraz, biraz olsun sevindim. Toprak iyi geldi bana; canım Toprak, canım deli.

Ben böyle değildim, inanın değildim. Bu halim de-her ne kadar zaman zaman kendimi daha iyi hissetsem de-ciddi bir süredir benimle birlikte. Bir garip kıyaslanma hissi doldu içime. Tercih ediliyorum gibi geliyor, terk ediliyorum gibi geliyor. (GİTME, NE OLUR GİTME diye bağırasım geliyor. Kime? Bilmiyorum. Belki etrafımda tutunabileceğim herkese.) Hastalıklı bir insan halleri... Bazı dostlar var, can dostlar, anlatsam geçer mi acaba diye düşünüyorum... Sonra neyi anlatacağımı düşünüyorum... Hiç bir şey bulamıyorum ve vazgeçiyorum. Mız mız mızıklanmak gibi geliyor... İstemiyorum. Gidip yatmak, uyumak istiyorum. Uyandığımda kendimi tekrar iyi, güzel, değerli hissetmek istiyorum.

Stada gitsem diyorum. İçsem diyorum. Dibini görsem diyorum.

Artık geçsin diyorum.

mar

3 Kasım 2007

Kalbim paramparça


Evde keman çaldıkça Ilgaz yeşillenip duruyordu. Bi ver, bi tutayım, bi çalayım. Veriyorum ama içim pır pır. Düşürse yandık. Alıyor, tutuyor da sıpa. Gayııır, guyuuurrr.

“Ya koca, bir keman fiyatı soralım mı?”
“Soralım ama sen demiyor muydun bu çok zor, başka bir şeyden başlasın diye?”
“Ya bi soralım. Ders filan aldırmayalım. Eline alsın yeter. Belki ısınır. Yay çekmeyi öğrense yeter.”

Bugün Yukarı Ayrancı’daki Çankaya müzik evine gittik. Yanımızda benim keman da var. Uzun süredir bir hırıltı geliyor kulağıma. Kaç kişiye sorduysam duyuramadım. Bir de çoğu zaman çift tel basıyorum. Sinir oluyorum. Acemi gibi. O acemiliği aşalı çok uzun oldu aslında. Kızılay’daki Çankaya müzik evine gitmiştik geçen hafta. Bir sorduk ki 75 liraymış keman. Komik, di mi? 75 liraya ne var ki? En uyduruk cep telefonu bile 75 lira değil artık. (Yaşasın Çinliler!) Ama almaya cesaret edemedik; yarım keman mı,üç çeyreklik mi bilemedik. Ilgaz’a keman sorarken benim kemandaki sıkıntıdan bahsettim. Oradaki inanılmaz derecede beyefendi görevli bize diğer şubeye gitmemizi söyledi; kemanımı götürmemi de tavsiye etti. Müzik evinin sahibi bey ud ve kanun yapıyormuş, oğlu da keman. O anlar dedi.

“Sanırım eşikle ilgili bir sorun var.”
“Nasıl bir sorun?”
“Çalarken iki tele birden sürünüyor yay. Özellikle re ve sol tellerine.”
“O sizin acemiliğinizden olabilir mi?”
“... Sanırım o kadar acemi değilim ama...”

Ufak bir odaya geçtik. Adam bir süre kemanıma baktı. “Bu kemanla nasıl çalıyorsunuz anlamadım,” dedi. Klavyesinde çok ciddi bir sorun varmış. Gövdesi de garip bir şekilde şişmiş. Eşiği yüksek gibi görünüyor ama eşiği indirsek bu sefer de... “Mesela bu kemana bir bakın...”
“Bir çalabilir miyim?”
“Ama çalarsanız kendi kemanınızdan soğursunuz,” dedi.
Nasıl olabilir böyle bir şey??? diyemedim. İnsan müzik aletinden soğur mu? Adamın gösterdiği kemanı aldım. Na ra lala la la la la la la laaaa...

Kulaklarıma inanamadım. İçimde çalsam bu kadar olur. Adam gülümsüyor; biliyor çünkü. Afedersiniz ne kadar bu keman? Şu kadar. Hadi yaaa. Ufak odadan çıkıp büyük mekana geçtik. Amacımıza odaklanmaya çalışıyorum, beceremiyorum. Toparlan miso, buraya Ilgaz’a keman almaya geldiniz. Adam bir şeyler anlatıyor; ben bir kendi kemanımı düşünüyorum, bir de adamın oğlunun yaptığı kemanı. Bir yandan kendi kemanımın artık işe yaramadığını düşünmek kahrediyor, diğer yandan adamın verdiği kemanın sesi hala içimde zınnn zınnn ediyor. “Biz sizin kemanı tamir edemeyiz,” dedi adam. “İsterseniz birilerine gösterin ama sapı çıkacak, ...” Başladım ağlamaya. Utanarak. Yüzümü diğer tarafa çevirerek. Üzüldüm çok. Evet, yeni keman çok güzel ama eskisini çok seviyorum ben. Farklı bir ilişki bu, aaa bu daha iyiymiş deyip kopuveremez ki insan. Kopuveremez ki miso.

Ilgaz’a kemanı aldık. Evde denesin bir süre. “Bak, her gün on beş dakika çalacaksın bu kemanı, yoksa üzülür, sesi kısılır,” dedi adam. “Tamam,” dedi Ilgaz. “Anneciğinle birlikte çalarsınız, olur mu?” “Olur,” dedi bizimki, mutlu mesut. Sonra bana döndü. “Gözünüzden yaş geldi, çok üzüldüm,” dedi. “Lütfen üzülmeyin, her şeyin bir ömrü vardır. Bizim keman size şu kadar olur, onu da on taksite bölerim. Güzel çalıyorsunuz, devam etmek istiyorsanız bence iyi bir enstrüman edinin. Bence siz bir düşünün,” dedi. Teşekkür edip çıktık. Ben darmadağın olmuşum; bu kadar üzüldüğüme de ayrı bir şaşkın halde...

Göksu’ya gittik. Rakıları söyledik. Benim aklım da, kalbim de bir kendi kemanımda, bir de o içimde öten kemanda. Ne düşünüyorsun, alalım, bak on taksit de yapıyor, dedi koca. Millet bu parayı her sene cep telefonuna harcıyor, dedi. Hadi ya? dedim. Bak sen telefonlarını 5 senedir kullanıyorsun, en az üç nefis keman parası cepte 5 senedir dedi. Ya hem pratik, hem duygusal, adama bak. Bir de tabi benim anlayacağım örnekler veriyor ya, bitiyorum.

Bu hafta konservatuara götüreceğim kemanı. Bir soracağım. Eğer tamir olmazsa yenisini düşünürüz. Olursa gerçekten çok mutlu olacağım. Hem de şimdiye kadar kendimin bile farketmediği kadar çok mutlu olacağım.

Lütfen olsun...