17 Şubat 2011

Black Swan


Point’a kalk, dön, dön, dön...

Bas-dön, bas-dön, bas-dön. Hep aynı noktaya bak. Daha sert bas... Kilitlen, kilitlen...

Dön, dön... ve dönüş... ve değiş artık! Siyah kuğu ol, kadın ol, çıkar tırnaklarını, istediğini bul, uzan al, bir kanadının altına sok, kapat üzerini iyice, çek kendine, yasla bedenine, ısıt, sar, sarhoş et...

Diğer kanadını aç alabildiğine, vur gelene gidene, püskürt, savaş, yok et!

Ne oldu Nina? Neden olamıyor? Neden bu kadar beyazsın? Saf, temiz... Niçin hep mahçup mahçup yerlere bakarsın? Adamın evine gitmişsin, bir kaplan gibi etrafında dönüp kokunu içine çekip seni dönüştürmesine saniyeler varken, sen o beyaz, kar beyaz elbisenin içinde, dokunanı günahtan sonsuza kadar cehennem ateşine atacak kadar masum otururken...

Erkek arkadaşın var mı? Şu anda yok, ama oldu. Ama ne oldu? Sinemaya mı gittiniz? Patlamış mısır mı yediniz? Yok Nina yok, hiç olmamış. Bunlar yetmez. Rüzgarda oturdunuz mu? Bir metre öteden bedeninin kokusu gelip burun kanatlarını acıtacak kadar genişletti mi? O kokuyu hiç bir hücresini ziyan etmemek için bir yandan olabildiğince içine çekerken, bir yandan da bitmemesi için içinden yalvar yakar oldun mu? Gözgöze bakarken az sonra olacakları düşünüp ağzın dudak kenarlarını acıtacak, kanatacak kadar kurudu mu?

Gördün mü? Olmamış işte hiç Sen kendi kendine neyi kurgulayacaksın? Böyle bir ihtirası kendi başına nasıl yaşayacaksın? Başına gelmeli, ihtirastan nefesin kesilmeli ki o beyaz kuğuyu sadece bakmaya mecbur olduğun sakat bir kuş gibi içinde yaşatabilesin. Başına gelmeli ki, avını gördüğün anda gözlerinin karası karanlıkta kalmış kedi gözü gibi büyüyüp istediğini hedefleyip alana kadar iç müziğin, vücut dilin, her şeyin dönüşmeli.

Bu bir şarkı; bunu içinden söyleyemezsin. İçinden söyleyebildiğin sürece apaksın; söyleyemediğin, içinden taştığı anda kadın olacaksın. Sonra da içindeki siyah ve beyaz kuğuyu birbirine kırdırmadan, yarı dövüş-yarı barış, yarı yalan-yarı şeffaf, yarı hesap kitap-yarı kaçak yuvarlanıp duracaksın. Zaman zaman beyaz kuğunun güvenli kollarına sığınacak, çoğu zaman da siyahın şıkırtısında kadınlığını bulup kaybolacaksın.

Bas-dön, bas-dön...

Kus içindeki yalancı saflığı..

Çırp kanatlarını, uzan, çek, al...


9 Şubat 2011

Caz...

Caz...

Çarşamba gecesi müdürüm dedi ki, miso, dedi, Cuma gecesi bizim şirketin sponsor olduğu bir etkinlik var, gidelim mi? Davetiye kapayım mı? (Müdürüm hiç öyle der mi? Ben böyle aktarıyorum durumu) Ne etkinliği müdürüm? dedim. Ankara caz festivalinin açılış konseri, dedi. Hava kuvvetleri komutanlığı bandosu çalıyormuş. (Tamam, peki, biraz hafife alır bir tarz bu, bando mızıka gibi, ama cidden hafife almıyorum, süper çaldılar.) Aa iyi, dedim. Başka? Başka bir de Fatih Erkoç söyleyecekmiş, dedi. Aa iyi, dedim. (Ben sürekli şaşırıp, sonra da aa iyi çekiyorum farkettiyseniz. Durum tamamen bilgisizliğimden kaynaklanıyor. A iyi dersem durumu kurtarabilirim belki...)

Cuma gecesi gittik. Bir sürü harikulade insan seyirci olaraktan gelmiş. Özellikle de müdürümün iş yerinde çalışan bir demek geyik. (Bir kısmı cidden iyi, bir kısmı direk dalağa çalışıp şişiriyor.) Önce bando çaldı, ama süper çaldı. Biraz tabi “rahatt, hazzroll, çall” havası var, ama olsun. (aa iyiJ) Bu arada arka sırada üç kız. Vır vır vır. Ya arkadaşım ne konuşursun, ağzını bağladılar da içeride mi açtılar? Dönüp baktım ama bana bakan yok. Sonra bir alkış esnasında saçlarımı savuraraktan döndüm ve “pardon, bakar mısınız?” dedim. Yanlarında oturan adam bezmiş olmalı ki kızlardan birini dürtüp, “size diyo,” dedi. “Artık susar mısınız?” dedim. Suratım taş gibi, biraz uzun baksa kız da taş kesecek. Kız hemen, “tamam,” dedi. O da benim uyarımı bekliyormuş sanırım. Sonra çıt çıkmadı. Zaten konuşsalardı dönüp ağzına vuracaktım. (Sınıfta öyle yapıyorum) Ya da ağzındaki sakızı fönlü saçlarına da yapıştırabilirdim. Nası fikir?

Sonra sarışın bir bayan sahneye çıktı. İki şarkı söyledi. Nefis şarkılar, nefis bir ses... Ve fekat ruh? Yoktu kendisi. Kaçmış ruh. Sivil memure bilmem kim. Peki miso hanım, sen oraya çıksan nasıl söylersin? Ben çıkar mıyım kardeşim oraya? Çıkarsam herkes perperişan olma mı? Ya da şöyle bir kurgu yapalım: Bende o ses olsa sivil memure miso olur muyum? Çekerim siyah elbiseleri, kadife eldivenleri, söylerim süper bir yerlerde. Al Capone filan gibi bir herifin de sevgilisi olurum. Saçlarım sapsarı, bukle bukle filan...

Sivil memureden sonra Fatih Erkoç sahneye geldi. Muhteşem klasik caz şarkıları söyledi. All of me, Nearness of you, Blueberry Hill vs. Ama o nasıl bir sahne enerjisidir. Ve ne muhteşem bir sestir. Kadife sesli sanatçımız... (ifade Sezen Cumhur’dan arak) Adam tüm sahneye hakim, bir seyirciye sataşıyor, bir orkestraya. Çalmadığı enstrüman yok. Yan flüt, saksafon, ve adını bilmediğim ya da bildiğim ama aletle eşleştiremediğim bir sürü üflemeli çalgı. Sonra aldı gitarını eline, deneysel bir şey yapacağım dedi. Başladı mı Dönülmez Akşamın Ufkundayım’a... Tüm salon ımm hımm diye eşlik ediyor. (Ben her zamanki gibi gözyaşlarımla) Sonra klavyenin başına geçip başka bir şey çaldı. Ben böyle konser görmedim. Her şeyi çaldı, her tür şarkıyı söyledi, 6 kere bis yaptı...

Eve geldik, dedim ki müdürüm, ben bu Fatih Erkoç hakkında yazacağım. Yaz miso hanım, dedi. Yazacağım ama böyle iki yazıdır yok SSÖ, yok FE, elin adamlarına güzellemeler düzüyorum, olur mu öyle, dedim. Müdürüm müstehzi bir şekilde güldü. (Olur anlamına getirdim ben, bilmem farkettiniz mi? eheh)

Öyle yani, güzeldi gece...

marruu

31 Ocak 2011

Anma ve Sırrı Süreyya


15 Ocak Cumartesi saat birde. Pazartesi ödev teslimi ve final var ama nasıl gitmek istiyorum Siyasal’a. H ra nt Dink’i anma toplantısı var. A.K. ve Duygu da dedi, koş gel miso, fırsat bu fırsat. Duygu İstanbul’lu, ama oradaki toplantı hafta içi olacağı için gidemeyecekmiş. Bir de tabi toplantıda kim var? Sırrı Süreyya Önder. Ya ne muhteşem olmaz mı gidersem? Belki görebilirim, bir merhaba diyebilirim...

SBF’nin kapısına doğru ilerliyorum. Turnike koymuşlar; vapura bineceğiz galiba. Kapıda bir özel güvenlikçi. Güler yüzlüsünden. Salonun yerini soruyorum, tarif ediyor. O sırada bir başkası bitiyor yanımızda. Anmaya mı geldiniz? Yok, sana geldim. (İçimden böyle geçiyor ama söylemiyorum.) Camgöz... Nasıl suratsız. Sanki siz dediği için kibar oldu, insan oldu. Evet, diyorum. İsminizi alıcaz, diyor ve kulübeye yöneliyor. Ben yerimden kıpırdamıyorum. Neden, diyorum. Öyle, diyor. (Öyle ne be? Neyi açıkladın sen şimdi?) İsmimi ne yapacaksınız, diyorum. Güvenlik için naazım, diyor. (Yüzüme al basmaya başlamış. Sinir fıkır fıkır ediyor ağzımda-karnımda-parmak uçlarımda.) Kimin güvenliği, diyorum. Öyle, diyor yine. (Gündelik iletişim için yeterli sözcük sayısı 15). Ben ismimi vermek istemiyorum, diyorum. Ama biz almak istiyoruz, diyor. (Siz kimsiniz yahu!) Ama ben vermiycem, diyorum, arkamı dönüp binaya doğru yürümeye başlıyorum. Arkamdan gelebilir, bağırabilir, tartaklayabilir... Bilemiyorsun ki. Umurumda değil. Zaten sinirden titremeye başlamışım, gidip su-çay filan içmek istiyorum. Binanın merdivenlerinin yarısına geldiğimde aşağıya bir baksam ki...

Sevgili Sırrı Süreyya aşağıda. Yanında birisiyle yürüyor. Duruyorum. Gülümseyerek. Piyango gibi. Kapı etkisi yok oluyor. Aşağıya iniyorum, (koşma miso, koşmadan git, sakin sakin) gidip merhaba diyorum. Konuşuyoruz öyle. Kendimi tanıtıyorum, misoyum ben diyorum, ama böyle demiyorum tabi, daha önce konuştuğumuzu filan anlatıyorum. Hani ben Beynelmilel hakkında bir yazı yazmıştım, siz de bana geri dönmüştünüz... Ya aslında o sırada ne konuştuk, ben ne dedim, hiç bir şey net değil şimdi. Beylelmilmel filan demiş olabilirim. 15 yaşında çocuk gibi heyecanlanıyorum. Yüz kere anlattım bunu ama şu anda detayları hiç hatırlamıyorum. Neyse, öyle işte.

Nasıl biri bu Sırrı Süreyya? İnsan inanamıyor. Yani bu kadar sıcak olunur mu? Bu kadar insan? Hiç tanımadığı bir insana bu kadar yakın davranabilmek nasıl mümkün? Öyle çiğ çiğ olmadan, insanın gözüne gözüne “ben ünlüyüm ben” diye sokmadan... Ayaklarım yerden kesilmiş içeri giriyorum. A.K. ve Duygu’ya anlatıyorum. Ya oturabilsek keşke, sohbet edebilsek... Biz onunla rakı sofrasında oturup sohbet etmeyi düşledik hep, diyor Duygu. Evet ya, evet, diyorum, ne güzel olmaz mı? Öyle yavaş yavaş, yiye içe, güzel güzel konuşa konuşa... Anma toplantısı da güzel oluyor, samimi, ama benim aklım dağılmış bir kere. Çocuk gibiyim işte böyle...

Sonra dün, A.K. diyor ki, “bu Baran var ya bizim Baran?”

“Evet var”. (Ya o da ne muhteşem bir kız, içten patlamalı, ya da nükleer enerjiyle çalışan, fır dönen, düşündüğüyle dediği bir..)

“Sırrı S. Önder’e mail atmış.”

“Evet?”

“O da ona mail atmış, sonra oturup bir yerde kahve içmişler.”

“A.K. ne diyorsun sen?” A.K. ballandıra ballandıra anlatıyor. “Ne kadar kıskandırdı beni,” diyor. Üstelik Sırrı Beyden izin almış Baran, ben bunu şimdi anlatırım abarta kabarta, demiş. O da gülmüş, izin vermiş J

Eh be Baran, ben şimdi ilk karşılaşmada sana her bir detayı noktasına virgülüne anlattırmam mı? Sonra da, bu kadar kıskandırılır mı bir insan evladı diye senin etlerini bükübüküvermem mi? Ah be Baran, aferin sana can Baran, ne güzel etmişsin sen öyle. Çok uzun zamandır hiç bir şeye imrenmedim ben bu kadar...

Kısmet,

Bir bakarsın bize de konar J

marruu