12 Nisan 2009

Sonbahar


Seyrettiğimden beri boğazımda bir düğüm gibi kalmıştı. ‘Hayata dönüş’ denmişti ya adına bir de yapılan işin, çektiğim hazım zorluğu had safhadaydı. Hangi hayata döndürdüler, bilememiştim o zaman da. Hangi ‘en nefret ettiğime’ reva göreceğimi bile bulamamıştım. Ölenleri geçtim, diğerleri nasıl bir ‘hayat’a döndürüleceklerdi, o zaman da anlamamıştım.

Film bu konuda yapılabilecek en iyi filmdi diyeceğim şimdi; konuya dair hassasiyetim yüzünden tarafsızlığımı yitirdiğimi düşünmeyin lütfen. Böylesine yaralı/yaralayıcı konularda yapılan filmler genellikle kör göze parmak hesabı oluyor; ödüller ancak onlara akıtılıyor. Schindler’s List’i, zenci ayrımcılığını işleyen, Ku-Klux-Klan cinayetleriyle dolup taşan filmleri düşünün bir. Gözlerimizin önünde kıtır kıtır kesiliyor insanlar, keyif için vuruluyor filan. Göz yaşlarımız fışkırıyor.

Sonbahar’da böyle bir parmak yoktu; Sonbahar’da Yusuf’u izledim ben, bütün film boyunca onun feri sönmüş gözlerine baktım. Annesine baktım sonra. İkisinin ayrı ayrı okunması gereken yalnızlıklarına baktım. Ölüsünü evinin bahçesine gömdüren geleneği düşündüm. Yaşamla ölümün içiçeliğine hayret ettim. Sonra o Rus hayat kadınını düşündüm. O gece o otel odasında sevişmenin ne kadar mekanik, dolayısıyla ne kadar anlamsız olacağını düşündüm. Film beni kahretti; bir insanı bu hale getirenlerin başka insanlar olduğu düşüncesiyle tükendim.

Ve sonra film hakkında şurda burda yazılar okudum. Hep güzel, hep olumlu şeylerdi. Bir tanesi hariç. Filmin devrimci harekete zarar verdiği, Yusuf’un hastalığı dolayısıyla tahliye olmasının hareketin zedelenmesine neden olacağı falanı filanı... Sonra yönetmen Özcan Alper ve oyuncu Onur Saylak okula geldi. Koştum gittim. Yönetmenin bu kadar etten kemikten, bu kadar gerçek bir insan olmasının etkisi hala üzerimde. Koskoca mimarlık anfisi dolmuş ama sanki hepimizi tanıyormuşçasına samimi bir şekilde soruların, yorumların hepsini dinleyip gerçekten hiç poz kesmeden, şunu söylesem nasıl olur ki diye hesap kitap yapmadan, kendi arkadaşlarına konuşur gibi konuştu. Ve yukarıda okuduğum eleştiriyi dinleyicilerden biri yaptı: Yusuf’un hapisten çıktıktan sonraki halindeki umutsuzluk devrimci hareket için yapılanları, çekilen acıları gölgeliyormuş. Filmin alt metni okunduğunda şöyle bir tahlil çıkıyormuş: ...

Öfkelenince veya üzülünce boğazım kurur benim. Ne alt metni, ne üst metni diye bağırasım geldi salonda. Ya sen ne diyorsun beyefendi allah aşkına? (Öfke-özne karmaşası) Yusuf ölüyor, görüyor musun? Ne devrimi, ne hareketi? Yusuf’un bedeni bitmiş, tükenmiş artık. Öksürürken kulaklarımı kapatmak istiyorum; o kadar içim sızlıyor. Ve Yusuf hala yapabileceği en şerefli, en umut verici şeyi yapıyor; hala hayatın içinde yer alabiliyor. O küçük çocuğa matematik çalıştırıyor, ruhen kendinden on kat daha kurumuş, on kat daha ölgün arkadaşını ikna edip yaylaya çıkıyor. Nefes almakta yürürken bile zorlanan o Yusuf, tulumu yerinden çıkartıp üflüyor. Hiç şikayet etmiyor, hiç kahretmiyor.

Kırk yaşıma geldim geliyorum ve naçizane bir gözlemim var: Amaç İNSAN olmaktan çıkalı beri hiç bir hareket başarılı olamıyor. İnsana saygı, insana sevgi edinilen o yüce AMAÇ uğruna yitiriliyor. Ve insanı gözden çıkardığımız anda her şey sönüyor zaten, yapaylaşıyor. Yusuf ölüyor orada, ve dim dik bir şekilde ölümünü beklerken biz hala yok filmin alt metni, yok hareketin devamı diyebiliyoruz.

Yusuf’u canlandıran Onur Saylak’ın salona gelmesi üzerine benim içim sevinç doluyor. “Oh yaşasın, Yusuf yaşıyor,” diyorum içimden. İşte film böyle bir film.

Yusuf daha ne yapsın? Özcan daha ne yapsın?

marruu