11 Şubat 2010

Gezi… Son…


Brugge’den Amsterdam’a eve dönmüş hissiyle varıyoruz. Gitmediğimiz müzeler hala var ama esas en önemli yere henüz gitmemişiz; Red Light Şeysi. Ben müdürümü arıyorum, ne yapalım, akıl fikir fışkırt bize oralardan da, diye. O da diyor ki, takılın bir turist grubunun arkasına, siz de bakının aval aval. Ama sakın ha foto çekmeyin. Tamam diyoruz, düşüyoruz yola. Öyle uzak bir yer değil; gerçek anlamda şehrin içinde bu mekan. Yani Ankara’da Kızılay’da ya da İstanbul’da Taksim’de böyle bir yerin olduğunu düşünüyorum da... Yok yahu, zorluyor. Tabi benzer mekanlar illa ki vardır ama bu kadar açığı bizi kasar gibi geliyor. Yan yana üç kişinin geçebileceği daracık sokaklar. Sokakların her iki yanında tamamen cam olan kapılar. Ve içeride don-sütyen duran kadınlar. Çoğu çok genç. Kimisi cidden çok güzel, kimisi yaptırdığı kavun gibi balkonlarıyla sirk yaratığı gibi. Kimisi de kadın gibi görünüyor ama bir gariplik de var. Onca şakasını yapmışız bugüne kadar, oraya gidince Burcu da ben de dut yemiş bülbüle dönüyoruz. Başımızı kaldırıp tarihi esere bakar gibi bakmak garip geliyor ikimize de. Bir tür mahçubiyetle bu turun bitmesini bekliyoruz...

Derken Burcu aniden arkamıza doğru sert bir bakış fırlatıp beni yana çekiyor. Arkamızda Meksikalı kılıklı iki üç genç adam var. Abla yürü, çabuk gidelim diyor. O sırada o sokak bitiyor zaten. Sokağın bitiminde de aynı tipte bir başka genç adam. Hızla ayrılıyoruz oradan. Burcu tesadüfen arkasına baktığında o çocuklardan birinin benim çantama uzanmış olduğunu görmüş. Eli fermuardaymış. Muhtemelen benim cüzdanı alıp sokağın başındaki adama verecekti. Ben farketsem bile kendi üzerinde bir şey olmayacaktı. (Sherlock miso) Bir panik otele gidiyoruz. Cüzdanda pek fazla para yok ama kredi kartı var, kimlikler var filan... Yahu sanki biz burada cennette yaşıyoruz, hiç böyle şey duymamış görmemişiz gibi panik halinde otele varıyoruz. Utanmasak yorganı başımıza çekip herifleri bekliycez korkuyla. Bütün gece cüzdan gitseydi noolurduyu konuşup birbirimizi daha beter kudurtuyoruz.

Ertesi gün Burcu’nun arkadaşı geliyor. Bir yıl burada yaşamış ve tekrar buraya dönebilmek ve sonsuza kadar buralarda kalabilmek için gerekli çalışma izinlerini filan almaya çalışan biri. Bizi süper yerlere yemek yemeğe götürüyor. Acayip asortik görünen mağazalara sokup her şeyin ne kadar ucuza olduğunu gösteriyor. (Miso salağı olarak böyle yerlerden başımı bile sokmam, öyle bir ürkekliğim var benim.) Bir önceki geceki korkumuzla dalga geçip bizi ikinci Red Light turuna çıkartıp kızlar hakkında yorumlar yapıyor: Bu yaşlı, bu trans, bu şişko, bu iyi, bu Türk, bura en eski yer... Sonra, aa hiç bir şey yemediniz mi, şunu bunu tüttürmediniz mi, filan diyor ama biz hala son derece prensipli davranıyoruz. Derken, yetişkinler için oyuncaklar satan yerlerin vitrinlerine bakıyoruz. Oyuncaklar enteresan tabi; öyle şeyler görüyoruz ki güya pille çalışıyor ama Ilgaz’ın evdeki ufacık arabalarını ve tükettiği pili düşününce o şeylerin ancak baraj voltajıyla filan çalışabileceğine kanaat getiriyoruz. Son olarak da allah kimseyi bu kadar abazan eylemesin, bunlara muhtaç etmesin duasını edip kakır kikir gülerek oradan ayrılıyoruz.

Şu beş günde öyle güzel şeyler görüyoruz ki, memlekete yine içimizde bir buruklukla dönüyoruz. Estetik anlayışının bu kadar farklı olması üzmekten öte kahrediyor aslında. Arkadaşının elindeki oyuncağa sahip olmayan, her zaman bundan mahrum kalacak olan bir çocuğun burukluğunu yaşıyoruz. Yapıcak bir şey yok, boynumuzu büküyoruz.

marruu



9 Şubat 2010

Brüksel-Brugge


Perşembe öğlen Brüksel trenine biniyoruz. Bir gece kalıp Brugge’e geçeceğiz. Sonra tekrar Amsterdam. Brüksel dünyanın en sıkıcı, insanları en asık suratlı şehri. 2.5 saat aranın bu kadar fark yaratması şaşırtıyor bizi. Otelin resepsiyonundakiler bile maske maske gülümsüyor. Şurayı burayı dolaşıyoruz ama hava dehşetli soğuk ve yağmur her yerimizi ıslatmaya kararlı bir şekilde yağıyor. Gidip o işeyen heykeli görüyoruz: Allahım, heykel minicik bir şey. Bu mudur kardeşim, diyoruz. Gerçi o kadar moralimiz bozulmuş ki, heykel at kadar olsa da yaranamayacak bize. Dantelmiş, çikolataymış, kandıramıyor hiç bir şey. Zaten dantel hiç açmaz, anneannemin dokudukları sandıklarda bitlendi herhalde çoktan. Ki buradakilere ciddi ciddi, “ayy ne kro,” deyip geçiveriyoruz dantel profüsürleri olaraktan. Çikolatalar ise evet, iyi, tadları güzel ama yok köpek şekilliler, yok meme-sütyen tamlamaları filan... Hiç olmuyor kardeşim, ucuz pazarlama teknikleri yüreğimizi iyice soğutuyor.

Sabah 8.27’ye alıyoruz Brugge tren biletlerimizi. Oranın güzel olduğunu umuyoruz; hatta içten içe yalvarıyoruz iyilik cinlerine. Bir tutam da tebessüm yetecek aslında bize. Brüksel koyu renk takım elbiseli, deri çantalı, çook mühim işlerle iştigal eden kadın ve adamların memleketi. Bize gelmez, bir kere daha anlıyoruz.

Brugge’e vardığımızda yine yağmur yağıyor. Merkez istasyonda kilitli dolap bulup ağırlıktan sırtımızda hörgüç tomurcuklatan sırt çantalarımızı içine tıkıyoruz. Otobüse binmek istemediğimiz için bir harita alıp şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Yağmurdan haritamız yufkaya dönüyor. Galiba Belçika’da yağmursuz bir gün bile geçmiyor. Gelmese miydik, diye hayıflanırken etrafın güzelliği sözümüzü geri aldırıyor. İçerilere doğru girdikçe ağzımız açık kalıyor. Şehrin dokusunu bozan hiç bir şey mi olmaz? Her yer bir başka film için hazırlanmış gibi. İnsanların buralarda gerçekten yaşıyor olmaları inanılmaz geliyor bize. Muhteşem bir göl, gölün kıyısında bahçesinde ördekler filan dolaşan evler. Kafe filan değil, bildiğimiz evler. Laz müteahhitler buralara pek uğrayamamış sanırım. Seviniyoruz haliyle.

Bütün Brugge’ü yürümek öğleye kadar bitiyor. Trenimize binip Brüksel’e geçiyoruz. Yol 1 saat sürüyor. Yan taraftaki orta yaşlı kadın dut gibi sarhoş. Söylediği hiç bir şey anlaşılmıyor. Hatta ben önce kadını konuşma-işitme engelli filan sanıyorum. Sonra kadın inmek için ayağa kalkıyor. Tren hafifçe yalpalıyor. Hoop, kadın sırt üstü düşüyor. Burcu’yla ben önden çekerken iki kişi de arkadan ıkına sıkına ittirip kadını kaldırıyoruz. Kadın jövö mövö bir şeyler diyor ama anlamama sebebim Fransızca bilmemem değil. Muhtemelen başka bir diyardan sesleniyor. Kadının çantalarından birini alıp kapıya yöneliyorum. Yolda bir valiz. Gülümseyerek valizin sahibinden valizini çekmesini rica ediyorum. Hemen kapıya ulaşmalıyız yoksa arkamdaki yarmagül üzerime düşebilir. Veya kusabilir. Valizin sahibi çok net bir tonla beni azarlıyor. Beklemeliymişim, o da kapıya gidecekmiş. In a minute! Arkamdaki bayanın sıkıntısı olduğunu, o nedenle acele ettiğimi söylüyorum. Artık gülümsemiyorum, ama onun gibi havlamıyorum da. İşaret parmağını kaldırıp 5 yaşındaki miso’yu azarlıyor yine.Ben de, “çok haklısınız kibirli kraliçem,” deyip arkamı dönüyorum. Kadıncağıza fıttır geliyor. Benim yarmagül de, tartışma çıkmış olmasına üzgün bir şekilde, no problem türü bir şey söyleyip kadına sarılıyor ve şaap diye öpüyor. Bir keyifleniyorum ki, sormayın gitsin. Umarım yalamıştır da :)

7 Şubat 2010

A ms ter dam 2


Burcu’yla böyle gezmekten hoşlanıyoruz biz. Bir yere git, çık, sonra hemen başka bir yere koş. Zaten bir kaç günlüğüne gelmişiz, muhtemelen bir daha da gelemeyeceğiz; gelsek de beraber olmayacağız... Vakit kaybetmek niye! O müzeden çık bu müzeye koş, ay şu binaya fırla kıvamında gezip duruyoruz.

Amsterdam’ın tümü bir dekor gibi. Mega Lego kent :) Evler muhteşem, dokuyu bozan hiç bir bina yok. Yüksek bina hiç yok. Örneğin Prag’da eski kent böyleydi; yeni kente geçildiği anda bildiğimiz modern şehir görüntüsü başlıyordu. Veya Barselona: Evet, şehrin planının usta kişi Gaudi’nin ellerinden çıkması şehri son derece olumlu etkilemiş ama bir sürü yüksek bina etrafta cirit atıyordu neticede. (Yük. Mimar Misomiso bildirdi) Amsterdam ise çekilmekte olan film için kanalların etrafına indirilmiş dekorlara benzeyen ev dizileriyle dolu. Muhteşem renkleri, nefis çatıları olan, pencereleri birbirinden farklı bir sürü ev. İnsanların yaşadığı gerçek evler. Kendi kentlerimizin ne kadar zevk yoksunu, ne kadar sakil olduğunu düşünmeden edemiyorum. Ne yazık ki. Ne yenisini becerebiliyoruz, ne de eski ve güzel olanı korumayı :(

Ve fekat sonradan kanalların hemen dibindeki bu eski evlere sahip olmanın bir bedeli olduğunu öğreniyoruz: Kedi kadar fareler. Her yer çok eski olduğu için, ve kanallar çok müsait olduğu için evlerde cirit atarmış kendileri. Gördüğüm anda korkudan bayılacak gibi olduğumdan bir an için nefesim kesiliyor ama otelimiz yepyeni ve odamız dördüncü katta ve zaten biz de gece klozet kapağını kapatıp yatıyoruz diye avunuyoruz.

Perşembe sabahı Anne Frank’ın evine gidiyoruz. Oyununu okutmuştum zamanında. O zaman da çok etkilenmiştim ama gerçek mekanda olmak çok farklı bir duygu tabii. İki yıl boyunca bir yerde çıt çıkartmadan yaşamak... Suyu kullanmadan, yere bastığında eski ahşap döşemeyi gıcırdatmadan, hiç konuşmadan günü geçirmek. Ancak akşam olup da alt katlarda çalışan insanlar binayı terk ettiğinde normal bir insan gibi yapabilmek. Ve hala nefes alabildiğine, Auschwitz’e sürüklenmediğine şükretmek... Akla hayale gelebilecek en büyük kötülüklere insan kadir. Başka hiç bir varlık bu kadar kötü olmaya muktedir değil çok şükür.

5 Şubat 2010

A m st erd a m 1


Evet, tamam, soğuk olacağını biliyorduk. Türkiye de soğuktu çok. Ama efendim, burası resmen çıldırmış durumda. Biraz daha kuzeyde bir ülkeye gitseymişiz enteresan hayvanlar filan da görürmüşüz. Hani bu kadar soğuğa katlanmışken orayı da aradan çıkartırmışız...

Yolculuk kılpayı başladı aslında. 202 no’lu kapıya gidin dediler, gittik. A’sı B’si varmış, farketmedik. Uçak 10.45’de kalkacak. Saat 10:40. Bir sürü yer anons ediliyor, rötar bildiriliyor, bizimki bir kere anons edilmiş, artık çıt yok. Burcu, “ben bari bir sorayım,” diye görevlinin yanına gittiğinde bizim uçağın kalkmak üzere olduğunu, tekerlekli sandalyesi olan bir adamın sandalyesinde sorun çıktığı için beklediğini söylüyor adam. Amannn diye bir fırlayış fırlıyoruz... Sırtımızdan, kıçımızdan ter fışkırıyor ziyadesiyle.

Amsterdam müzelerden marketlere, her tür görevlinin ve yolda o esnada yürümekte olan insanın misafirperverlik ek-ödeneği aldığı bir yer gibi. Herkes gülümsüyor. Merhaba, nereden geldiniz, diyor, oo iyi diyor. (Neden, neresi iyi pek anlamadık.)

Madam Tusseaud müzesine gidiyoruz. Evet, biliyorum, çok geyik ama bir sürü de foto çekiyoruz. Burcu zaten ailenin caponu. Şuraya koş çıt foto, buraya gel çat foto, beni de çek, çıt... Balmumu heykelleri görmeden önce Amsterdam’la ilgili tanıtıcı bir film izliyoruz. Aman efendim, Amsterdam eskiden şöyle etkin bir kentmiş, etkisi ta bilmem nerede hissediliyormuş... Yahu biraz utanma olur, ta şuralara gittik, oradaki insanların iliğini kemiğini kuruttuk demenin kibarcası da bu herhalde. Ama heykeller güzel, hatta tedbiri elden bırakmayıp gerçek mi la bunlar kıvamına ulaşmasa da hafiften kıllanıyoruz. Yakınlaşıp bakıyoruz.

Bir iki yer gezip bir şeyler atıştırdıktan sonra otele dönmek zorunda kalıyoruz. Burcu’nun başı deli gibi ağrıyor. Geçenlerde gittiği bir doktor (hafif üfürükçü kıvamlısından) yeni bir ilaç vermiş, sende sahte migren var, demiş. İlacı alırken adamı sevgiyle andık ikimiz de. Sahtesi kusturacak kadar ağrıtıyorsa, gerçeği... Burcu uyuyor; uyursa azalır belki umudu var. Uyandırmak için bekliyorum ben de. Uzansam ben de dalıcam; çok yorgunum. Sonrasında çıkamıyoruz hiç bir yere. Allahtan sabaha iyileşiyor Burcu :)

1 Şubat 2010

Döndüm ben


Ne yorgunluktu allahım. Adam gibi gezmeyi bilmiyoruz biz Burcu’yla. Hani yarışmalar vardır; süpermarkete girersin, toplam iki dakikada en çok şey alan kazanır ya... İşte öyle gezdik Amsterdam’ı, Brüksel’i ve Brugge’u. Aslında Brüksel ve Brugge’de daha sakindik, daha turist. Ama Amsterdam’da arkamızdan kovalayan varmış gibi koşa koşa, koşa koşa...

Dün bütün gün yolda geçti. Önce Amsterdam-İstanbul. Uçak inmek bilmedi. Gerçek anlamda ama ... İniş sırasında bir sıkıntı oldu. İniyoruz dediler ve sonra uzun bir süre alçaktan uçtuk. Alçaktan uçtuğumuzu hissediyor olmak bana çok ilginç geldi. Eh be insanoğlu, sen ne bilicen kaç metreden uçulduğunu gibi bir durum olması gerekirken, iniyoruz dediler ya, alçaldık ya... Burcu ve onun yanındaki adam gerim gerim gerildiler. Koridorun diğer yanındaki dini bütün arkadaş sürekli cep Kur’an’ı okudu, gözlerini kapadı dualar etti. Arkadaki dallama grubu da düşen, şuraya buraya çakılan veya son anda kurtaran uçak istatistikleri verdiler. Bense kendimden beklenmeyecek kadar sakin bir şekilde oturdum. Burcum, dedim, yapıcak bir şey yok zaten, korkma, inicez, derin nefes al...

Gece Kamil Koç’un Ataşehir tesislerinde 9.00’dan 12.00’a kadar otobüsümü bekledim. O kadar keyifli bir süreçti ki anlatamam. Seyahatimin üzerine cila oldu. Yolculuk boyunca iki saat uyumak da cabası.

Şimdi evimdeyim. Kedinin artık rezalete dönmüş kumunu temizleyip evin kokusuna dair ilk değişikliği yaptım. Şimdi bildiğim, beynimde kayıtlı kokulara erişmek istiyorum. Bütün çamaşırları şimdi yıkayıp evin her yerine serip temizlik kokusunu içime çekmek ... Mum yakıp orada bir süre oturmak... Banyolardaki temizlik kokusu... Salondaki büfenin içindeki gül ağacı-vanilya kokusu...

Amsterdam-Brüksel-Brugge anıları gelecek. Biraz toparlanmam ve toparlamam lazım önce...

marruu