28 Eylül 2006

Farklı tarzlar

Hayat böyle bir şey sanırım. Daha doğrusu zekayla bağlantısı böyle bir şey. Hep aynı çizgide ilerliyor insan. Hata yaptıktan sonra çektiği acıya bakıp "akıllandım artık" diyor, " o eski ben değilim artık" diyor ama nafile. Yok böyle bir şey yani. İnsanın yapısı hiç değişmediği için izlediği çizgi de değişmiyor. Ancak çok ciddi bir travma o çizgiyi değiştirebiliyor. Yani zekayla bağlantısı çok da kuvvetli değil bu durumda.
Ya da sadece ben böyleyim :( On beş yaşımda neysem şimdi de oyum. Aynı kişiyim. Üzerinden yirmi yıl geçmiş, hala aynı şeyler. Derinden üzüldüğüm anda hiç tutamadığım gözyaşlarım. Tutmak da istemediğim. Derinden üzülmeye bir de korku eklenince... İşte o zaman sel götürüyor. Daha da çok ağlamak istiyorum ama çok şişiyor yüzüm gözüm, olmuyor, insan içine çıkınca infial yaratıyor.
Bazıları daha derin yaşıyor, bazıları daha korkarak, bazıları da kendi içinde. Eminim, etrafımdaki kimsenin kötü niyeti yok ama tarzlar farklı. Ve bu farklar ürkütüyor, incitiyor. Çünkü yeterince açığım; sorun neyse konuşulabilir, çözüm bulunabilir, o anda olduğu yerde bırakılıp sonradan üzerine düşülebilir. Ama çıkmaz sokaklar öldürüyor. Elim kolum bağlanıyor zira.
Bugün öleyazdım ben.
O kadar korktum işte.
Cidden.

25 Eylül 2006

Olabilir böyle şeyler

Üç yıl önceydi. Arkadaşlardan birinin banka müfettişi olan eşi bir teftiş için Van'da. Otelde sabah gözlerini açtığında gözlerinden birinin görmediğini farkediyor. Hemen doktora koşuyor, doktor da hemen Ankara'ya geri gönderiyor. Söylenen şey MS (Multiple Sklerosis) olabileceği. (Çok değişik bir hastalık, çok yavaş da seyredebiliyor, hızla perişan da edebiliyor) Ödümüz kopuyor tabi. Neyse, burada tahliller yapılıyor ve MS olmadığı anlaşılıyor. Gözünüz aydın deniliyor, MS değilsiniz, beyninizde tümör var. Şok, şok, şok. En iyi doktor kim? Haluk Deda öneriliyor, muhteşem deniliyor filan.
İlk ameliyatını Ilgaz'ın ikinci doğumgününde oldu Evren. 2003 Temmuzunda. (Evet, doğru okudunuz, ilk ameliyat. Gerisi geldi çünkü.) Hiç bir komplikasyon olmadı. Bir buçuk yıldan fazla gayet iyi gitti. Derken gözde tekrar görmeme başladı. Evren anlamış hemen. Yine gidildi Haluk beye. Olabilir, demiş Haluk bey. Adamın muayenehanesinde karşılaştıkları biri dördüncü ameliyatını olmuş. Tekrarlarmış. İkinci ameliyat da sorunsuz geçti. Bu arada sürekli takip ediliyor tabi. O çekiliyor, buna bakılıyor bilmemne. 2006 Haziran'ında beyinde küçük bir kitle görülmüş yine. Bu en basiti denildi, hemen biter. Gerçekten de normalde 8 saat süren ameliyat bu sefer 3 saatte sonlandı. Pek sevindik, yemeğe gittik Evren'in eşi Şehnaz, Evren'in annesi Nuran teyze, arkadaşlar filan. Çok şükür, bitmiş olsun dedik.
Ertesi gece bir telefon, Evren beyin kanaması geçirmiş. Atladık gittik. Şehnaz perişan. Şehnaz bitmiş. Evren yoğun bakımdaymış. Hiç bir şeye tepki vermiyor. Şehnaz'ın gözleri "ben şimdi ne yapıcam" gözleri. (Evde iki yaşını yeni doldurmuş bir de Demir bey var.) Doktoru geldi sonra. İyi dedi, atlattı. Olabilir böyle şeyler. Peki. Oldu zaten, ötesi var mı?
Bir kaç gün sonra Evren kendine geldi. Sol taraf hiç tutmuyor. Evren kocamaan bir adam, 90 kilo. Oturtmak bile mümkün değil, bırakın koluna girip taşımayı. Şehnaz düşünüyor, adam tutarım, evde yatılı kalır. Şehnaz dur, açılır bu. Yok, ben planlarımı yapayım da, sonradan kalakalmayalım. Neyse, ertesi gün daha iyi, sol kol ve bacak oynamaya başlıyor hiç olmazsa. Ama kafa gidip geliyor. Dün konserdeydim diyor, yatağa vurup, atlayın sizi gideceğiniz yere kadar bırakayım diyor, ne zaman ameliyat olucam diyor. Şehnaz her seferinde düzeltiyor, sakin sakin açıklıyor.
Bu arada Şehnaz'ın annesi geliyor Konya'dan, yardımcı olmaya. Evren'i beş dakika görüp eve geçiyor. Şehnaz bir duş almaya eve gittiğinde annesini kıpkırmızı, balon olmuş gözlerle buluyor. Eve geldikten sonra hiç durmadan ağlamış. Naapıcaksın kızım, ya ölürse, ya böyle kalırsa, vah bu yavru yetim mi kalıcak filan derken Şehnaz "anne, bir duş alıcam, o sırada sen de çantanı topla," diyor. Hastaneye dönüşte annesini AŞTİ'ye bırakıyor. "Ben ağlamıyorum diye bir şey hissetmiyor mu oluyorum? Kimseyi teselli edecek gücüm yok," diyor.
Bu gece konuştum en son. Eve çıkmışlar. Daha iyiyiz dedi Şehnaz. En azından evimizde çocuğumuzla beraberiz.
Canım Evren, iyileş lütfen. O güzel karınla ve lokum çocuğunla mutlu ve sağlıklı bir şekilde yaşa. Canım Şehnaz, sana da sabır diliyorum. Keşke elimden bir şey gelse diyorum.
Tanrı çocuklarımızı korusun.
Lütfen korusun. Hem de her şeyden.
Anladık ki olabilir böyle şeyler

22 Eylül 2006

Enteresan Veliler

Her sabah belli bir saatte apartmanın yan tarafına iniyoruz servis beklemeye. Üç çocuk, üç veli. En büyük çocuğumuz üçüncü sınıfta bir kız çocuğu. "Evet, ben artık her şeyi biliyorum, her şeye vâkıfım" havalarında tipik bir kız işte. Şirin ve güzel de bir çocuk. Babasıyla iniyor aşağıya ve servisi beraber bekliyoruz. Baba her şeyden haberdar bir adam. "Derviş'i aradım," diyor. Derviş kim dediğimde, "servis şöförlerinden sorumlu adam," diyor. Bilmemkim var diyor. O kim? O da Okul aile birliği bilmemne başkanı falan filan. (Ben de eş sorumluluk duygusunda bir veli olarak sadece sınıf öğretmeninin adını biliyorum. VERY GOOD) Ama hoş bir adam, en azından ilgili. Diğer çocuk geç kaldığında umursamazlık etmedi, bekletti filan.
Neyse, esas diğer velilere gelicem. Onların kızı bu sene birinci sınıfa başlamış. Diğer veliyle aynı blokta oturuyorlar. İlk günkü sohbette erkek veli "ben sizi ilk kez görüyorum, yeni mi taşındınız" dediğinde hafiften bozulup, "yoo biz uzundur burada oturuyoruz," demişlerdi. ("Biz hep buralıyız, siz yenisiniz, lütfen yanee", tonu vardı) Çok genç bir çift. Çalışmıyorlar gibi geldi bana ama bu da çok mümkün gözükmüyor. Neyse, servis kalkıyor, bunlar arabalarına atlayıp servisin peşine düşüp okula gidiyorlar. Ben bütün samimiyetimle, "merak etmeyin, ben ODTU'de çalışıyorum, hiç kaza olayı duymadım," dediğimde, "olsun, biz yine de gözkulak olalım," demişlerdi. Ben de anlamamıştım neye gözkulak olacaklarını. Yani allah korusun bir kaza anında bence olayı daha beter hale getirmekten başka bir işe yaramayacaklar. Ama tabi başka soru sormamam gerektiğini bilecek kadar bilge bir zat oldum son zamanlarda. Bu tip veliler histerinin eşiğinde olabilir her an. Anneciiim
Bu sabah gergin anne daha da gergin geldi. Kızım şöyle yap, buranı ilikle, yok bilmemne filan deyip duruyor, kız da belli, biraz daha büyüyünce aynı annesi gibi olucak, pek konuşmuyor, konuştuğunda da ağzını eğerek konuşuyor filan. (Sanırım tenezzül etmiyor) Neyse, çocuklar bindikten sonra servis şöförünü şikayet etti bize. "Dün akşam gelmelerini beklerken baktım diğer blokların önüne giriyor servis. İçimden dedim ki o zaman benim çocuğum niye oraya yürüyor? Herkesin çocuğunu kapısının önünden alıyorsanız benimkini de alın, dedim, bizde böyle, memnun değilseniz şikayet edin dedi. Çok sinirli, biraz da saygısız galiba," gibi bir şeyler söyledi. Ben de kendi kendime, ulan millet nelere dikkat ediyor, yürüdüğümüz yer 2 adım, allah allah, ben mi özensizim filan diye düşünürken diğer bey servisçilerden Derviş'i aradığını söyledi. "Ben bloğun önüne gelinsin demiyorum ama bazı çocuklara böyle özen gösterilirken diğerlerine haksızlık edilmesin, buna karşı çıkarız," demiş. (Ben iyice hayretlere gark oldum. Adam olayı tespit etmiş, şikayet etmiş, uyarısını yapmış, hatta bence tehdit bile etmiş. Ben yine bi-haberrr) Diğer kadın bunu hiç dinlemiyor. Sonra öyle dedim, böyle dedim filan. Kim kime neyi anlatıyor belli değil. Benim de gülesim geldi, zavallı çocuğum, bak ne ilgisiz ana babası var diye düşündüm.
Birbirimize iyi günler dedik ve ayrıldık. Kadın bloğuna doğru yürürken hala kendi kendine konuşuyor gibi geldi, daha da gülesim geldi. Asansöre bindiğimde gerçekten gülüyordum.
Bazı çocuklar daha şanslı oluyor sanırım.
Ama hangi çocuklar, di mi?
;)

14 Eylül 2006

İlk gün

Yok, biliyorum, gerçekten kendimden beklenmeyecek bir performans sergiledim. Bir kere Ilgaz'ın yanında hiiç ağlamadım. Bu benim için mucizevi bir başarı, hiç bir eleştiri kabul etmem. İkincisi hiç hadi veya ona benzer şeyler demedim. Bu ise inanın daha da mucizevi. İçimdeki saat hep dış dünyanın saatinden daha hızlı koşuyor çünkü; ve ben içimden mütemadiyen bana geç kalıyorsun, hadi, çabuk diyen yaratıkla mücadele ediyorum. Ama bugün hiç demedim, aferin bana.
Her zamanki sabahlarımızdan biri oldu. Tek fark yaklaşık 45 dakika daha erken kalkmış olmamızdı. İlk 10-15 dakikamızı miyavlayarak, Ilgaz'ın göbeğine hev hev yaparak, Ilgaz'ın benim suratıma tükürerek hev hev yapmasıyla yatakta geçirdikten sonra mutat kahvaltı seansımızı yaptık ve arabamıza bindik. Teyzeyi ve anneanneyi de alarak oğlumun okuluna gittik. Bugün Ilgaz'ın okulu açıldı. Normal vakitten daha önce açıyorlar, çok da iyi ediyorlar. İlk gün o keşmekeşi yaşamadık. Sonra okulunda bir sürü abi, kısacık etekli abla, daha küçük abi ve ablalar filan eşliğinde ana sınıfına gittik. Bizim tipleri törene almadılar; ezilebilirlermiş. (Ayu abi ve ablalar da var sanırım) Eğilip Ilgaz'ı öptüğümde, "ben bütün gün burada mı kalıcam" dedi. Ve hançeri kalbime sokup bir de kanırtmış oldu. Evet annecim, akşam görüşücez, dedim. Ne diyeyim. Çıktığımda hüüü. Haksız mıyım ya, böyle sorulur mu? Diğer annelerin suratına baktığımda tek kazın ben olmadığımı gördüm. Hoşuma gitti. (hehe)
Akşam daha da devrimsel bir şey olacak. Ilgaz efendi servisle gelecek. "Serviste çok konuşurlarsa benim kafam şişer," diyor dün. Ya kendisi hiç susmayan bir yaratık, ondan daha çok ve daha yüksek sesle konuşan bir başka çocuk düşünemiyorum. Cidden :)
Umarım huzurlu olur, ve mutlu, ve sağlıklı. Ve umarım iyi arkadaşları olur, birbirlerinde kalırlar, hatun dedikodusu çevirirler, pişirdiğim şeyleri haramiler gibi yutarlar.
Canım oğlum, yolun açık olsun.

12 Eylül 2006

11 Eylül

Ilgaz'ın doğduğu seneydi 2001. Bizim için de çok uğursuz bir sene olmuştu. 2000'de bir süredir iyi giden ekonomik duruma aldanıp döviz kredisiyle 2 oda bir salon bir ev almıştık. Sonra malumunuz, aniden devalüasyon oldu. O olduğu sırada Ilgaz'cımla henüz yekpareydik. Korcan arayıp duruyor, sakın haber seyretme, moralini bozma, hallederiz diyordu. Moral bozmamak ne mümkün, küçücük evimiz yalı fiyatına yükselmiş, döviz üç kat artmış (o sıralar Mark vardı), borç sapıtmıştı. Kendime sürekli telkin ediyordum, üzülme, bir çaresi bulunur, daha yavaş ödenir, önemli olan senin ve karnındakinin sağlığı filan.
Neyse Ilgaz bey 13 Temmuz'da teşrif ettiler son derece sağlıklı bir bebek olarak ve biz de kendisiyle bazen mutlu mesut, bazen ne yapacağını bilememenin verdiği çaresizlikten dibe vurarak evde pinekleyip duruyoruz. 11 Eylül günü televizyon seyrediyordum. Salondaki üçlü kanepede uzanmıştım, Ilgaz da göğsümde uyuyor. Ben de kah uyukluyorum, kah televizyona bakıyorum filan. Aniden İkiz Kuleler'e çarpma görüntüsüne geldim. Önce film zannettim. Fakat defalarca aynı görüntüyü vermeye başlayınca CNN'i açtım. Korkunç bir panik tabii ki. Ben ağzım açık görüntüleri seyrediyorum, Ilgaz'ım her şeyden habersiz sakin sakin uyumaya devam ediyor. Derken Korcan aradı, ben de bir heyecan olanları anlatıyorum. Zavallı adam çoktan haber almış, bankadaki bir kaç kuruş TL'mizi dolara çevirmeye çalışıyormuş. Hiç olmazsa elimizdekiler yerlerde sürünmesin demişti. Ama ne mümkün tabi, devalüasyondan sonra bir de 11 Eylül cilası yedik yani.
Ben lohusa kadın duygusallığıyla ağlayıp dururken babam kaç kişi ölmüş diye sordu. Kişi sayısını tam olarak bilmediğimi söyleyince de, "kızım Amerika her sene dünyanın değişik yerlerinde uygulamaya koyduğu darbe planlarıyla bu sayının en az 20 katının ölmesine sebep oluyor, PKK'yı terörist diye tanımaları için kıçımızı yırtıyoruz da burun kıvırıyorlar, terör neymiş görmüş oldular işte," demişti de ağzım açık kalmıştı. Tabii ki orada ölen insanlara o da üzülmüştü, ama genel yönetim tarzı olarak da öz eleştiri yapmaları gerektiğini yüzlerine vurduğunu söylüyordu bu olayın. Oysa babamın yanıldığı ortaya çıktı. Amerika tarzından biraz bile sapmadı, hatta bilakis çok daha saldırgan hale geldi.
Ve olan yine sivillere oldu. Olmaya da devam ediyor ne yazık ki. Tek fark ölen sivillerin derilerinin rengi. Ortalamaya vurursak ne Afganistan'da, ne de Irak'ta süt beyaz adam bulunmaz pek, değil mi? Ama pardon, üzüntümüz cilt renginin tonunun açıklığıyla doğru orantılı son yirmi beş yılın eğilimine göre.
O zaman boş ver gitsin.
:(

10 Eylül 2006

sebepsiz hüzün

Nedensizce mutsuz olma sırası bende galiba. Toparlayamıyorum bugün. Daha doğrusu sabah iyiydim; dün gecenin tortularıyla oldu o iyilik de. Çok sevdiklerimle konuştum msn'de. Çaktırmadan rakımı da içtim. Bol buzlu, buzz gibi bir rakı. (Çok seviyorum, niye inkar edeyim?) O konuşmaların tortusu öğleye kadar idare etti. Şimdi yerlerde sürünüyorum.
Ya niye böyle oldu? Ne yapacağımı bilemiyorum. Tek ilaç nedir şimdi? Görmek? Konuşmak? Dokunmak? Bilmiyorum.
Evet ya, bazen her şey çok çıkışsız geliyor. Ve hatta anlamsız. Yine başladı o GİTME hissi.
Yok misocum, dur, lazımsın bir çok insana. Gitme, gitme. Gittiğin yollardan dönülmez geri. Gitme, gitme. El olursun sevdiğim, incitir beni. (Ezginin Günlüğü,Albüm: İlk Aşk, 1980)
Ama biliyorum, hissediyorum yani, bir gün gidicem sanırım. Şimdi değil, yakın bir gelecekte de değil. Ama gidicem sanırım. Sevdiğim artık seni sevmiyorum deyince gidicem. Ya da yüzüme öyle bakınca :(
Bir yer tarif eden bulunur mu?
Bir yuva yeniden kurulur mu?
Niye bu kadar yalnızım ben bugün?
Bugünün hüznü geçer mi, en azından durulur mu?
Eve gidip yatmak, yatmak, yatmak istiyorum. Büzülüp yatmak ve hiç konuşmamak.
Çok kırığım bugün; bin parça. Mutsuzum çok.
Bu da bu yüzüm galiba
Mutsuz, üzgün yüzüm, pek sevmediğim, zehirli yüzüm.
:(

7 Eylül 2006

Yeni Okul

Biliyorum, iki yıldır okula gittiğini en iyi ben biliyorum inanın. Hatta ilk iki ayı bir eziyetti. Kendini yerlere atmalar, gitmiyceeem diye bağırmalar, nefessiz kalıncaya kadar ağlamalar, koala gibi üzerime yapışıp beni yere düşürmeler... Daha sayarım da ne içim kaldırabilecek, ne de sizi bayayım. Onu orada avaz avaz ağlarken bırakıp kapıdan çıkınca bulduğum en yakın yere çöküp bir posta da ben ağladım her seferinde. Diğer veliler teselli edip durdu, korkmayın geçecek dediler ama bu her gün bu şekilde devam edince ümidimi yitirmeye başladım ben de. Sonra bir gün bende sigortalar attı, eee diye bağırıp bir temiz fırça kaydım tipe. Bu arada sinirle kapıyı ittirmişim (gerçekten hatırlamıyorum), kapı da küüüt diye çarpınca mizansen tam oldu. Tip susar gibi oldu, öğretmeninin elini tuttu, ben de çıkıp gittim. O oldu, bir daha sapıtmadı. Zaman zaman hislendi, özellikle tatil dönüşlerinde bir hoş oldu hep, ama gavur eziyeti yapmadı bir daha. Bu olay 3 yaşını doldurduğunda kreşe yazdırdığımda oldu. Ve gerçekten de net 2 ay sürdü. Dediğim gibi sonradan insan formatına girdi, okul konusunda eziyet etmedi. Hatta o kadar sevdi ki ateşlendiğinde bile gidicem diye ısrar ettiği çok oldu.
Şimdi işler değişti. Bir üst sınıfa terfi ettik. Anaokuluna yazdırdık tipimi. Ha, bir de öyle kolay olmadı. Seçmeler filan yapıldı yanee. (Neyi neye göre seçtikleri konusunda hiç bir fikrim yok, yalnızca bir gün 1 saat içeri alıp oyun oynattılar tiplere. Sonra da mutlu haberi verdiler.) Okulu haftaya perşembe açılıyor ve okul açılana kadar her gün 1 saat alıştırma seansları var. Bugün Ilgaz'ı kapıdan içeri yollarken bir garip oldum. İnsanın tepki verdiği şeyler hiç değişmiyor demek ki. Sadece dozu değişiyor. Yoksa yeni ortamsa yeni ortam. Hem ona, hem bana. Ben bu kadar tedirginken kimbilir onun o kuş kalbi ne durumda.
Sınıflarına bakan bir cam var, çocukları dışarıdan izleyebiliyoruz ama onlar bizi göremiyor. Öğretmeni kitap okudu gruba bugün. Hep Ilgaz'ı izledim. Zaman zaman o japon-yumuğu gözlerini kocaman açtı, zaman zaman tedirgin bir şekilde kıstı. Bazen gülümsedi, bazen aaa türü bir şey söyledi. Öyle uyumlu oturdu ki orada, hem içimde bir şeyler çıt etti, hem de gurur duydum çocuğumla. Çocuk sahibi olmak olağanüstü bir şey dedim kendi kendime. Evet, canıma okudu ve hala ihmal etmiyor okumayı, ama iyi ki var ve ben iyi ki Ilgaz'ın annesiyim. Çünkü benim çocuğumun yapısı güzel. Evet, ben çok emek verdim ama çocuğumun hamuru iyi olmasaydı benim çabalarım boşa çıkar, heder olur giderdi. Yaptığım tek şey o hamuru ekşitmemeye çalışmak oldu, ve sanırım bunu başardım. Ve tabi babası da; çabanın ve emeğin çoğu annede olsa da onun da hakkını yiyemem.
Canım çocuğum, bir tane Ilgaz'ım benim.
Hep huzurlu olsun böyle.

5 Eylül 2006

Kader

Biliyorum, hiç benden beklenen bir başlık değil bu. Ya da bilmiyorum, gayet de beklenen bir şey belki de. Yaşım ilerledikçe, özellikle de çocuğum olduktan sonra bu kader kısmet hikayelerine daha bir inanmaya başladım sanırım. Bugün oğlum ana sınıfına 1 saatlik alışma turuna katıldığında ben de kitabımı açtım ve okumaya başladım. Sonra bir baktım ki bazı veliler camdan içeri bakarak çocuklarının neler yaptığını seyrediyor. Ben de bir gideyim dedim ve orada bir bayanla karşılaştık. Başı kapalı bir bayan, ikizleri başlamış ana sınıfına. Okul kuralı olarak ikizleri iki ayrı sınıfa yerleştirmişler. Bir de abileri varmış. Ben kadını tebrik ettim, sizde yok mu başka, yok, niyet yok mu, o hiç yok. Ehehe filan. Yanımızda bir bayan daha var. Sizde kaç tane, bende de bir tane, oh en güzeli, haha hihi filan. Sonra o bayanın da İngilizce öğretmeni olduğu ortaya çıktı. Laf lafı açtı filan. Derken ingilizce öğretmeni bayanın annesiyle tanıştık. Bayan harp okulunda ingilizce öğretmeniymiş. Eşiniz ne iş yapıyor, eşim mühendis, ya sizin kızınızın eşi ne iş yapıyor? Kaybettik. Aa, öyle mi, çok üzüldüm. Şehit oldu. Hem de oğlunun doğumunu bile göremeden.
Yüzüme olanca gücüyle bir tokat atsaydı bu kadar şaşırır ve bozulurdum herhalde. Çocuğunun doğumunu bile görmeden, seninle kişisel hiç bir alakası olmayan bir olay nedeniyle elveda demek hayata. Arkanda bebeğinizi bekleyen gencecik bir kadın ve seni hiç göremeyecek olan, içinde hep bir boşlukla yaşayacak olan bir çocuk bırakmak. O çocuğa neyi nasıl anlatırsın? Örneğin barış kavramını anlatabilir misin? Ya da baba sence ne demektir diye sorabilir misin?
Bütün bunları konuşmadan önce pencereden içeri bakarken oğlumu ve etrafındaki çocukları izleyip, acaba bunların hangisiyle çok iyi arkadaş olup, birbirlerinde kalmak isteyecekler diye düşünmüştüm. Sonra bu düşünceleri o bayanla da paylaştım; ya evet, dost olurlar inşallah, iyi bir dost en önemli şeydir gerçekten diye konuştuk. Sonra da kadının hayatındaki gerçeği öğrendim. Çok üzüldüm ve elimden hiç bir şey gelmedi.
O çocuk bugün ODTÜye gelirken annesine ve anneannesine "öğretmenim beni sever mi acaba?" diye sormuş. İçim ezildi. Sever tabi, hem de bence çok çok sever ama hiç bir zaman senin açlığını bastıracak kadar sevemez. Ben o çocuğu çok sevdim, daha da çok sevicem biliyorum. Kendi oğlumla karşılaştırdığımda bu hayata zaten en az 5 adım geriden başladığını gördüm çünkü.
Bugün oğlum adına gerçekten güzel bir gün oldu benim için. Yine benim açımdan bir başkasının çocuğu için de bir o kadar hüzünlü bir gün.

3 Eylül 2006

Heights ve Three Burials

Aslında başlıkta üçüncü filmin de adını verecektim. Son iki haftada gittiğim üç filmle ilgili bir şeyler yazmak istiyordum. Yani ilkine gittikten sonra bir iki filme daha gideyim de öyle bir şeyler yazarım diyordum. Ama sonra başlıktaki filmlere gittikten sonra "Ayrılık" filminin ne kadar da bahse değmez bir film olduğunu bir kere daha anladım. Daha ilk sahneden şişirmeye başlayan filme dair tek kazanımım dünya güzeli bir hatunu ve hıyarlığa doymayan ama çok iyi bir adam olan kocasını görmek oldu. Bir şey eklemek lazım bu güzelliğe dair: Bir gram yağ yok vücudunda ve muhteşem bir poposu var. Her giydiği de yakışmış haspaya. (hehe) Bizde de muhtemelen bir 15 santim daha genişi var, ama her giyilen yakışmıyor işte; bazı kıyafetlerin içine girildikten sonra arkada kuzu kuyruğu ya da ufakça bir kitap koyulabilecek bir raf formatına giriveriyor. :) İşte film buydu, düşündürdükleri de bu kadar derin ve varoluşsal konular.
Gelelim Heights'a. Tabi ilk darbeyi kendinden çok daha genç ve gerçekten çok yakışıklı ve karizmatik bir adamla evlenmiş olan Glenn Close'un ıstırabından aldım. "Bilmek" ayrıcalıklı olduğu kadar acı da veren bir olay. Film bir gün içinde geçiyor, bu nedenle adamın Glenn Close'la ne ara evlendiğini görmek mümkün değil. Ama hem çok güzel (bence tabi, gözlerinin ışıltısı ve anlamlı yüzü yeter), hem de çok yetenekli bir aktris olan bir kadına kapılmamak mümkün değil. Muhtemelen bu iki etkenin yanı sıra tiyatro dünyasında yükselmekte olan biri için kaçırılmaz bir fırsat oluyor Glenn Close onun için. Kadının rüzgarına sığınmak yetiyor basamakları tırmanmasına. Ve sonra (filmde ne kadar sonra olduğundan bahsetmiyor ama bence hemen sonra) ihanetler başlıyor. Glenn Close'la yakın arkadaşı olan oyun yönetmeni arasında şöyle bir dialog geçiyor:"Merak etme, bu da en fazla iki üç hafta sürer." "Hayır, bu sefer aşık," diyor Glenn Close. Kocasının inanılmaz küstahlığı, tiyatroda sevgilisiyle oynaşırken yakalanınca özür bile dilememesiyle değil, sevgilisini akşam karısının verdiği doğumgünü partisine götürmesiyle zirveye ulaşıyor. Kadının çektiği acı dayanılır gibi değil; bakışlarından akıyor mutsuzluğu ve çaresizliği. İşte tamamen kaybetmiş olduğunun bilincine orada varıyor sanırım. Bir daha geri dönüş olmadığının. Önceki ihanetleri bilmek belki de belli oranlarda adama karşı elini güçlendirmiş olsa da, bu sefer her şeyin bittiğini bilmek kadını bitiriyor.
Etkileyen bir başka durum da evlenmek üzere olan genç bir adamın aslında homoseksüel olması. Evlenmek üzere ama erkek sevgilisinden kopamıyor; ayrılmaya karar verdiklerini birbirilerine söyledikten sonra öyle bir öpüşüyorlar ki insanın içi eziliyor. Ne şiddet var bu öpüşmede, ne de seksüel bir şey. Tamamen sevgi dolu bir veda öpücüğü. Peki tercih buysa direnmek neden? Birini bu kadar sevebilmek çok zor bir şey; kendinden bile vazgeçecek kadar seviyorken topluma güzel bir fotoğraf vermek için istemediğin bir şeyi yapmaya çalışmak niye? Tüketir insanı ya. Böyle severken ve sevilirken tükenmek niye?
Three Burials ise fragmanları yanıltıcı olan bir film. Bu yüzden başlangıçta biraz hayal kırıklığına uğradım. Fragmanda işlenen cinayetin tamamen ırkçı bir öküzlükle işlendiği yansıtılırken, filmin kendisinde olayın aslında yanlışlıkla, tedbirsizlik dolayısıyla olduğu ortaya çıkıyor. Evet, cinayeti işleyen bir öküz, hem de kanının son damlasına kadar, ve Meksikalılara ya da diğer göçmenlere zerre kadar aldırdığı da yok; ama bir köşeye kurulup zevk için adam da vurmuyor. Film genel olarak kişinin kendini tanımasıyla da ilgiliydi. Bu başroldeki öküz filmin başında karısına iğrenç davranan, kendiyle herhangi bir konuda hiç bir şekilde hesaplaşması olmayan bir insansı/terliksi hayvan. Ama filmin sonunda, çıktığı yolculuğun ona yaşattıkları dolayısıyla içindeki insanı buluyor. Tabi bazı şeyler için artık çok geç kalmış oluyor. Örneğin lokum kıvamındaki karısı onu terketmiş oluyor. (Kendisinin ismi January Jones, ilgilenenlere duyurulur, ilgilenmeyenler de ilgilensin bence, görülmeye değer)
Tommy Lee Jones ise gerçekten son derece karizmatik bir abimizi oynamış. Ama karizması biraz fazla geliyor; eşşek gibi sarhoş olmadan aşık olduğunu söyleyemiyor. Mal kişi, karizması aşkını elde etmeye yaramayan kişi konumuna düşüyor. Telefon yüzüne kapanıveriyor.
Gidiniz, faydalı filmler oldu. Ayrılık'a da gidiniz. Süper popo. Valla :)

2 Eylül 2006

Kalsana bu gece

Ağladım, ağladım, gözlerim dömbek olana kadar ağladım. O da ağladı. Yarın gidiyor çünkü. Biliyorum geri gelecek ama sonra yine gidecek. Oralı olacak. Artık hep orada olacak. Sadece bir alomuz olacak, bir de mailler. Birlikte çok ağladık, birbirimizin yüzüne baktık ağladık, sarıldık ağladık, saçlarımızı okşadık ağladık.
"Kızım kalsana bu gece. Kalamam anne, çok mutsuzum, dayanamıyorum yüzüne bakmaya."
"Miso kalsana bu gece, film seyrederiz bak. Yok ben gideyim, filmi bana ver ben evde seyrederim. O zaman ben geleyim, birlikte seyredelim. Yok, gelme, ben yalnız kalmak istiyorum."
"Abla kal diyemiyorum sana. Kalamam zaten, yarın dersim var, sabaha kadar ağlamak istemiyorum. Tamam o zaman. Tamam, güle güle git, işlerini hallet, kendine iyi bak."
"Bir tek söz ver bana bir tanem. Mutsuz olursan paylaşacaksın, içine atıp atıp biriktirmeyeceksin. Bir sözünle oradayım, yanına gelicem. Kimseyi sırtında taşıma, hayatın boyunca hem de. Bir gün çocuğun olacak, çocuk yetiştirme görevini o günlere bırak. Şu anda herkes kendini idare etsin, kimsenin sana yaslanmasına izin verme. Bırak kendisini insan olarak, koca olarak, sevgili olarak sana ispat etsin."
Peki dedi. Kabul etti. İnandım da galiba. Arayacağım bir şey olursa dedi, anlatacağım. Paylaşacağım.
Bir yerim kırılmış gibi hissediyorum. Derin bir acı ve ona eşlik eden garip bir uyuşma hissi var içimde. Dün gece yattım, gözlerimi tavana diktim ve düşündüm uzun uzun. Ben okumaya İstanbul'a gittiğimde 17 yaşındaydım, geri döndüğümde ise yaşıtlarımdan on yaş daha tecrübeli genç bir kadındım. Şimdi bir tanem 27 yaşında, yapar herhalde. Yapar tabi, kapasitesinden hiç bir şüphem yok, ama nişanlısına duyduğu sevgiyle her yükün altına girip ezilir diye korkuyorum. Bebeğini sırtına bağlayıp tarlaya giden kadınlar gibi her şeyi üstlenmesinden korkuyorum. "Kol kırılır yen içinde kalır" diye düşünmesinden korkuyorum.
Bu özlemi kaldıramayacağımdan korkuyorum.
Çok özleyeceğim.
Canım o

1 Eylül 2006

pahalı gece

Öğrenciyken herşey çok farklıydı. Kuruş kuruş hesap kitap filan. Hatta mezun olduktan sonra gurur yapıp zil parasız kaldığım anlar olmuştu. O kadar ki, bulduğum özel derse yürüyerek giderdim bazen. Şimdi ne kadar uzak geliyor. O zamanlar konuşurduk, ya param olsa da şunu hayatta almam, yok ya param olsa bile girip şurada yemek yemem. Mal mıyım, kaz mıyım kazıklanayım? Şimdi o günlerin üzerinden çook uzun zaman geçmiş; yapmam dediklerimi yapıyorum. Hatta kuzen beni dışarıya davet ettiğinde dalgasını bile geçti. Bak bu gece seni Kuki'ye götürücem dedi. O ne be? oldu benim tepkim. (Valla bana farklı bir şey anımsattı kuki lafı. Evet, biliyorum, içim kötü, çürümüşüm hatta:)) Arjantin caddesinde bir caféymiş efendim.
Neyse, arabasız indim şehre. İki araba olmayalım dedi kuzen. Yani otobüsle indim. Yolda okurum diye kitabımı aldım yanıma. Ama ne mümkün? Otobüs benim gittiğimden daha kısa sürede vardı Kızılay'a. Ve her durakta durarak... Beşinci dakikada bulanmaya başlayan midem, onuncu dakikada beni çaputa çevirdi; bembeyaz bir suratla, vücudumun istisnasız her yeri ter içinde kalarak ve kusmamaya çalışarak tamamladım yolculuğu. Gerçekten korkunç görünüyor olmalıydım; Meşrutiyet caddesinde otobüsten indiğimde kuyruktaki insanların hepsi bana baktı. Uzun bir yürüyüş iyi geldi ama, tabi kusmamayı başarmanın zafer duygusu da vardı. Sonra taksi ve Karum. İnsanlar çok enteresan. Daha doğrusu erkekler. Ne zaman makyajlı ve düzgün kıyafetli olsam bunu gözlüyorum. Üzerimdekilerin şıklığı ve suratımdaki boyanın kerametiyle aniden "hanımefendi" oluveriyorum. Ve öyle muamele görüyorum. (Burada bunu hissetmem o adamları kaz konumuna sokuyor çünkü ben yine aynı benim aslında. hehe)
Karumda buluştuk ve Kuki'ye gittik. Nedir kardeşim bu yahu? Bir tabak yemek minimum 23 milyon. Yemeklerin isimleri asortikleştikçe fiyatlar da artıyor haliyle. Ben anlamadığım şeyi yemem zihniyetiyle salata yedim. Kuzen zaten varillikten insanlığa terfi etmeye çalıştığı için o da salata istedi. Benim salatamda görüntüsü ve tadı bildiğiniz beyaz silgiye benzer, peynir olduğunu tahmin ettiğim dört adet şey vardı. Bir de tavuk parçaları ve tabi yeşillikler. Oradan çıktık Starbucks'da kahve içtik. Etraf şugi kız kaynıyordu ve hepsi birbirinin aynıydı. Sarı saçlar, bronz tenler, yanlış botokstan kapanamıyormuş gibi hafif aralık duran dudaklar (botoks olamaz, çok gençler, daha ben bile yaptırmadım), kıçlarından her an aşağıya süzülecek gibi durup etraftaki dallamalara ümit veren kotlar ve minicik memişleri sergileyen boncuklu penye bluzlar. Neyse, oradan çıktık, kuzen hala kararlı beni yedirip içirmeye, oysa ben orada white chocolate mokka zımbırtısından içmişim, şekeri başıma vurmuş inliyorum, haydi dedi Gloria Jeans'e gidelim. Ben artık bir şey yiyemem, içemem dedim ama dinletemedim. İyi ki de dinletememişim, Tunalı D&R'ın en üst katında nefis bir yer. Harika bir servis, süper kaliteli garsonlar ve muhteşem bir manzara. Bütün bunlar fiyatlara yansımış tabi, ama yaz bitmeden bir kere daha gidilmeli bence. Bu arada kuzenin söylediği makiyato diye okunan bir kahve içtik. Kahve değil zehir mübarek, bir yudum makiyato, üç yudum su şeklinde tamamladık olayı.
Kuzen beni eve bırakırken karnımda bir hareketlenme, efendime söyleyeyim basınçta olağandışı bir yükseliş gözlendi. Kendimi tuvalete zor attım. O Kuki zkinin salatası ya da silgi peynirleri motoru öyle bir bozmuş ki, grizu halt etmiş, öyle bir infilak oldu. Ve işin en kötü yanı komşuların başına bu tarz bir şey geldiğinde ben duyuyorum ve gülüyorum. Evet, alenen gülüyorum. Bu gece, gecenin sessizliğinin de sağladığı avantajla muhtemelen üst ve alt iki kat olaya bizzat tanıklık edebilecek durumdadır.
Yarın Kuki'yi aramalı. Bir de tabi komşulara uğrayıp özür dilemek lazım. "Çok pardon, dün geceki sesler benden çıktı. Ekükü"