19 Temmuz 2010

Çakma bilim adamı


“Anneeaa...”
“Efendim oğlum?”

Yanıma geldi tip, elinde iki çay kaşığına bağlanmış bir pil. Pilin hemen ilerisinde de bir düğme. “Anne bak, şimdi ağzında ekşi bir tad olsun ister misin?”
“Bilmem. Nasıl olacak?” O kaşıklar, pil... İçim korku dolu...
“Anne bak şimdi, sen bu kaşıkları ağzına al, korkma korkma, üç volt...”
“Evet...?”
“Ben ayarlıycam... al al (kaşıklar ağzımda artık, eheh, bu arada bir düğmeyi çeviriyor.) Geldi mi ekşi tad?”
“Yok, gelmedi.”
“Dur... (düğmeyi daha da çeviriyor; kaz miso, geldi desene).
“Ay geldi!” Kaşıkları ağzımdan çıkarıyorum. “Tamam annecim, bravo. Oldu ekşi tad.”
“Nasıl oldu?”
“Ee, sen yaptın şimdi, pille oldu...” (Neyi soruyo be, dalga mı geçiyo?)
“İyi tamam, ehehühehehheee...” Bağıra bağıra seyirtip gitti. Ben de tebessüm ettim evladımın başarısına. Allah zihin açıklığı versin, maşallahı var, neler icat edecek işallah...

“Anneeaa...”
“Efendim?”
“Şimdi sen tekrar al kaşıkları...”

Anam o ney? Bu sefer kaşıkların ucundaki kabloyu adaptöre bağlamış.
“Eeee?”
“Korkma korkma, 12 volt.”
Sıçtırma belana diycem, kendimi tutuyorum. Yani ben kaşıkları ağzıma alıcam, o da adaptörü fişe sokucak. Allah mahfaza adaptör bozuksa ağızdan alıcaz 220 voltu.
“Oğlum saçmalama, bak sakın kendine de yapma. Allah korusun bi saçmalık olur, çarpılırsın. Kuş kadar aklımız var zaten genetik olarak...”
“Hayır, kuş kadar değil.”
“E iyi, incir çekirdeği kadar. Yürü git ya allah allah. Hayatta yaptırtmam öyle şey, kendine de yapma.”
“E kime yapıcam ben?”
“Kimseye yapma çocuum, bak zarar falan verirsin, lütfen.”

İkna oldu deli. Ya allahım, olacak iş mi. Oldu olacak ver elime kabloları, sok direk prize.

Töbe

marruu

11 Temmuz 2010

Roma :))


Çok yorgunum. Çok hem de. Hala tam anlamıyla dinlenemedim. Gerçi pek erken de yatamıyorum son zamanlarda ama fiziksel olarak hiç bir ilerleme yok. Sebep: Efenim, zat-ı şahanem geçen hafta 5 gün Evropa’nın çizme kılıklı memleketinin başkentindeydi. Bu sefer Burcu’suyla değil ama; müdürüyle.

Roma her anlamıyla insanı görsel olarak sersem edecek kadar zengin bir şehir. Ve güzel. Antik mi bakmıştınız? Buyrun Colloseum. Zamanında gladyatör abilerin dövüştüğü yer. Modern? Sizi müzelere alalım, Klimt’imiz filan var. Ara dönem? Vatikan’a koşun, resimlerden fresklerden dibiniz düşsün.

Memletimin yüzde doksan dokuzunun kabul ettiği varsayılan inanç sisteminin estetik bağlamda bizi nasıl da kör-topal bıraktığını görünce insan kahroluyor. Evet, tamam, oradaki resimler-heykeller de çoğunlukla dini içerikli. İsa ve kuzu, İsa ve anası, anası ve kuzu, İsa çarmıhta, göğe yükseliyor, bak geri geliyor gibi bazı kombinasyonlar çoğunlukta ama var mı resim? Var mı heykel? Var. Budur. Renkler, ifadeler, tabloların büyüklüğü insanı sarhoş ediyor. Başka heykeller de var. Apollo var mesela; ki bittim ben kendisine. Ya da Hades’in Persephone’yi yer altına kaçırdığı anı sahneleyen bir heykel var ki akıllara zarar. Kadın kaçmaya uğraşıyor; yeraltı tanrısı parmakları kadının baldırlarına gömmüş, kıpırdamak ne mümkün. Akşam baktım otelde, gerçek vücutta da öyle görünüyor, eheh. Yaşa vallahi. Ama bunlar bize gelmez, memeler hep açıkta.

Zengin aileler varmış, ama çok zengin. Mesela adamın bahçesi OTTÜ arazisi kadar. İçinde dağınık bir şekilde villalar. Villaların içinde de resimler, heykeller. Ama emekli olup resim kurslarına giden kadınların/adamların resimleri değil. Michelangelo’nunkiler mesela. Nasıl? Eheh. Caravaggio’nun, Rafael’in... Nasıl bir alım gücüymüş arkadaşım; nereden gelmiş değirmenin suyu diycem, SENİSIĞMİSO olucak. O ailelerin bir kısmı da hala duruyor. 500 yıl önce kurdukları banka da. (Bakınız Medici familyası)

En çarpıcı yerlerden birisi Vatikan’dı. Bildiğiniz darphane. Bunlar bağımsızlığı Mussolini’den koparmışlar. Artık neyin pazarlığı sonucunda böyle bir şey olduğunu bilmiyorum. O zamandan beri de (galiba 1929’du, tam hatırlamıyorum) iyice coşmuşlar. Ve fekat, muhteşem. Sistine Chapel’i gezerken ben Michelangelo’yu sevgiyle andım. Yazarken bile heyecanlanıyorum. Anlatacağım hiç bir şey orada gördüklerimi yansıtamaz, içimde uyanan hayranlığı tarif edemez. Bu nasıl bir yetenekmiş; insan şaşakalıyor. Şapelin tavanında bir süre yardım almış ama bakmış ki olacak gibi değil, almış fırçayı eline, yapmış resmini kendisi. Sonra da duvarlardan birini öyle boyamış. İnsanın aklı çıkıyor.

Vatikan’da bir de duvar halılarının sergilendiği bir koridor vardı ki, o da akıllara zarar bir başka durum. 10 metrekare halılardan birinde bir İsa figürü. Koridora sağdan girdik, adamcağız bir kolunu açmış bize bakıyor. Biz ilerledikçe o da bize doğru dönmeye başladı. Bildiğimiz üç boyutlu bir figür gibi; vücudu dönüyor, şaka değil. Aman dedim, adam geliyor, zaman bu zaman.

Benim en merak ettiğim yerlerden biri de Pompei’ydi. Araba kiralayıp 3 saatte ulaştık. Sağolasın Vezüv, Pompei olduğu gibi korunmuş bir yer. Amfi-tiyatroları, binaları, sokakları duruyor. Duvarlarda freskler, havuzlarda heykeller bile var. Sanki tozlanmasın diye geçici bir süre üzeri örtülmüş gibi. Bir de tabi ziyaretçiler de zarar vermemiş. Rudolfo buradaydı, Angelica aşkım gibi yazılar yok. Adamlar yazmamış, bozmamış işte. İstesen yazamaz mısın? Yazarsın bittabii; ben miso vaz hiyır yazdım mesela her duvara. Plaket verdiler. Şehin gayet içinde bir de genelev vardı. İçinde odacıklar, her odacığın kapısının üzerinde de pozisyon freskleri. Gelen müşteri çalışan kadının dilini bilmiyorsa istediği şeyden mahrum kalmasın diye çizilmiş. Vay be, işte iletişim, işte müşteri memnuniyeti. Acuk da erkek egemen keyif hedefleri tabi.

Geri döndük ama tadı damağımızda kaldı. Yine gidilir dedik; bu sefer Burcu’mla ama. Aynı kiliseler yine gezilip, çın çın öten org sesinde yine ağlanır.

Muhteşemdi. Tek kelimeyle...

marruu