25 Mart 2008

Teşekkürler

Herkese çok teşekkür ederim. Bu tür şeyler başıma geldiğinde paylaşmak en iyi ilaç oluyor bana. Bu bağlamda blogum ciddi anlamda bir kurtarıcı. Okulda da süzülmüş yüzümü görenlere anlattım zaten Fıstık'ın ve dolayısıyla bizim başımıza gelen bu korkunç olayı. Paylaşmak iyi geldi. Şimdi ise daha iyiyim. Ama haddinden daha uzun sürmüş ateşli bir hastalığın nekahatinde gibi hissediyorum kendimi. Ağzımda buruk bir tat var; o kadar gerçek ki ciddi anlamda canım yanıyor. İyileşeceğimi biliyorum, ama zamana ihtiyacım var.

Yeni bir kedi aldık. Pazar günü. Sokak kedisi yine. Kalça çıkığı ameliyatı geçirmiş, hala yampiri yampiri yürüyen 2.5 aylık sarı bir kedi. Teselli olur sanmıştım ama o kadar korkak ki iki gündür saklandığı yerden çıkmıyor. Halbuki kucağıma sokulsa, motoru açsa, ben kafasını öperken bana kafa atsa...

Mimlenmişim ve çok da önemli bir konuda. Yani katkımı asla esirgemeyeceğim bir konuda. En kısa zamanda yazacağım, söz. Bir süre sonra ama... Lütfen.

marruu

23 Mart 2008

Fıstık, canımmm


Fıstık, canım, Fıstığım benim, canımın içi. Kara kuzum, zifir kedim, bebeğim. Israrla gelmiştin bize o gün. Biz sadece dondurma almaya gitmiştik. Sen bizden önce arabanın içine kuruluvermiştin. Seni alıp dışarı koyduğumda koşarak yeniden yerleşmiştin. Sonrası belliydi zaten. Hep koynumuzda gezdin.

Fıstık, canım, bir taneciğim. Kucağıma çıkıp motoru açtığında senden daha iyi gelen hiç bir ilacım olmadı benim. Usul usul kulaklarını öptüğümde, veya patilerinin içine parmağımı soktuğumda hiç bir şey demezdin. Başka kediler yırtar atar adamı. Sen çok çok bir uyarı ısırığı verirdin. Öyle yan devrilip elini kolunu yalarken göbeğini bile öptürürdün. Gur gurr sesler arasında yüzümü göbeğine gömmüş dururdum.

Bir keresinde gidip üç gün gelmemiştin. Geldiğinde sevinçten kalbime sokasım gelmişti. Hatta Gülşad bu kadar çok sevdiğime şaşmış kalmıştı. Kimlerden kimlerden daha çok sevdiğimi bilse daha da şaşardı; insanlığımdan şüpheye düşerdi inan. Üstün başın toz içindeydi. Bir gün kesintisiz uyuyup, ertesi gün de o güzel kara kürkünü temizlemekle geçirmiştin.

Evet, kıyafetlerimizi, kazaklarımızın penyelerimizin kollarını yakalarını filan yedin bitirdin. Ne biz, ne de danıştığımız veterinerler hiç bir anlam veremedi. Kıymetli kıyafetlerimizi saklar olduk. Sorun da böylece çözülmüş oldu. Gece uyurken pijamalarımızı da yedin zaman zaman, ama olsundu, çok seviyorduk. Ben seni babaya hiç gammazlamadım; o kendi keşfettiği zaman da artık çok geçti, kızılacak şeyin üzerinden çok sular akmıştı.

Ah Fıstık, ne oldu hiç anlamadık, biliyor musun? İki gündür yoktun yine. Ne geldi başına bilemedik. Baba seni aramaya çıktıktan on beş dakika sonra geldiğinde yüzü darmadağındı. “Yan evin bahçesinin çitinin dibinde yatıyor boylu boyunca” dediğinde bayılacak gibi oldum. Hiç bir yara izi yokmuş üzerinde. Olanca güzelliğinle, minik bir panter gibi uzanmışsın çitin dibine. Ben gidip bakamadım, dayanamazdım.

Perişan olduk Fıstık. Dün geceden beri gözümde yaş kalmadı. Sabah gözlerimi açamaz hallerdeydim. Hatırladıkça da ağlıyorum. Ilgaz’a söylemesek mi diye düşündük başta, ama sonra onunla da paylaştık. Ah Fıstığım, mahvettin bizi.

Bunun en iyi ilacı gidip bir sokak kedisine daha yuvamızı açmak olacak, biliyorum. Yoksa atlatamayacağım ben bunu. Hiç bir halin gözümün önünden gitmiyor. Ama yerine kim gelirse gelsin senin yerin hep başka olacak. Seni hep çok özleyeceğim.

Güle güle misofıstık

marruu

17 Mart 2008

Şerefsiz seni


Her zamanki gibi tavşan uykusu uyuyorum. Her zaman böyle. Geceleri iki üç kere uyanırsam kendimi şanslı sayıyorum, o kadar yani. Bazen oğlan yatağında döndüğünde bile seziyorum. Hatta bir gece banyoda tırnak kesilme sesinden bile uyandım desem herhalde durumumun vehametini anlarsınız.

Dün gece de oğlanı yatırırken hafif ateşli olduğunu farkettim. Ölçtük, 37.3. Gündüz misafir vardı, birer çocuklu iki aile. Ilgaz’la çocuklar dışarıda gezinip durdular. Hava çok güzeldi, pencere bile açtık yani. İşte çocukları da çarptı muhtemelen. Biraz da yorgunluk tabi. Neyse, ateşli yatırdık ya, gece uyanma sayısı artı iki, o da en iyi ihtimalle. Bir iki kere kalkıp ateşine baktım, hafif nemli bir alın ve enseye sevinip tekrar yattım. Bu kalkıp yatışlarda da kedimiz Fıstık efendi hiç oralı olmuyor hani. Hafiften rahatsız oluyor ama aldırmıyor.

Tekrar uyanıyorum. Saat 4.45. Oğlana bakıyorum, gelip yatıyorum. Bir ses mi geliyor, ne? Yok yahu, ev konuşur ya. Sonra bir ses daha. Bakıyorum, Fıstık da kulakları dikmiş, gözler bilye gibi ışıl ışıl. Merdivenin başına gidiyorum, ses devam ediyor.

Korcan, kalk, evde ses var.
Korcan kalkıyor.
Arkalı önlü aşağıya iniyoruz.
Salon camı çarpıyor.
Bir adam aşağıya atlıyor.
Sonra kalbimin gümbürtüsü mü, adamın ayak sesleri mi bilemediğim bir ses sarıyor her yanımı. Korcan balkona fırlıyor, şerefsiz herif seni diye bağırıyor adamın arkasından. Ben tir tir titriyorum. İçimin çırpıntısını anlatabilmem mümkün değil. Korcan gelip sarılıyor, ben kuş gibi çırpınıyorum. Geçmiyor bir süre, kontrol edemiyorum.

Evin her yerini kontrol edip yatağa geri dönüyoruz. Aman diyorum, Gülsad’ın odasının camı açık olmasın, unutup yatmış olamaz değil mi? Gerçi Ankara havası cam açık uyumaya ancak Ağustosta bir, bilemedin iki hafta izin verir ama... Hemen aşağıya iniyorum, kadının odasına girip camını kontrol ediyorum. Ben odasından çıkarken belli belirsiz uyanıyor Gülşad. Yok bir şey, diyorum, bir esinti oldu da, pencerene baktım.

Sonra uyku ne gezer. Ben sabaha kadar düşünüp duruyorum. Olanı, olabilecekleri, alınabilecek önlemleri, cama demir, eve ayı kadar bir köpek, kediye ötmeyecek alarm... Sabahı ediyorum.

Nasıl yorgunum, nasıl yılgınım anlatamam.

Evden soğumaktan korktum en çok.

Ne güzel bahar gelmişti, nereden çıktı bu şerefsiz hakikaten?

marruu

10 Mart 2008

Benim çocuğumğumğum...


Gülşad daha önce söylemişti; bir kadın var, Ilgaz’ın servisinden kızını alıyor, size gelecekmiş. (En iyi Türkçe çevirisi bu, heheh)
“Gülşad, kadın ne zaman gelecek?”
“Eeğğ bılmıyorum, ben eve almadım o kadını.”
“Gülşad kadın eve mi girmeye çalıştı?”

Ben sordukça Gülşad saçmalıyor; bir baktım eşim kaş göz yapıyor. Tamam, anladık, anlatamadı yazık. Neyse. Dün akşam yine saat sekiz gibi eve geldik. Bir haftadır harap durumdayız. Annemler akciğer kanseri teşhisi konmuş çok yakın bir dostu görmeye Kıbrıs’a gitmişlerdi. Pazar günü döndüler. Abimizi Çarşamba gecesi kaybettik. Hiç birimiz bu kadar erken beklemiyorduk. Annem apar topar geri gitti. Eee, annem olmayınca babam ne yapar? Miso’nun aklı fikri onda. Her gün oradaydık tabi, yemek vesaire işleri de orada halloldu. Baba kalalım dedim, istemem dedi. Şaka yollu bak bizi istemiyor, sen kal bari dedim eşime. Babam, seni de istemem demez mi? Bilmiyorum, belki de yalnız kalmak istedi. Neredeyse elli yıllık dostunu kaybetti adam, yaptığı işten sual olunmaz. İyi ki geçen hafta gitmişler. Bazı hasta yolcusunu bekler kızım, demişti kayınvalidem. Babamları gördü, vedalaştı ve gitti abimiz. Mekanı cennet olsun.

Her neyse. Dün gece de eve perperişan döndük. Banyo yapılacak, oğlan arızaya geçmek üzere. Gülşad demez mi kadın saat onda gelecek diye. Bu sefer hiç inanmadım ben. Hıhı dedim, banyo işlerine daldık. Gerçekten de saat onda kapı çaldı. Ya bir insanın evine saat onda gidilir mi? Kadının derdi servisleymiş. Efendim, kar yağdığı gün servisçi arabayı evin önüne kadar getirmemiş. Eşim, ama o ilk karda bizim bu sokaklar kapanmıştı diyor, kadın hiç dinlemiyor. Çocukları taaağ ışıklardan yürütmüş. Benim bildiğim kadarıyla abi getirmişti, yalnız yürümedi çocuklar, diyorum. Efendim, neden kendisi getirmemiş, diyor. Bir gün de çocuğunu terslemiş mi, sana söz hakkı verilmeden konuşma mı demiş, tam da anlamadım. Kadın anlatıp duruyor. “İşte çok dertliyiz, şöyle böyle. Zaten servis çok geç geliyor, oraya uğruyor, buraya giriyor.” Bu konuda kadına katılmamak elde değil. Üç buçukta çıkan çocuklar yol üstünde bir sürü yere uğradığı için yirmi dakikalık mesafeyi neredeyse bir buçuk saatte alıyorlar. Hah dedim, elle tutulur bir şey konuşucaz. Bunu çözsek ne güzel olur dedim. Kadın demez mi, birimiz bir Kangoo alsak da çocukları doldurup getirip götürsek... Ya araba almaktan mı bahsediyor bu kadın, yoksa ucuzluktan bir çift pabuçtan mı?

Kırk dakika kadar oturdu. Pardon, konuştu. Kadın gittikten sonra kendisini hemen SAKINCALI/ÇOK SAKINCALI KOMŞU listesinin ikinci sırasına aldım. Ay noolur görüşelim, samimi olalım (birbirimizin evinden çıkmayalım), hmmm demek İngilizce öğretmenisiniz (eyvah, zçtk, Pazar gecesi onda gelen çocuğunu çalıştırtmak için sınır tanımaz), vırvır zırzır...

Uykum kaçtı, bütün huzurlu auramı bozdu kadın. Ne güzel, kitap okuyacaktım.


pıhhh

3 Mart 2008

Özkök’ten seçmeler, miso’dan saçmalar


Ertuğrul Özkök’ün arya seçmelerini almış kuzen. Miso da üç beş gömlek-pantolon ütüleyerek CDyi direk çarpmış.

İnsan sesi kadar büyüleyici bir ses yok bence. Ne çalarsan çal, nasıl çalarsan çal, o aryaları söylerkenki beden dilini veremiyor bana. Gözler hafifçe kapanmış, vücut gerilmiş, eller yanda... Miso’yu bitiriyor bu.

Yıllar önce gittiğim Sertab konseri geldi aklıma. Ankara’da şimdi TOB üniversitesi olan Yükseliş Koleji’nin spor salonunda oldu. Kardeşimin arkadaşları ısrar etti, iyi dedik. Gittik erkenden. Yer kapılacak ya. O kadar kalabalık oldu ki, ve o kadar kalabalık olacaktı ki, Miso baydı, öptü tıfılları, çıktı. Biletsizmiş zira, bilmem kim sponsor olmuş filan. Dışarıda bir de ne görsün; arabanın her yanına arabalar park etmiş. Kös kösül geri döndü. Sinir içinde. Spor salonuna girer girmez çarpıldı. Sertab çıkmadan önce yaptığı eski kayıtları çalıyorlar. Aryalar uçuşuyor. Spor salonu karartılmış, kadın şakıyor. Kolay mı gece kraliçesinin aryasını söylemek? (O albümündeki cıstak halini söylemiyorum, gerçeğinden bahsediyorum) Ha şimdi popçu oldu, o ayrı. Seven dinler. Ama o sese çok yazık olmuş derim ben. O deryada çınlayabilecek sese pop müzik biraz hafif kaçıyor kanaatimce. Ya da ne bileyim, belki popa da böyle kaliteli sesler lazım. (üff, her yola geldim)

Neyse, ben duramam operada, ya da başka bir yerde arya dinlerken. Muhakkak ağlamaya başlarım. En hafifinden gözlerim dolar. O ses dınnn dınnn çınlar içimde. İşte o spor salonunda da başladım ağlamaya. Kontrolsüzce. Sesin yüksekliği arttıkça benim de kontrol iyice uçup gidiyor. Salonun dip kısımları neredeyse bomboş. Ben ne yapacağımı bilemiyorum, o kadar ısrarlı bir ağlayış ki bu, çevredeki tek tük insan şaşırıp yüzüme bakakalıyor. Bir on dakika sonra sakinleştiğimde gidip kardeşimi buluyorum. Zaten o sırada konser başlıyor, yabancılaşıyorum. Farklı bir ruh hali var üzerimde, pop hiç gelmez bana o anda.

Özkök’ün arya seçimleri şu veya bu şekilde eleştirilebilir. Ben çok beğendim ve dün de uzun uzun ağladım. Tam yüreğimde çınladılar.

marruu