28 Aralık 2006

Bir anı

6 Kasım 1997. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesindeki binamızın bodrum katındaki, asla açamadığımız vasistas camlarla havalanıp aydınlandığımız sınıfımızdaki öğleden sonraki dersime geldiğimde zaten ortalık polis kaynıyordu. Binaya girdiğmide koridor boyunca yürüyen/koşan yüzü maskeli, ellerinde beyzbol sopası uzunluğunda tahta sopalar bulunan erkek öğrenciler gördüm. Koridorda toplam 3 sınıftık. Öğretmen arkadaşlardan biri ders başında kapısını kilitler, 4 saatlik dersini 2.5 saatte öğrencilerini hiç bırakmadan yapar, sonra da çekip giderdi. Derse geç kalan adam o günü tamamen kaçırırdı.
İlk dersimi yaparken üst kattan koşturma sesleri geldi. Koridora baktığımda o arkadaşın 2 öğrencisini bekler halde gördüm. "Hocam, olay çıktı, hoca bizi içeriye almıyor, yukarıya da çıkamıyoruz, çaresiz kaldık," dediler. Girin benim sınıfa dedim. "Ben bir yukarıya bakıp gelicem, sınıftan çıkmayın, kapıyı kilitleyin, gelince açarsınız," dedim. Üst kata bir çıktım ki, maskeli çocuklar kapılara barikat kurmuş, ellerinde taşlarla bekliyorlar. Hemen aşağıya indim, sınıfa girdim ve çocuklara durumu anlattım. Bu arada öğrencilerden birinin sınıfta olmadığını farkettim. Bu çocuk Gazi'den ayrılıp Ankara Üniversitesine gelmiş yaşı daha büyük bir çocuk. Biraz da fevri bir tip. Sinir oldum tabi, "yok yere başına bir şey gelecek, ben çıkma demedim mi?" filan diye söylenirken koridorda görüp içeri aldığım o iki çocuğa takıldı gözüm. Tipler hala palto, atkı, bere oturuyorlar.
"Oğlum siz niye böyle oturuyorsunuz?" "
"E naapalım hocam?"
"E polis girerse ben nasıl herkes benim sınıfımdan diycem? Soyunsanıza."
"Soyunalım mı hocam?"
"Oğlum salak mısınız, paltolarınızı çıkartsanıza, neyi soyunacaksınız?"
"Ay pardon hocam."
O sırada koridorda koşturma sesleri duyuldu. Koşan kişi bizim sınıfın kapısı dahil bütün kapıları denedi. Daha sonra daha çok ayaktan çıktığı belli olan koşturma sesleri duyuldu ve kapımız çalındı.
"Kim o?"
"Çevik kuvvet, açın."
Kapıyı açtığımda gerçekten de kapı kadar bir adamla karşılaştım. Bir de üzerinde kabarık siyah plastikten bir şeyler, adam devv gibi.
"Ben hocayım."
"Siz mi?"
"Evet..." (Beğenemedin mi? Boyla mı oluyor bu iş, kuş kafa)
"Bunlar sizin mi?" (Öğrencileri kastediyor)
"Evet."
"Hepsi mi?"
"Evet."
"Emin misiniz?"
"Evet." Suratına baktım. (yusuf hafiften geldi) Başka diyecek hiç bir şey yoktu. İyi, dedi son olarak. O iki tip sappppsarı olmuş, köşelerinde oturuyorlar. Alınları boncuk boncuk terlemiş. Paltolarıyla kalsalar alıp götürecekti polis, eminim yani. Polis çıktıktan sonra bir süre hiç konuşmadan oturduk. Bir kız öğrenci çok heyecanlandı, ağlamaya başladı. Sonra yavaş yavaş gevşediler, konuyu yorumladılar filan. Tipler daha 17 yaşında, bir çoğu ailesinden yeni ayrılmış, ödleri kptu tabi. O iki öğrenciden halâ çıt çıkmıor. "Bunaldıysanız üzerinizdekileri çıkartın," dedim.Aval aval baktılar suratıma. "Hocam soyunalım mı gene?" demez mi bir tanesi. "Oğlum daha neyini çıkartacaksın, şaka yaptım," dedim. Öbürü daha bir kendinde, paltoyu çıkarttıkları için hala orada olduklarının bilincinde, "hocam çok sağolun, siz söylemeseniz valla aklımıza gelmezdi. Kendi hocamıza yalvardık, bizi içeriye almadı, biz de o şaşkınlıkla burada ne yaptığımızı bilemedik," dedi.
Tekrar yukarı çıktğımda her tarafta cam kırıkları vardı. Cam kapılar kırılmış, kolçaklı sandalyeler hasar görmüş, her taraf birbirinde. Tabi insani hasarın boyutlarını bilemiyorum, hiç bir zaman da öğrenemedim.
Beni üzen tek şey kapıyı içeriden kilitleyip içeri girmeye çalışan çocuğa açmamak oldu. Açsam kurtarmam mümkün olmayacaktı, polis hemen arkasından aşağıya inmişti çünkü; benim sınıfıma girdiğini mutlaka göreceklerdi. sonra beim sınıfa girip o çocuğu KİBARCA dışarıya alacaklardı. Hiç bir şey görmedikleri halde bu kadar terörize olmuş çocuklar, muhtemelen 1 hafta kendilerine gelemeyeceklerdi. Belki benim sınıftaki öğrencileri, hatta hoca olduğuma ihtimal vermedikleri için beni bile hırpalayacaklardı.
Hiç bir şey yapmayan çocukları korkyabildiğim için iyi bir tecrübe, o çocuğun koridorda kendisinin iki katı biri tarafından sürüklenerek götürülmesini seyretmek zorunda kaldığım için kötü bir anı olarak kalbime kazındı.

27 Aralık 2006

Uçaaak

Hiç bir zaman bayıldığımı söyleyemem. Hatta küçükken daha bir rahatsız olurdum. Özellikle de iniş ve kalkış sırasında. Bu yaz bindiğimizde korkumu Ilgaz'a öğretmemek için gayet sakin bir şekilde oturdum yol boyu. Tabi o da baktı ki herkes rahat, dışarıyı seyretti, ikram edilen herşeyi silip süpürdü, vır vır konuştu ve olaysız bir şekilde ilk yolculuğu tamamladık.
Bu cumartesi kız kardeşim için verilecek yemeğe katılmak için bir günlüğüne Kıbrıs'a gittim. Pazar günü de annem ve babamla birlikte geri döndük. Esenboğa havalimanına gittiğimde büyülendim. Harika olmuş. Bir kere artık hiç kimse uçakların durduğu yere inip koşturmuyor. Herkesin çıkış salonu var. O salona körük yanaşıyor ve salondan direk körüğe geçilip uçağa biniliyor. İkincisi havalimanı personelinin tavrı. Son derece pozitif olmuşlar. X-ray cihazından geçerken vik vik öttüm. Bir kere daha geçmemi rica ettiler. Gerçekten de rica ettiler. Sonra da "endişelenmeyin, sanırım fermuarınız öttü," dediler. Ben pek endişelenmemiştim ama pek kibardılar. (Ya da kokoş saçlarım, kırmızı ojeli ellerim koştu imdadıma:) bilemiyorum)
Uçak kalktığında da her şey yolundaydı. Fakat yaklaşık kırk dakika sonra muhtemelen basınç değişikliğinden başıma korkunç bir ağrı saplandı. Hemen arkasından da bir o kadar korkunç bir mide bulantısı. Şakır şakır terlemeye başladım. Ama nasıl bir terleme, resmen aşağıya süzüldüklerini hissediyorum. Zaten yüzüm korkunç bir durumda; elimdeki mendille yüzümü silip duruyorum. Kusucam zannettim ve kesekağıdını alıp beklemeye başladım. yanımdaki genç adam da (üniversite öğrencisiymiş) "korkmayın, bir şey yok," deyip duruyor. "Korkmuyorum, tansiyonum düştü sanırım," diyorum. O halâ "korkmayın, korkmayın, 10 dakika içinde inmiş olacağız," diyor. "Korkudan değil, midem bulandı," diyorum. "Bilirim, ben de korkmuştum bir seferinde çok FENA," diyor. Tip muhtemelen halâ çok FENA korkuyor, korkusunu bana doğru sıçratmaya çalışıyor. Uyuz oldum. Hayır laf yetiştirmeye çalışırken beovv diye suratına kussaydım ne olurdu merak ediyorum.
Sonra ben de huylandım aslında. Ya korkudan oldu da ben mi bastırdım diye düşündüm. Pazar günü geri dönerken ne korku, ne bulantı, ne ter. İnsan evladı gibi bindik döndük. Belki de korkma fırsatım olmadı pek. Malum, babamla bir yere gidince sürekli yapacak bir şeyler oluyor. En azından mutlaka bir şeyler konuşuruz filan. Belki de korktum, ama hissetme fırsatım olmadı.
Neyse, sonuçta son derece başarılı (kendi standartlarıma göre) 2 uçuş geçirdiğim çoook yorucu bir hafta sonu oldu. Bir süre böyle düğün, yemek gibi sosyal ortamlarda bulunmak istemiyorum. Çekirdek aile veya çekirdek arkadaş grubu kâfi gelecek bir süre.
Lütfen çekirdek kalalım bir süre yaa
Yalvaran miso

24 Aralık 2006

Kadın kadına :)

Cuma gecesi uzundur görmediğim insanları gördüm; pardon kadınları gördüm. Eski çalıştığım üniversitedeki arkadaşlardan biri "gece bizde toplanıyoruz, sen de gelsene çok özledik," dedi. Sevindim tabi; sevinmem mi, hatta direk şımardım. "Çok sağol, oğlan arızalanmazsa gelirim," dedim.
Akşam olunca ruh halim değişti tabi. Cuma günleri farklı oluyor. Hafta bitiyor, sabah yine efendi paşa tarafından yedi sularında uyandırılsak da fırlayıp kalkmak zorunluluğu olmuyor filan. Bu yüzden gece biraz daha oturup, otururken de bir şeyler içme fırsatı oluyor. Hem sabah başım ağrırsa geçirmek için yeterince zaman da oluyor :) (migrenli miso)
Neyse, akşam oğlan uyumadan önce, "ya acaba gitmesem de hem bir şeyler okusam, okurken de bir şeyler içsem, güzelleşsem," diye düşündüm bir ara. Oğlan uyuyunca, "bu kadar insanı bir daha bir arada göremezsin, kalk git, bir çay daha alabilir miyim, ay bunu nasıl yaptın, ben margarin koymam ama, ay bir çimdik," filan gibi muhabbetlere kendimi hazırlayarak arkadaşın evine yollandım. Kapıdaki güvenlik daha beni görür görmez, "xxx hanıma mı geldiniz?" dedi ve beni eve yönlendirdi. Evden girmemle önyargılarımın tamamen benim kabızlığım olduğunu gördüm. Çay may yok. Masa meze dolu. Hatunlar içmiş güzelleşmiş bile. Herkesle sarıldık öpüştük, alkolün etkisiyle normal zamanda ekstra haz etmediğim tiplerle bile hasret giderdik. Nasılsın, kakara kikiri derken ev kadınlar hamamına dönüverdi. Cidden bir kadınlar matinesinin tam ortasına düşmüş gibi hissettim kendimi. Ha MTV klipleri, ha arkadaşın evi. O ne danslar, o ne figürler... Apıştım kaldım. Hayır tekno tarzı şeyler çalıyor ve tipler birbirleriyle dans ediyorlar filan. Ya çalışıp gelmiş gibilerdi. Fantezilerin kralı oldu. (hehe) Bir tek kostümler eksikti; bizim hanım kızlarımızın ne marifetleri varmış da haberim yokmuş. En az bir saat hiç oturmadan dans etti tipler ve çok da güzel dans ettiler. Birisi bana böyle bir şey anlatsa samimi söylüyorum inanmam. Son derece absürd bulurum. Ama sanırım sebebini biraz sezebiliyorum.
Kadınlar birlikte olduğunda acayip rahatlıyorlar. İnanılmaz derecede rahat davranmaya başlıyorlar. Bunu gördüm o gece. Benim için durum farklı. Ben diğerlerinin tam aksine karma ortamlarda daha rahat davranıp, bu tarz sırf kadın ortamlarında geriliyorum. (Zaten onlar dans ederken ben elimde içkim andavallı gibi tipleri seyrettim) Bu tiplerin bir çoğu ortamda erkek olduğunda oynamaları gerekeni karakteri oynayıp, en ufak bir müstehcenlikte utanıp, birbirleriyle basmakalıp muhabbetler eden tipler. Ama ortalıkta oynayacak biri kalmadığı anda da böyle zıvanadan çıkıverdiler işte. Bence o geceki dansların hemen hepsi anlatılabilecek fıkralardan çok daha müstehcendi. Bilmiyorum bunu birbirleriyle konuşurlar mı? Ama cidden incelenmesi gereken bir şey bence.
O gecenin özeti, "ne kadar eğlendik, değil mi şekerim?" değil bence.
Evet, çok eğlendiniz, hatta bunu daha sık yapın da içinizdeki sizi görün. Süper olur o zaman işte.

20 Aralık 2006

Hayatın Anlamı

Hayatın anlamı nedir?
Şudur:
Oğlana sürekli ellerini yıkadın mı, lütfen ellerini yıkayıp sofraya otur demektir.
Her akşam sektirmeden mızıdığı için ilginç bir konu bulup akşam yemeğini piç etmemektir. (Ağladığı zaman çarpasım geliyor)
O akşamın yemeğini yerken ertesi günün yemeğini düşünüp onu ayarlamaktır.
Sonra o günün bulaşığını toparlayıp makinaya koymaktır.
Bu arada ocaktaki yemeği karıştırmaktır. Bir ara ocağa su koymaktır; ki kahve servisi yapılabilsin.
Daha sonra oğlanın yapılacak işlerini yapmak, kıyafetlerini ayarlamaktır. Sonra onu uyutmaktır. Sonra varsa ütüyü yapmaktır. Can kaldıysa makineyi yerleştirirken mutfakta yere dökülmüş yağları temizlemektir. Can kalmadıysa ertelemektir.
Oğlan uyuduysa internete girip sevdiğin bir kaç sayfayı okuyup, her gün ümitle mail geldi mi diye bakıp, beklenen maili göremeyip üzülmektir.
Eve getirdiğin sınavları okuyup ders hazırlamaktır.
Ertesi sabah oğlan bir kaplumbağa hızıyla hareket ederken onu yedirip, giydirip, servise yetiştirmektir.
Bu süreçte sürekli kıçından solumaktır.
Sonra sade sabah kahvesini içmektir ve gazeteye 15 dakika bakmaktır.
Derse gidip ayda 5 milyar akıtılıyormuş enerjisiyle hoppada zıppada hiç oturmadan 4 saat ders yapmaktır.
Dersten çıktıktan sonra koşarak özel derse yetişmektir.
Sonra eve gelip sil baştan yapmaktır.
Karşı taraf için hayatın anlamını yazmayacağım. Bu konuda ne yazmak, ne konuşmak, ne de bir şey talep etmek istiyorum artık.
Bu yazıdaki en güzel şeyi bulun lütfen :)
Yorgun miso

18 Aralık 2006

İkinci Bölüm

Tabi ben havaalanına gitmediğim için olayların geri kalanını bilmiyorum. Eve geldiğinde eşim anlattı. Havaalanının kapısında durunca babam "yürüyecek çok mesafe yoksa ve içeride oturabileceğim bir yer varsa boşver sandalyeyi, gidivereyim ben," demiş. Muhtemelen, sokmuşum sandalyenize, işte böyle yürürüm diye inat etti canım keçim. Eşim de, pek fazla mesafe olmadığını söylemiş ve hemen içerideki dinlenebileceği yerleri işaret etmiş. Koltukları gören babam inmiş arabadan annemle ve X-ray cihazına gelmişler. Tabi gerisi komedi.
"Amca bu öttü, üzerinizde metal mi var?"
"Oğlum benim bacağım protez, o ötmüştür."
"Protez metal mi oluyor amca?"
"Bildiğin demir işte."
"Çıkartabilir misiniz?" (oha)
"Yok çıkartamam, takması bir dert, çıkartması ayrı bir dert."
"Amca belki baston ötüyordur, onu bırakarak geçseniz bir daha?"
"Oğlum bastonsuz yürüyemem ki ben..."
Ay cidden sinir krizi geçirmek üzereyim. Belki de el çantalarımızı koyduğumuz cihaza yatsaydı babam bu kadar problem olmayacaktı. Ya adamcağızın mongolla imtihanına dönüştü topu topu bir saatlik yolculuk. Neyse, en sonunda geçmişler aptal ordusunun arasından ve uçağa binmişler.
Akşam konuştuğumda babamın sesinde bir kırgınlık aradım doğal olarak, ama yoktu. Alışmış olduğunu düşünüyorum artık. Hadi babam olgun bir insan, ya bacağını kaybetmiş olmayı hazmedemeyen bir insanın başına gelse bu durum? Onun yarasını kim saracak? Organ kaybetmek kolay bir şey değilmiş. Tıpta bu başlı başına bir olaymış. Babam bir dizi ameliyat olurken biz de psikiyatristlerle görüşmüştük. Malum, nasıl yardımcı olacağını bilmeli insan, kaş yaparken göz çıkartmamalı. Babam hala kesik ayağının parmaklarının kaşındığını söylüyor desem? Ya da olmayan ayağının başparmağına saplanan korkunç acıyla aniden yerinden fırladığını söylesem?
Havaalanında infial yaşanabilirdi. O günün en büyük şansı benim orada olmamamdı bence. Cidden kendimi kaybederdim. Gönül ister ki babamın bastonunu kapıp o aptalları bir temiz zopalayabileyim; muhtemelen yapmazdım ama eminim herkesi başımıza toplayacak kadar bağırıp çağırırdım. (Sonra da babamdan bir temiz zılgıt yerdim, ama değerdi)
Bütün bunlar sanırım beslenme yetersizliğinden oluyor. Veya kötü yetişme koşullarından. Kötü niyet aramak istemiyorum; bu kadar kötü niyetli insan aynı kurumda çalışıyor olamaz. Ne yazık ki pek düzeleceğe de benzemiyor; hiç umudum yok benim.
Ama yapmasınlar böyle ya; insanın kalbi kırılıyor, beddua edesi geliyor şöyle ağzını doldura doldura.
Umutsuz miso

17 Aralık 2006

Doktor Raporu

"Beyefendi iyi günler, ben bugün xxx uçağınızla xxx'e uçacağım. Yalnız bir sorunum var; ben yürüme özürlüyüm. Havaalanında bana bir tekerlekli sandalye ayarlayabilir misiniz?"
(Ben de o sırada içeride Ilgaz'la oyalanıyorum. Babam karşıdakini dinledikten sonra şöyle devam etti)
"Abim, üç saat sonra uçak kalkacak, bugün pazar, ben nereden doktor raporu bulayım şimdi size?"
---
"Benim bir bacağım yok, bunu size gösterebilirim, doktor raporuna ne gerek var? Zaten ben de doktorum."
Ben artık lafın bitmesini beklemedim ve babamın yanına gittim. Ilgaz benim yay gibi gerildiğimi farketmiş, gözlerini bana dikmiş, çıt çıkarmadan duruyor.
"Hay allah, kesildi," dedi babam.
"Ver babacım o telefonu sen bana," dedim ve içeri gittim. Aradığımız numara Atlas Jet'in call center'ı (ya pardon, bunun Türkçe'sini bilmiyorum) Bu sefer bir bayan çıktı telefona. Ben olayı tekrar izah ettim ve anlayış göstermesini bekledim. "Ama hanfendi, doktor raporu olmadan tekerlekli sandalye..."
"Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Adamın bir bacağı yok, bunu görmek için pantolonuna bakmanız yeterli, doktor raporunu ne yapacaksınız?"
"Ama hanfendi.."
Hanfendiyi de, seni de, sülalenizi de (allahım niye erkek değilim? Hiç olmazsa belli zamanlarda?) "Siz bana Esenboğa numaranızı verir misiniz?"
"xxx..."
İyi günler bile demedim. Haketmedi zaten embesil. İyi günler ben Sibel, nasıl yardımcı olabilirim demekle olmuyor bu işler. O ezber laflar adamın yüzünde asılı kalıveriyor işte böyle. Esenboğa'yı aradım ve bu gerzeklerin dediği hiç bir şeyi demediler. Sadece biraz erken gitmemiz gerektiğini söylediler, o da işlemlerde öncelik tanımak içinmiş.
Şimdi bu call center'daki tiplerin uyuzluğu mu, yoksa firma zevzekliği mi bilemedim. O insanlara ait bir şey olsa hepsi aynı şekilde konuşmaz gibi geldi bana. E firma zevzekliği olsa Esenboğa'daki tipler nasıl oldu da böyle hemen yardımcı oldular, onu anlayamadım.
Babacım on kere "ben yürüme özürlüyüm, yardıma ihtiyacım var," demek zorunda kaldı, ona yanarım. Bunu bize bir kere bile söylememiş adamı zkindirik bir durum elli kere söylemek zorunda bıraktı. Yüzü düştü. Ne hakla yahu, ne hakla?
İllet olmuş miso

14 Aralık 2006

Öfke ve Migren

Öfke migreni azdırıyor; öfkelenmeyelim canım kardeşim. Bugün (12 Aralık'da aslında) aniden gelip vuran dalgadan sonra 2 ağrı kesici almama rağmen ancak 2 saat sonra kendime geldim. Kendime geldiğimde de reçel gibiydim; ağrı kesicilerin böyle bir etkisi var üzerimde :( Aynı öğretmenler odasında çalıştığım bir arkadaşla yaşadığım gerilimden sonra (gerilim dediğim de birbirimize resmen çemkirdik, ayy ne ayıp) kafamda zaten bir kaç saattir var olan vızıltı yerini gümbür gümbür bir migren ağrısına bıraktı. "Gümbür gümbür" ikilemesi tesdüfi değil; migreni olanlar bilir, benim de kafatasımın içnde her ne varsa (hepsi beyin olamaz, bu kadar büyük bir beynim olması imkansız, di mi Albert?) o anda dışarı çıkmak için duvarları zorlayıp durdu. Bu kadar azdığı zaman kendisini asla yalnız bırakmayan mide bulantısıyla birlikte tabi. Bir de gözlerim gitmek istedi çok. Çok enteresan, gerçekten de gözlerim çıkacak gibi hissediyorum. Bir de şaşı bakıyormuşum gibi geliyor. Hafif bir görüntü bulanıklığı oluyor.
Menapozda geçer dediler; yuh dedim. Nasıl olsa çocuğum da var, takımların bana lazım olan kısımları dışındakileri aldırsam mı acaba? Diğerlerinin yokluğunu kimse anlamaz nasıl olsa :)

13 Aralık 2006

Algı

Eyy algı, sen ne enteresan bir şeysin yahu! Aynı şey/olay/kişi, etrafında kaç insan varsa o kadar farklı ve belki de yanlış anlaşılabilir mi canım? Evet anlaşılır, hangimiz birbirimize benziyoruz ki demeyeceğim bile, hangi anımız bir diğerini %100 tutuyor desem yeter herhalde.
Engellemek mümkün mü? Ha, burada dur bakalım. Evet, mümkün, hem de sonuna kadar. İçimizdeki baykuşların besinini kestik mi halloluyor her şey aslında. Kafamızdaki mutluluk/sinirlik/hoşgörü/acımasızlık... vs uşaklarının beklediği kapıları açmak/kapalı tutmak kimin elinde? Bizim. SORARAK. Yoksa yanlış anlamaları engellemek mümkün değil. Ben öyle dediydim de, o da böyle baktıydı da, orada geçen adamın pantolon boyu şuydu da, zaten ben, zaten sen, o zın, zınn, zınnn...
Peki soralım da, nasıl soralım. Öyle elimizdeki sopayı yanımızdakinin böğrüne böğrüne NOOOLDU, NOOOLDU diye ittirerek değil. Bir kere! Tek bir kez sormak yeter. Neyin var? Şuyum var, ya da konuşmak istemiyorum, ya da bilmiyorum. Gerekiyorsa eğer ikinci soru: Benimle mi ilgili? Evet/Hayır. Bitti. İşte bu kadar. Konuşmak istemiyor olabilir, öylece durmak istiyor olabilir, ya da carala curulu kafanızı davul edene kadar konuşmak istiyor olabilir. Sormadan anlaşılır mı? Sorrmakk lazım, sorduktan sonra da karşıdakinin gözlerine bakıp cevabı beklemek lazım. Sonra da gelen cevaba inanmak lazım. Tek koşul dürüst olmak ve dürüst olunduğuna inanmak. Neden yalan söylesin ki? Zaten bir söyler, iki söyler; ya o yorulup adam olur, ya da sen bu yalan makinesinin sonsuza kadar zırlayıp duracağını anlayıp ilk yan sokağa sapıp vınnn diye kaçarsın.
Yeter ki sor, yeter ki dinle.

9 Aralık 2006

Kızılay lay lay

Uzun zaman olmuştu Kızılay'a böyle inmeyeli. Bir an utandım kendimden; etrafımdan, hemen yanıbaşımdaki insanlardan ne kadar uzak kaldığımı gördüm çünkü bu akşam.
Annemlere gittik ve oğlanı bırakıp çıktım ben. Bu gece ayrı ayrı programlarımız var. Ben Kızılay'a gideceğim çok canım biriyle buluşmaya. Geri dönüşte kuzen beni alıp eve bırakıcak. Neyse, otobüs bekledim 20 dakika. Ve dondum. Oysa hava o kadar da soğuk değil. Neden mi dondum? Beklemeyi unutmuşum. Evet, sanki anamın karnından arabayla doğmuş gibiyim şu anda.
Sonra annemlerin oradaki evlerden birinden temizlikten çıkan genç bir bayanla taksiye binip en yakın otobüs durağına gittik. Bana orada çalıştığı evin ne kadar güzel olduğunu anlattı. Bir de sürekli sıcacık deyip durdu. O kadar moralim bozuldu ki, anlatamam. Abla bize mümkün değil buralar filan dedi. Sadece tebessüm edebildim, diyebilecek hiç bir şey yoktu.
Allahtan sonra otobüste moralim düzeldi. Allahım memlekette bu kadar mı kro adam varmış, ne zaman sayıları artmış ben kaçırmışım ipin ucunu inanın. Arkamda duran iki tip az ilerideki koltukta oturan iki kız hakkında neler konuştular anlatamam. Dönüp bakamadım bile suratlarına; medusa gibi taşa döndürürler diye korktum. Sadece suratlarını canlandırmaya çalıştım gözümün önünde; uzun mamut dişleri, dudak kenarlarından aşağıya sızan tükürük partikülleri ...
Bir önerim var. Nasıl ki yardım hatları var, işte yüz bilmem kaç alo zabıta, bir diğeri polis filan, bence acilen alo maganda hattı filan kurulmalı. Hatta derece derece olmalı. O numarayı çevirdikten sonra magandalık dozuna göre bir takım numaralar tuşlamalı. Mesela 1 tuşlanınca maganda, 5 hıyar, 7 neandertal, en fenası 9 da kuduz tecavüzcü filan olabilir. Hoş, yardıma koşacak adamların klasmanı konusunda şüpheliyim ama, neyse artık.
Şimdi bir internet kafeden yazıyorum.
Eve geri dönebilmek umuduyla
Umutlu miso :)

5 Aralık 2006

Ablaaa

"Alo abla, sular kesik, sizde banyo yapalım mı?" Ablacım deli misin, tabii ki, hemen geliyorum sizi almaya."

"Ablaa, bak saçımın arkasını arada bir kontrol et, kötü olursa adama söyle, tamam mı?" "Ya ablacım, kötü olmaz, olursa ben adamı uyarırım, merak etme."

"Ablaa, bu gömlek iyi di mi? Hem kuaförden dönünce rahatça çıkartıp gelinliğimi giyebilirim." "Evet, çok iyi olmuş hakkaten, ama üşümez misin?" "Yok, yok, üşümem."

"Abla ya, duvağımı ters takmış salak, noolucak şimdi?" "Ters gibi görünmüyor, hem daha iyi durdu böyle, süsü daha belirgin oldu."

"Git bir bak bakalım makyajına, beğenecek misin?" "Olmuş ya, çok güzel olmuş, çok beğendim."

"Abla ya, geç kaldık fotoğrafçıya, noolucak şimdi?" "Ya olur böyle şeyler, bak ben stres oldum mu? Bir şey olmaz, korkma." "Sen ben üzülmeyeyim diye böyle davranıyorsun, biliyorum." "Hayır ya, kesinlikle öyle değil. Hem bugün pazartesi, başka randevu yoktur, korkma."

"Abla ya, saat kaç oldu hala almaya gelmediler. Gelin almaya 45 dakika geç kalınır mı?" "Gelirler ablacım. İstersen bir daha arayın."

Çok yoğun, çok konuşmalı, çok koşturmalı, çok bol gözyaşlı, bol kahkahalı ve danslı bir düğündü. Ne hissettiğimi tam olarak bilmiyorum. Bildiğim ve gördüğüm tek şey birbirlerini çok sevdikleri. Bu da zaten her şeyi denenmeye değer kılıyor. Tek isteğim mutlu olmaları. Ve huzurlu.

Belki sonra o mutluluktan ve huzurdan biraz da ben nasiplenirim.

mutsuz miso :(

28 Kasım 2006

İradenin bittiği an

Eşim yurt dışında; akşam dersten sonra oğlanı ben alıyorum. Dersim 6.30'da bittikten sonra fırlayıp çocuğu almaya gidiyorum. O saatte bizim oğlan ve bir kaç velet daha kalıyorlar. Orada çok mutlu biliyorum, ama yine de beş dakika erken gitmek bile benim için önemli oluyor. Oğlanı beş dakika erken almayı kâr sayıyorum.
Bugün de öğrencileri 10 dakika erken bırakıp fırladım. Okuldan çıkarken hafif çişim vardı ama tuvalete gitmedim; sonuçta ev 10 dakikalık mesafede. Derse de erken başlarım, oğlanı da alırım erkenden, dışarıda yemek yeriz mis gibi, keyif yaparız. Bunlar tabi o anki fantazilerim. Gün hüsranla bitti.
Papa Ankara'da ya... Saat 4.20. Papa'nın Diyanet'e gelişi 5.00 olacak. NTV radyoyu dinliyorum ama yol kapatma haberi henüz yok. Okulun arka kapısından çıkamadım. Hoop ön kapıya döndüm. Oraya da yol vermiyorlar. Eskişehir yolunun kapalı olduğunu orada öğreniyorum zaten. En arka kapıdan çıkayım diyorum. Gözüm hala saatte; erken gidicem ya güya. Söğütözüne varmadan trafik tıkanıyor. Saat 4.37. Eyvah filan derken her yer kilitleniyor. Kilitlenmemesi imkansız; NTV radyodan Eskişehir yolu, Konya yolu ve Turan Güneş bulvarının kapalı olduğunu öğreniyorum. (Bu yollar etrafımdaki yolların adları, ben de yüzlerce aracın ortasında duran zavallı insan) Sakin ol diyorum kendi kendime ama sakin olmak mümkün değil çünkü çok sıkışmış durumdayım. (Bu arada turkcell telefonumun şarjı bitiyor ama son anda dersimi iptal ediyorum. Avea'm da öldü ölecek. Can çekişiyor) Ne diyordum? Ha çişim. Çıldırıcam. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum ama mümkün değil. Artık saat 6.00. Bitmek üzereyim. Mesanemin neden olduğu ağrı kasıklarımı çoktan aşmış durumda; debriyaja basamıyorum. (Hoş, zaten basmak da gerekmiyor, kontak kapalı oturuyoruz 1.5 saattir.) Etrafımdaki arabalardan insanlar aşağıya inmiş sohbet ediyorlar. Sohbetlerin yarısı Papa'nın götü, diğer yarısı da anası ve avradı eksenli. Tamamen katılıyorum ama fiziksel olarak yapamayacağımın da farkındayım. Sonra sol tarafta bir yer gözüme ilişiyor. Adamlardan biri gidip biri geliyor ve bir şeyin dibine işeyip duruyorlar. Ağlamak istiyorum. Çünkü bayılıcam artık, gerçekten de canım yanıyor. İlk defa erkek olmadığıma lanet ediyorum. İnip işemek dert değil, yapmadığım şey hiç değil ama etrafta binlerce insan var, herkesin farları yanıyor. Birilerinden yardım istesem diye düşünüyorum; gidecek bir yer bile yok.
Tükeniyorum. Arabadaki migros poşetini altıma seriyorum. Atkımı altıma alıyorum. Ve işemeye başlıyorum. Ilık ılık. Kasıklarım sızlıyor; bu kadar tutulur mu kardeşim, canımın acısından ağlamaya başlıyorum ama ağlamamalıyım çünkü yavaş yavaş işemem gerekiyor. Kontrollü. Araba ıslanırsa rezalet olur; kokusu aylarca geçmez. Pantolonum ıslandı, koyu rengi karanlıkta bile seçiliyor. Atkıyı yokluyorum; o da sırılsıklam. Aylardır işemiyor gibiyim. Sonra üşüme geliyor. Gerçekten üşümeye başlarsam araba kullanamam. Ayakkabılarımı çözüp pantolonumu sıyırıp çıkartıyorum. Ayakkabılarımı tekrar giyiyorum ve montumu kucağıma alıyorum. Etrafta bir tek kadın bile yok. Birileri görüp saldırsa suçlusu ben olurum, yemin ediyorum basın beni aforoz eder. "Arabada donla oturan kadına 35 kişi saldırdı. Hayır, donla oturma nedeni ne olabilir? Hanfendi aranıyor muydunuz? Nınınını"
Trafik bir şekilde açıldı. Ben Eskişehir yoluna sapmaktan vazgeçtim, başka bir yol aramaya başladım. İki kere kaybolduktan sonra bildiğim arka yola çıkıp yedide kreşe vardım. Başka çocukların da beklediğini görünce sevindim. Yoldan zaten aramıştım, biliyorlardı. Ama halim perişan. Üzerimde fermuarı boynuma kadar çekili montum (allahtan boyu dizlerimin bir karış üzerine kadar uzanıyor) ama altım çıplak. Spor pabuçlarım, çoraplarım ve bemmmbeyaz bacaklarımla Kasım sonunda çocuğunu kreşten almaya giden bir manyak gibi görünüyorum. Ilgaz'ın öğretmeni ve kreş müdürü bacaklarıma bakıyor doğal olarak. (Ben olsam, ateş mi bastı filan diye düşünürüm herhalde, "hatun kudurmuş, ateşi başına vurmuş") Arabada bir kaza oldu da, diyorum zavallı bir şekilde. Ilgaz dışarıda yemek yemek istiyor ama ben gerçekten de bitmiş durumdayım. "Annecim, sana bir şey söyliycem ama kimseye söyleme, söz mü?" diyorum. Peki diyor. Olayı iki cümlede özetliyorum ve neden eve gitmek istediğimi anlatıyorum. Kabul ediyor (canım kuzu). Babama anlatabilir miyim? diyor. Tabi diyorum; ondan önce ben anlatıcam zaten.
Eve geldiğimden beri 15 dakikada bir tuvalete gittim. Sürekli ellerimi yıkadım. Sinirlerim bozuldu resmen. Sakinleştirici bir ilaç olsa hiç düşünmeden alıcam ama yok. Neyse, Smirnoff iyi geldi. Biraz daha içersem güzel miso olucam yine. Sonra da vurup kafayı yatıcam.
Nefret ettim. Papa'dan, çözümü bütün yolları kapatmakta bulan Emniyet'ten, kıçımı açmadan işeyemediğim için kadınlığımdan, beş dakikamı ayırıp tuvalete gitmediğim için aceleciliğimden...
Şu anda çok garip hissediyorum kendimi. Sanki ben değilmişim gibi. Üzerime işemek uzundur yaşamadığım bir şeydi, ondan galiba. Yarın daha iyi olurum herhalde.
:/

26 Kasım 2006

Ağlarım kardeşim, allahallah

Biliyorum geç kaldım bunu yazmakta; ama yazmadan edemeyeceğim.
Geçen çarşamba annemle çarşıya çıktık kardeşimin düğününe elbise almak için. Annem sağolsun, üç yaşında, acıkmış, uykusu gelmiş, kimse onunla bir saniye bile ilgilenmemiş bir çocuk edasıyla onu istemem, siyaha elimi bile sürmem, bu sarktı, bu bilmem ne diyerek beni bitirdi. Ama ne bitiriş. Sadece bununla da kalmadı, benim zaten içimi kurutan, göz yaşlarıma zor hakim olduğum bir sürü konuda da türlü çeşit yorumlar yaptı ve yorum talep etti. Hiç bir şey alamadan ayrıldık.
Okula gittim. Canım okul. Sığınağım orası benim ya. (Bazen bir karavanda yaşasam beni atarlar mı diye düşünüyorum.) Gidip bir şeyler yiyeyim bari ders öncesi dedim. Gittiğim yerde bir öğrencimle karşılaştım, "aa hocam, nasılsınız?" dedi. "İyiyim sağol, sen nasılsın?" dedim ve ayrıldık. Elimde tabak kalakaldım. Yok ya, hiç iyi filan değilim aslında, b.k gibiyim dedim kendi kendime ve musluklar açıldı. (Tabi o anda dışarıdan nasıl göründüğüm şimdi gözümün önüne geliyor da, gülesim geliyor: elinde tabak, hüngür hüngür ağlayarak açık büfeden tabağına marul, patlıcan salatası vs koyan bir kadın.) Parayı ödemek için sıraya girdim, önümdeki beni önüne aldı apar topar (aman, kadın deli olabilir, nasıl ağlamak bu kardeşim diye düşündü muhtemelen). Elimde yemekle dışarıya çıktım. Soğuk iyi geliyor bu tip durumlarda, sakinleşip içeri girdim. Ama orada da T'yi gördüm. Anında açıldı musluklar. O zavallı da ne diyeceğini bilemeden suratıma bakıyor. (Tabi ilk düşünce çoook korkunç bir şey olduğu; ben neye üzüldüğümü söyleyince de muhtemelen hafif bir öfke dalgası sarıyor herkesi ama nezaketten henüz bunu ifade eden olmadı) Ya hocam, bırakın olacağına varsın, bu kadar üzülmenize değer mi? dedi o da. Tamam dedim, haklı olduğunu da biliyorum, ve değiştiremeyeceğim bir şeye bu kadar üzülmemiştim uzun zamandır zaten. Ama engel olamıyorum, gerçekten de kontrol edemiyorum bunu. Ben gidiyorum, dedim. Gitmeyin diyecek ama diyemiyor, nereye gitme, derse girmem gerekiyor. Halbuki kalsam, hiç bir şey demeyecek, benim bir şey söylememi bekleyecek, ya da hiç konuşmadan oturup duracağız. Ve birbirimize iyi geleceğiz. (T'yle hep böyle zaten, bana o kadar iyi geliyor ki)
Gözler kırmızı japon, burun takriben normalin iki katına ulaşmış silip çekmekten (ki normali de ebat olarak hiç fena değildir hani) bölüme gittim. Güya kimseye görünmeden yukarı çıktım. Biraz sonra birim başkanımızın bile kulağına gitmiş, kadın beni görmeye öğretmenler odasına kadar çıkmış. Ya utandım artık, hem ağladığıma utandım, hem insanlara ne diyeceğimi bilememekten utandım.
Bir de sıkıldım aslında. Ben bununla mücadele etmeye çalışıyorum, ruh halimi bastırmaya uğraşıyorum veya kendi kendimi tedavi etmeye çabalıyorum ama bir yerden patlak veriyor. Becerebilsem böyle ağlar mıyım ortalık yerlerde? Çok zor geldi insanlara açıklama yapmak. İyi niyetlerinden hiç bir şüphem yok ama söyledikleri hiç bir teselli benim için yeni değildi ve hiç iyi gelmedi. Aksine sıkıldım. (Hepsinden değil ama, okuyanlar kıllanmasın sakınnn:))
Şimdi daha iyiyim. Bir de hormonal zıplamaların eşiğindeymişim, o da tetiklemiş biraz. Şimdi gerçekten çok daha iyiyim.
Bir dahakine evde ağlıycam zaten. Ya da bir kaç güvenilir insanın arasında.
:)

21 Kasım 2006

Bir başka doğum günü

Canım babamın doğum günüydü dün. 66. yaşı bitti. Bugüne kadar atlattığı hastalıkları düşündüğümde babamın doğum gününü kutlamanın gerçekten çok anlamlı olduğunu görüyorum. Kaç by-pass geçirdiğini hatırlamıyorum bile. 1994 o kadar sıkıntılı bir yıldı ki, 1995'e girerken "Doksan dert" bitti demiştik; hiç aklımdan çıkmıyor. 1997'de anjiyo yapılırken oluşan bir komplikasyon sonucu bir bacağının damarları aniden tıkandı ve alelacele ameliyata alındı. Ameliyattan sonra yaklaşık 15 gün yoğun bakımda yattı. Bu süre içinde halüsinasyonlar gördü, olmayan köpekleri çağırdı, olmayan insanları ağırlayıp uğurladı. Bütün değerleri alt üst oldu; kaybediyoruz derken tekrar toparladı. 1999 mayısında felç geçirdi. Sol tarafı tamamen gitti. Doktorlar "6 ay sonra ancak elini kıpırdatır," dediler; babam aynı yılın kasımında araba kullanmaya başladı :)
Biz tabi tıp dünyasından olmadığımız için her şey iyi gidiyor zannededuralım, aslında sol bacağındaki kan dolaşımı neredeyse durduğunda öğrendik durumu. 2005 ekiminde başlayan ve mart 2006'nın sonuna kadar süren bir dizi ameliyatla ne yazık ki sol bacağı dizinin üzerinden kesildi. Şimdi iyi görünüyor.
Babacığım ne kadar sağlıksız bir insanmış. Bunu görmesine rağmen kendine bakmak için de en ufak bir çaba göstermedi hayatı boyu. (Biraz suçluyorum sanırım) Bunun yanısıra bir o kadar da güçlü. Bacağı kesilmeden önce doktoru eğer dizden yukarısından kesilirse tekerlekli sandalyeye mahkum olacağını söylemişti. Babam şimdi protezini takıyor, "savulun, korsan geldi," diye kendisiyle dalgasını geçiyor ve takkıdı tukkudu yürüyor.
Bu kadar çekti gıkı çıkmadı, ağrısından 3 ay uyuyamadı (inanılır gibi değil, biliyorum) yine de şuram ağrıyor demedi. Yalnızca bir gün "ben inişe geçtim, galiba ölücem," dedi. O kadar. Bunu da şikayet etmek, ya da acındırmak amacıyla yapmadı. Bir hekim olarak durumunu gözlemledi ve bizi; eşini ve çocuklarını uyardı.
Şimdi iyi. Bakın, dün doğumgünüydü. Kutluyorum, can'ı gönülden kutluyorum hem de. Yaşamayı en çok hakeden insanlardan biri o.
Ah, yazsam sayfalar yetmez.
İyi ki doğdun canım babam.

13 Kasım 2006

Cuma gecesine dair

Ali'yle buluş, Armada'ya gidin. Kıvırım ve T gelsin.
Armada'da Gizmo'yu bekleyin.
Hep birlikte yemek yensin. Sonra sürpriz hediyeler verilsin.
(Yok öyle yağma, Ali'nin doğumgünü Temmuz'daydı diye hediyesiz mi kalsın yani?)
En güzel hediye bana düşsün. (hehe)
(Evde tekrar tekrar denedim, bayıldım; kimono gibi harika bir şey)
Sonra Gizmo mutsuz bir şekilde okula dönsün. Çünkü çalışması var:(
Armada'dan AŞTİ'ye yürü. AŞTİ'den Ankaray'a binip Şaman'a git.
İçeride herkesin aynı anda iki sigara içtiği dumanaltı ortama gir, nefes alama.
Konuş, konuş, konuş...
Paylaş, paylaş, paylaş...
Gül bol bol, sevin çocuk gibi
Böyle bir gece geçirdiğin için çok çok sevin
Bu insanlara müteşekkir ol.
Hem içinden, hem de yüzlerine karşı "iyi ki varlar, iyi ki varsınız," de
Biraz dedikodu yap, biraz geçmişten bahset.
Yine gül, yine paylaş
Zaman zaman hüzünlen.
Arada bir saatine bak, zamanın nasıl geçtiğini gör
Gecenin biteceğini düşünüp buruk buruk gülümse
Kendini güvende hisset, mutlu hisset
Bu insanların hep yanında olmasını iste
Sonra Gizmo da katılsın, ama pek konuşmasın; mutsuz çünkü
Paylaşmadığı için çözüm üreteme
Bekle, yardım isterse yardım et, şimdi boğma
Sonra Şaman'dan kalkıp Kızılay'a yürü
Kıvırımın durağına gelince otobüsün kaçtığını anlayın
O sırada üst geçitten birileri aşağıya işesin bol bol
Kıvırımın ne yapacağı konuşulduğu için ıslanmayın
Ankaray'a binip AŞTİ'de inin
Armada'ya arabayı almaya yürüyün tekrar
Kıvırım ve T eve yürüyerek dönsünler
Onlar gitmeden önce sarılarak vedalaşın
Sen Gizmo ve Ali'yi yurda bırak
Araba hareket ettiğinde geriye dönüp bakama
Eve dönerken bir daha ne zaman görüşüleceğini düşün
Ne zaman bu kadar mutlu ve huzurlu olacağını kurgula
Eve gir, bu güzel geceyi yaşayabildiğin için teşekkür et
Ve devamını iple çek,
Bir an önce olmasını dileyerek
Çünkü hep özleyerek geçiyor zaman
Hep mahrum, hep birarada olmayı isteyerek
...

11 Kasım 2006

Sakız

Oğlum bu ne?
Sakııızz (ben aptalım ya, anlamadığım için sordum paşaya)
Oğlum sakızın halının üzerinde işi ne?
Eee, ben bilmiyorum.
Oğlum sakız yere atılır mı?
Atmadım, oraya düşmüş.
Ağzından mı düşmüş?
Bilmiyorum.
(Ya valla dalga geçiyor, ya da beni sınıyor)

Dayanamadım ve bağırdım. Üzgünüm. (Aslında çok da üzgün değilim.) O da ağladı. Önce volume'den dolayı ağladı, sonra da sinir edici bir tonda mızladı. "Oğlum odana git, sinir olduuuuuum."
"Gitmem"
"O zaman ben giderim."
"Annecim gitme lütfen."
Hayır miso, bu kadar çabuk pes etme, bir dahaki sefere tam kan alır.
Ama ben de biraz fazla mı yüksek sesle bağırdım acaba? Anırdım desem daha mı doğru olur ki?
Seviyorum tipi çok.
Kaz oğlum benim. Aklı sıra beni kandırıyor.
:)

9 Kasım 2006

Uğursuz mekanlar

Yok, yok, artık tam anlamıyla eminim. Bazı mekanlar uğursuz oluyor. Ne kadar şirin, konforlu vs vb olsa da, bir türlü anlaşılamayan bir şekilde ortamı bozuyor. Şu kış gününde ışıl ışıl, güneşle yıkanan, sıcacık ve güvenli kaç yer var? Üç? Beş? Ama bu yer, olası bütün muhabbetleri söndürüyor, boğuyor. Bir kelime edilemez oluyor.
Ya donduğumuz günler oldu; bana mısın demedik, sıcaktan bayıldık; gıkımız çıkmadı, gürültüden-sigaradan boğulacak hale geldik; aldırmadık... Burada iki kelime bir araya gelmiyor.
Kötü yürekli cinler var orada. Biliyorum artık.
Gidin lütfen ya.
Sonrasında mutsuz oluyorum.
Hem de ÇOK
:(

Mutlu Yıllar

Barış diye bir arkadaşım var. Daha doğrusu, çok sevgili bir arkadaşımın eşi bu adam. Topu topu kaç kere görüştük Barış'la bilmiyorum. 3 senede en fazla 10 kere görüşmüşüzdür herhalde. (Yok yok, daha fazla değildir, yüzde yüz eminim yani). Ama bu görüşmelerimizde kırk yıllık dosttan daha sevgili oldu Barış benim için, daha hatırlı. O görüşmelerde, en derinlere sakladığımız, en fazla iki üç kişiyle paylaşabileceğimiz sırları paylaştık. Kişiliğimiz bağlamında geldiğimiz nokta ve bulunduğumuz konum itibariyle yakıştıramadığımız korkularımızı döktük ortaya. Hangi uç sınırlarda gezmişiz, ne haltlar etmişiz, çekinmeden, yargılanmaktan korkmadan anlattık. Paylaşılan zamanların sonunda sadece sevgi kaldı.
Şeffaf bir adam bu Barış; düşündükçe içimi ısıtan.
Kelimelerin hakkını vere vere iyi ki doğdun diyebileceğim nadir insanlardan biri
İyi ki doğdun Barış.
Seni çok seviyorum
:)

7 Kasım 2006

Fairground Attraction

Çok eskileri hatırladım dinlediğim bir şarkıdan sonra. Çok eskiler dediğim üniversite yıllarım. Fairground Attraction diye bir grup vardı, acayip severdim. Böyle sabun köpüğü gibi şarkıları vardı; nefis ritimler ve en güzel tarafı da o zamanlara göre bana muhteşem gelen sözleri olan nefis şarkılar.
Boğaza karşı oturup yan taraftaki milyon dolarlık olduğu söylenen evlere bakardım önce, içimde acınası bir zafer duygusuyla. Bakınn, önümde boğaz, hemen aşağıda Aşiyan, elimde şarabım, sizin bir milyon dolara yaptığınız şeyi ben beleş yapıyorum. Bir de muhakkak surette daha çok keyif alıyorum. (Bundan emindim ya, ne kadar komik geliyor şimdi, böyle bir yargıya neden varmışım bilmiyorum. Hoş, şu anda anlıyorum aslında ne kadar haklı olduğumu, ama o zaman neye dayanarak böyle bir karar vermişim hiç hatırlamıyoum)
Şişedeki azaldıkça benim içime bir hafiflik dolardı, uçmak, uçmak isterdim. Ne kadar mutluymuşum, ne kadar dertsizmişim :)
Kulaklarımda walkman'in kulaklığı, Fairground Attraction Find my love'ı söylüyor
Cats are crying, gates are slamming
The wind is howling 'round the house tonight
I am as lonely as a boat stuck out on the sea
When the night is black and the tide is high
Oh on nights like these
I feel like falling on my knees
I feel like calling "Heaven please"
Find my love
Find my love
...
Somewhere out there there must be a boy for this girl
Could be anywhere, could be next door
Or the other side of the world
Call up the raido give them my number
Tell them to put it out on the air
There must be someone
There must be someone like me
Sitting lonely as a boat out there
...
Bir süre sonra üşürdüm tabi otur otur. (Pek çabuk üşürüm zaten, tir tir titrerim, öyle ki görenler güler bir süre sonra.) Kalkardım o yüzden, Bebek'e doğru yürürdüm. Sahile inince değme keyfime. Sarıyer tarafına doğru yönelirdim, diğer taraf Bebek kahve'ye çıkardı çünkü. Pek asortikti, sevmezdim. Kulağımda hala Fairground Attraction; diğer güzel şarkıları. Saçlarım uzundu o zaman; at kuyruğumu çözüp hafif esen rüzgara bırakırdım. Hayat çok güzel gelirdi, ben kendimi güzel bulurdum, beğenilesi bulurdum. Her an aşkı bulabilecek olduğuma, aşkın da bir sonraki köşede beni bulabileceğine inanırdım. Saçlarım uçuşurdu hafifçe, doyulmaz bir huzurla gülümseyerek yürürdüm. Bir kaç kişi laf atardı, ne dediklerini duymadığım için umurumda bile olmazdı, hiç kızmazdım. O mutluluğumu ve huzurumu kimsenin bozmasına izin vermezdim. Diyorum ya, güzeldim ben, gençtim, her an her şey olabilirdi, her an harika bir şeyler yaşayabilecek kadar güzeldi her şey. Hiç bir şey için geç değildi, kimse-özellikle de ben geçkin değildim (bazen böyle hissetmek çok yoruyor şimdilerde), herkes ve ben sonuna kadar aşık olunası ve sevilesiydik.
Sonra zaman geçti. Böyle arada kaldım şimdi. Ne güzelliğime olan inancım var artık, ne de o zamanki mutluluğa sevdalı halim. Anlıyorum ki kendimi ve o mutlu hallerimi çok seviyormuşum ben. Çok özlediğimi farkediyorum zaman zaman, ondan anlıyorum yani. Aslında mutsuzluk değil bu paragrafın bahsettiği şey; sadece zamanın geçmiş olduğu.
Geçince de gelmiyor ki geri.
Geri gelebilecek olduğunun işaretini gördüğünde de deli gibi korkuyor insan.
O zaman bir takas gerekiyor çünkü.
Karşılığında asla vazgeçilemeyecek şeylerin verilmesi gereken.
Aldığının da bir gün biteceğini bile bile
hüzünlü misoyum bugün ben

4 Kasım 2006

Sigara ve Torun

Gece annemlere yatılı bir misafir geldi. (Gerçi yatılı olduğunu geldikten bir saat sonra öğrendik ama olsun, ehi ehi). 36 yıllık tanıdıkları. Biri benle yaşıt, diğeri daha küçük iki oğlu, üç tane de torunu var. Sakin, huzurlu bir kadın. Akşam altı buçukta aradı, ben otobüs durağındayım, nasıl gelicem diye. Koştum karşıladım, geldiğine de sevindim hani. Uzundur görmemiştim. Eve geldik, bir kulak babada sofrayı kurdum. Bir kulak babada, çünkü tam bir iş yaparken, tuz yok, buz yok, bu çatalın ucu küt (dikkaat! çatalın ucu küt), peçete alabilir miyim... Bazen sofradaki şeyleri bile bakmadığı için yeniden ister sağolsun. Bu arada tek yatılı misafir bu bayan değil, bir haftadır babamın dayısı ve eşi annemlerde kalıyor. Yengenin bir sağlık sorunu vardı, ufak bir operasyon geçirdi, bugün gidiyorlar. Yenge bir kızılderili olsaydı adı muhakkak oturan boğa olurdu. Hiç mi kalkmaz bir insan yerinden yahu; annem bir haftadır illet oldu, ben bu yaşımda hizmetçilik yapıyorum diye bır bır söylendi. Dayımsa dünyanın en mükemmel insanı; kadın yayıldıkça dayım oturduğu yerde mahçubiyetten hazırolda gibi duruyor. Bugün evine dönünce rahatlar adam muhtemelen.
Amma uzattım. Diğer kadını anlatacaktım. Ilgaz'la içeride bilgisayarda bir şeyler yapıyorduk ki annem geldi. Biraz mutfağa gelmeyin, xxx ablan sigara içecekmiş, dedi. Tabi sinir oldum, ama ne yaparsın, misafir sonuçta. Birazdan Ilgaz'ın çorbasını almaya mutfağa gittiğimde kadın "biz torunların yanında hiç içmiyoruz, içirtmiyor çocuklar," demez mi? Hep dışarıya çıkarlarmış sigara içecekleri zaman. Annemin suratına bakıp içeriye gittim çorbayla. Annem tabi hemen anlayıp arkamdan geldi. Ödü kopar kadıncağızın ben küt diye bir şey diycem diye. Geldi, gülümseyerek suratıma bakıyor. "Anne, sizinki torun değil mi yahu, burada niye dışarı çıkıp içmiyor?" dedim. Annem hala anlamsız anlamsız gülümsüyor.
Ya böyle durumlarda aslında en sevdiğim şey kadının suratına söylemek bunu. Terbiyesizlik etmeden, sakin sakin bu yaptığının ne kadar eşşeklik; ay pardon eşşoğlu eşşeklik olduğunu anlatmak istiyorum. Tabi bu kelimeleri kullanmadan. Fakat usulca itin götüne sokup çıkarmak muhteşem bir duygu oluyor. Hem o anda, hem de sonra düşündüğümde acayip keyif alıyorum. Ama annemin bulunduğu ortamlarda yapamıyorum çünkü annem anormal derecede geriliyor.
Tabi canım, herkesin torunu torun, bizimki sokaktaki uyuz itin eniği.
Sinir kadın :(
pıhhhh

2 Kasım 2006

Ayrılış

Burcu gittikten sonra, annemlerden kendi ayrılışımı düşündüm. 1989'da üniversiteyi kazandığımı öğrendiğimde herkesin beklediği kadar sevinememiştim aslında. Üç İstanbul, bir Ankara tercihiyle girdiğim sınavdan insanlar pek de ümitli değillerdi. (İnsanlar=herkes, valla herkes) İkinci tercihimi kazandıktan kısa bir süre sonra gidiş vaktinin kesinleştiğini anlamıştım. Algıda böyle bir takım boşluklar oluyor sanırım. Sınav tercihini yaparken dört tercihin üçü İstanbul'sa eğer, %75 oranda gitme ihtimalinin olduğunu bilmemek mümkün mü? Ama her şey kesinleşmeden dank etmiyor kafaya galiba.
Neyse, topladık bir iki çanta, kayıt yaptırmak için İstanbul trenine bindik. Garda salya sümük ağladım; bir babama sarılıyorum, bir Burcu'ya. Burcu o zamanlar daha ilkokulu yeni bitirmiş canım bir cüce. Babam hüngür hüngür ağlamamak için beni hafifçe ittiriyor; o da kötü. Burcucum ağlayabilmeye benim bu yolculuklarımla başlayabildiğini itiraf etti daha sonra. Daha önce ağlayamazdı hiç.
Annemle Haydarpaşa'da indiğimizde İstanbul'a ikinci gidişimdi. Daha doğrusu benim hatırladığım ikinci gidişim. İlki hiç sayılmaz zaten. Tarabya'daki akrabaya gideceğiz. (Hayatımda gördüğüm en komik insanlardan biri, mutlaka anlatacağım bir yazıda) Vapura bindik, dışarıda oturduk ve etrafa aval aval baktık, annem sigara ve çay içti-ben kızdım içme şu sigarayı diye, sonra Karaköy'de inip Tarabya otobüsünü bulduk. Sonra da ver elini akraba. Süper kadın, tam beş yıl boyunca çocuklarından bile kayırdı beni, bağrına bastı.
O gidiş dönüş pek anlaşılır olmamış. İkinci gidiş ve ayrılış bitirdi esas. İkinci gidişte yurda yerleştik, annemle yatak, yorgan, yastık (kuş tüyü aldık güya ama artık ne garabetin tüyüyse kardeşim, 5 yıl boyunca tavuk götü gibi koktu iki yastık da) aldık, oda arkadaşlarımla tanıştık (dikkatinizi çekerim, sadece tuvalete gitmek için ayrılıyorum tipin eteğinden ve kendi çapımda da çaktırmıyorum). Sonra ilk ders günü geldi. Annem 16.00'da taksiye binip Taksim'den otobüse binecek. Benim dersim 16.30'da bitiyor ama ilk gün diye erken bırakırlar, seni taksiye ben bindiririm diyorum anneme. Saat dörde beş var, kadın ders işliyor. Gittim yanına, "annem gidiyor bugün, son kez görmek istiyorum, Durak Copy'nin oradan taksiye binecek, gidebilir miyim?" dedim. Kadının suratını hiç unutmayacağım. "Tabi gidin," dedi. İki kampüs arasındaki o yokuşu koşarak çıktığımda tükürüğümden boğulacak haldeydim. Annem taksinin kapısını açmıştı. Ağzımdan bir annnee çıktı ama ben bile yabancıladım sesimi. Gittim, sarıldım, öptüm, zaman durmuştu sanki, etraftaki kimseye aldırış etmeden bağıra bağıra ağlıyorum. Sonra bindi ve gitti tabi. (Daha sonra anlattığına göre Hisarüstünden Gümüşsuyu'na kadar hüngür hüngür ağlamış, taksici de annemi sakinleştirmeye çalışmış; "yenge kurban olam ağlama, bak okuyacak evladın, sonra döner sana bakar," filan demiş) Yurda dönmekten başka çare yok. Oda arkadaşlarımdan hiç birinde bir ağlama, üzüntü yok kardeşim. Hemen yatağıma girip ağlamaya bir süre daha devam etmiştim. Millet bu kadar profesyonelken insan bocalıyor.
Sonra... Sonrası geldi tabi. Alıştım alışmasına da hep çok özledim. İlk sene boyunca her gün hem annemi, hem babamı aradım. Daha sonraki senelerde biraz seyreldi bu; bir gün annemi, bir gün babamı aradım :) Ama çok değiştim, çok çabuk olgunlaştım. Kendim oldum, birey oldum, arkadaşlarımdan çok farklı yönlere gittim. İyi ki gitmişim ve ayrı okumuşum diyorum.
Burcum için de böyle olsun, gittiğine değsin; en azından o öyle hissetsin. İyi ki gitmişim, bak şöyle oldum, böyle oldum diyebilsin.
Aradığı her ne ise, onu mutluluk ve huzur içinde bulabilsin.
Canım Burcu :)

29 Ekim 2006

En sonunda gitti

Gitsin de toparlarım kendimi diyordum. Gitsin hele bir, alışırım yokluğuna. Yeni bir düzen kurulur, yaparım bir şeyler diyordum. Gideceği tarihi beklemek en zor şeymiş gibi geliyordu.
Cumartesi günü gitti.
Havaalanında işlemleri yaptırırken geri dönüp, gözlerini bana dikip öyle bir baktı ki... (O güzel ama ağlamaktan capon olmuş gözlerini) Baybi dedi usulca. El salladı küçücük. Baybi dedim ben de. El sallayamadım pek. Ya da hatırlamıyorum. O kadar savunmasız ve çaresiz göründü ki gözüme... Fırlayıp gidip sarılmak istedim. Ve bırakmamak.
Ve ben bittim.
En azından şu anda öyle hissediyorum.
Durup durup ağladım dün. Şu anda ağlamıyorum ama gözlerim acıdığı için ağlamıyorum.
Orada bir hayat kuracağını, mutlu olacağını, mutlu edileceğini ummak istiyorum.
Güvenim o kadar kırılmış ki, bu üst satırdakileri ne kadar uğraşsam da umamıyorum.
Çok özlüyorum ya, gerçekten de tarifsiz derecede çok özlüyorum.
Burcu seni çok seviyorum ve iyi olmanı istiyorum.
Çok şey mi istiyorum?
:(

26 Ekim 2006

Bayram

Bayram süresince bir sürü mail geldi. Ah eski bayramlar, nerede o kapı kapı gezip şeker topladığımız, büyüklerimizin ellerini öpüp üç kuruşluk harçlıklarla mutlu olduğumuz canımızın içi bayramlar filan diye. Hatta bir mailde maili atan kişi vicdan azabı çektiğini yazmış. Sebebi de el öperken kişinin elini gerçekten öpmeyip sadece çenesine dokundurmasıymış. El öperken bunu farketmiş aniden, ve ahh o eski bayramlar aklına gelmiş.
Ya şimdi sinir kişi olmak istemiyorum. Gerçekten de bayramlarda uzundur göremediğimiz ve kıymet verdiğimiz insanları görme fırsatımız oluyor. Ama ben bu kadar nostaljik yaşamıyorum bunu şahsen. (Ki mendil verilen günleri hatırlarım, o kadar da teyzeyim yanee) Eşimin memleketine gidiyoruz her bayramda. Önce en büyük teyzenin evine gidiliyor. Teyze altı yıl önce vefat ettiği için enişte artık yeni bir bayanla evli. Ama tamamen can yoldaşı durumu. (buna rağmen her akşam insanlar kendi evlerine çekildiğinde bu kadıncağızın dedikodusu yapılıyor. Ve hep aynı şeyler anlatılıyor) Ben bu enişteye bayılıyorum, süper adam, komik, herkesle dalga geçiyor, millet bozuluyor ama büyük diye bir şey de diyemiyor. Çok eğlenceli oluyor. Şimdi bu adamcağız ailenin en büyüğü olduğu için bizim oraya gittiğimiz saatlerde hemen hemen bütün akrabalar da orada oluyor. (Yaklaşık 30 kişi, valla ya, abartmıyorum, evrim sürecinde bir tavşan geni durumu filan olduğundan şüpheleniyorum). Oradaki yiyip içmeler bitince ikinci büyük teyze herkesten önce çıkıp koşarak evine gidiyor ve herkes oraya koşuyor. On dakika önce öpüştüğümüz insanlarla orada da öpüşüp bayramlaşıyoruz. Herkese tekrar ve teker teker nasılsın diye soruluyor. Sonra üçüncü teyzeye geliyor sıra. Yine aynı şeyler. (ya parodi gibi, ama cidden abartmıyorum, bir o kadar da acıklı aynı zamanda) Dördüncü teyze de enişte de artık hayatta olmadığı için bu sefer biz eve koşuyoruz. En küçük kardeş kayınvalide çünkü. Bu sefer önceden öpüştüğümüz yeğen akını bizim eve başlıyor.
Ya yemin ediyorum, bırakın elini öpmeden alnıma götürdüğüm için vicdan azabı duymayı, insan görmekten ikrah ediyorum günün sonuna doğru. Zaten oğlanın ayarı kaçıyor, sapıtıyor. O güzelim laf dinleyen çocuk gidiyor illet bir yaratık ortaya çıkıyor. Herkes bir yandan bayram harçlığı propogandası yapıyor, bir yandan da oğlum parayla oynama ayıp filan gibi çelişkili açıklamalar yapıyor. Sonunda oğlan "hayır, bu benim çocuğum değil, pis bir arsız bu" durumuna düşüyor. (Aniden çarpmak istiyorum o illet arsızlıklarına ama çocuğun hiç bir suçu yok ki... Eşimin ailesine mi çarpsam acaba bir gün aniden? hehe)
Neyse, bu sefer de bitti işte.
Yaşasın bayram sonları, yaşasın iş yerlerimiz
Cidden ya
:)

24 Ekim 2006

Dr.Jekyll-Mr/Mrs. Hyde

Boşanmak enteresan bir süreç sanırım. Kişinin dibine kadar yaşadığı bir şey. Bir çok yüzü olan. Bir çok çift beraberken ne kadar anlaşamaz olsa da, daha insani, daha görgü kuralları içinde hareket ediyorlar genelde. Herhalde bu anlaşamama durumu insanların içindeki yayları geriyor da geriyor. Pek de çaktırmıyor ne kadar gerdiğini muhtemelen. Ne zaman ki boşanma kararı alınıyor, o zamana kadar gerilen o yay her şeyi püskürtürcesine fışkırtıyor. O hanımefendi kadın aniden para düşkünü, onu da ben alayım, bunu da ben kapayım, az daha koparayım, sana kuruş koklatmayayım moduna giriyor. Tabi psikoloji "saçımı süpürge ettim, lanet olsun o günlere, değer miydi sana en kıymetli hazinem" psikolojisi oluyor. Erkekte ise "memlekette karı kıtlığı mı var, savuluuun, benden ala erkek mi var, mıymıntı karı bir gün mutlu ettiysen beş gün inlettin," psikolojisi başlıyor. Kendini bardan bara atıyor, çıtır kızlara ilişmeye çalışıyor filan.
Kuzenimin boşanma süreci de buna benzer geçti. Kararı kuzenim almadığı ve başlangıçta kurtarmaya niyet ettiği için pek öyle hatunlara zıplama moduna giremedi. Ama şimdi acısı dindi ve fırrr dönüyor.
Bu sürecin çok içindeydim ben, çünkü mahkemede kuzenimin şahitliğini yaptım. Bir akşam eşimle yemekte sohbet ederken "bana olmaz" dememek gerektiğini filan konuştuk. İnsanız, ne yaşayacağımızı kim bilebilir dedik. Ama o gece birbirimize bir söz verdik. Eğer bir gün böyle bir şey yaşarsak; yani boşanma kararı alma durumunda kalırsak, içimizdeki çingenenin, arsızın esiri olmayalım dedik. Aşkın, sevginin, birlikte başarılan/aşılan her şeyin ve en önemlisi de çocuğumuzun hatırına.
Ben kendi Mrs. Hyde'ımla tanışmak istemiyorummm!!!

19 Ekim 2006

Edebiyat mı Politika mı?

Millet ne açmış bu konuya kardeşim! Orhan Pamuk Nobel'i aldı alalı herkes bu konu hakkında yırtınıyor. Beni tedirgin eden bir iki şey var tabi. (olmamı?)Birincisi kitaplarını okumadan bu kadar önyargıyla bakılması. Önce sanırım bu ödülün bir edebiyat ödülü olup olmadığı konusunda fikir birliğine varmamız gerekiyor. Her ne kadar bazı politik etkileşimler olsa da bence bu ödül temelde bir edebiyat ödülü ve benim gözümde son derece saygın bir yeri var. Yok, öyle değil, tamamen politik diyorsanız eğer, ona da saygım var. O zaman zaten tartışmanın hiç bir anlamı yok. Ama bana katılanların önce bir kitapları okuması gerektiği kanaatindeyim. Hem de sadece Pamuk'un kitaplarını değil, geçmişte Nobel almış adamlarında da hiç olmazsa Nobel'li kitapları okunabilir. Böylece Steinback'den, Pearl S. Buck'dan bu yana neler değiştiği gözlenebilir. (Ve belki de Yaşar Kemal'in tarz olarak yeni akımların dışında kaldığı için Nobel alamıyor olduğu fikri pek yadırganmaz o zaman). Pamuk'u son zamanlarda Nobel alan yazarlarla karşılaştırdığım zaman, Pamuk'un da değişen tarzın bir parçası olduğunu görebilmiştim zamanında. Örneğin Toni Morisson ya da J.M. Coetzeee'nin kitapları Steinback'den ve Yaşar Kemal'den çok farklı. Sanırım Nobel kriterlerinde göz önünde tutulan bir şey bu. Bazı şeylerin değiştiğini nasıl inkar edebiliriz ki?
İnternet üzerinden bir kitap topluluğuna üyeyim. Daha doğrusu yeni üye oldum. Orada da bu konu hayli hararetli tartışılıyor. Yazdığım bir mail'de bu konuda aslında ne kadar bilgisiz olduğumu, hangi kitapları okumam gerektiğini bilemediğimi söylemiştim. Genelde tepkiler son derece nesneldi. İki üye bana kitap tavsiye etmiş, diğerleri de ölçülü bir şekilde tepkilerini dile getirmişler. Yalnızca bir arkadaş bu aymazlıktan uyanmak gerektiğini, gerçeklerin acı olduğunu, o zamanlar yapılan her şeyin savunma amaçlı olduğunu yazmış. Hayret ettim. Nasıl olup da bu kadar emin olduğuna hayret ettim. Görmediğimiz, bilmediğimiz ve hatta bizim için duygusallığın tehlikeli sularına gömülmüş bir konuda bu kadar net konuşabilmesine hayret ettim. Bazen gözümüzün önünde olan bir olayda bile yanılma payımız varken, şu ya da bu şekilde bu kadar üstü örtülmüş bir konuda bu kadar net olmak bana hem garip, hem de tehlikeli geldi açıkçası. Çok kapalı olduğu için çok tehlikeli olduğunu düşündüm.
Ya da ben tam da söylediği gibi aymazın tekiyim.
:(

Ilk izlenim

Çalıştığım yeri çok çok seviyorum, gerçekten. Daha önce bir çok farklı sektörde çalıştığım için, aslında öğretmenlik işinin tam da bana göre olduğunu tecrübeyle saptamış şanslı kişilerden biriyim. Şanslıyım çünkü cidden bu işten büyük keyif alıyorum ve başka şeyleri de denediğim için doğru kararın bu olduğunu keşfetmiş durumdayım. Örneğin önceden çalıştığım yerlerden birinde ihalelere katılıyorduk ve bir seferinde bilmem kaç milyon dolarlık bir ihaleyi bizim şirket kazanmıştı. Herkes sevinçten birbirinin üzerine zıplarken ben içimin kupkuru olduğunu farketmiştim. Sonra tabi direk vınnn.
Neyse, şu anda çalıştığım üniversiteden önce iki farklı üniversitede hocalık yaptım ve gerçekten de buranın hem öğrenci, hem de çalışan hoca kalitesi bağlamında ciddi anlamda çok üst sularda olduğunu gördüm. Çocuğa bir kere söylüyorsun anlıyor (allahallaaah?), ortamları çok güzel, birbirlerine saldırmıyor ya da sürahi fırlatmıyor, oruç tutmayana bıçak çekmiyorlar. Öğretmen arkadaşlardan tabii ki sorumsuz tipler var ama yine de diğer üniversitelerde çalışırken gördüğüm saçmalıkları burada hiç görmedim. Örneğin ilk çalıştığım yerde çapraz sınıftaki arkadaş 12.30'da bitmesi gereken dersi 10.30'da güne gitmek için bitirirdi arada sırada. Burada herkes sorumluluğunu biliyor. Burayı çok seviyorum.
Ama ilk sene yaşadığım hayal kırıklığını ve gerginliği hiç unutamayacağım. Hizmet içi eğitim adı altında bir eğitime tabi tutulmuştuk. Aramızda benim gibi tecrübeli hocalar da vardı (benim o sırada 7 yıllık üniversite hocalığı deneyimim vardı), hayatında ilk kez sınıfa girecek olanlar da. Ve hepimiz aynı eğitimi almak zorunda bırakıldık. Bir ton kırtasiye işinden ders verimim düştü diyebilirim. Mesela günlük tutmaya mecbur bırakıldık. Her gün geç bilgisayarın başına, bugün şöyle oldu, böyle dedim bilmem ne. İtirazlarımız ise neredeyse hiç kaale alınmadı diyebilirim. Hocalarımızdan birisinin tecrübesi benden bir yıl fazlaydı ve hizmet içi eğitim verebilmek için herhangi bir ekstra donanımı yoktu. Oysa bu işlere soyunabilmek için çok ciddi kurslara gitmek ve bu kursları yapılan ödevler olsun, girilen sınavlar olsun her bağlamda başarıyla tamamlamak gerekiyor. Çok ciddi bir üniversitede olmama rağmen bu bağlamda ciddi bir eksiklikleri vardı. Eğitmenlerimizden biri bir arkadaşımızı tehdit etti (sözleşmen yenilenmez haaa, ayağını denk al), bir diğeri beni odasında kovmaktan beter etti filan. Senenin sonunu ben o hocaya rest çekmiş, az önce bahsettiğim arkadaş da ayrılmanın eşiğine gelmiş olarak getirdik.
Bütün bunları neden mi anlattım? Bugün kantinde yemek yerken bizi eğiten hocalardan birinin yakın arkadaşıyla karşılaştık. İlk izlenimi 'buzdan kraliçe'den öteye geçememişti benim için. Hala da farklı düşünmüyorum; bir merhaba'yı, bir tebessümü çok görüyor çünkü. O ilk sene yaşadıklarımızı anımsattı bana. Mutemelen ben de ona sevgili arkadaşıyla yaptığı dedikoduları.
Ne kötü öğrencilerdik kim bilir?
Allah başa vermesinnnn :)

16 Ekim 2006

Karşılaşma

Cumartesi akşamı Armada'da yemek yedik. Eşime hediye gelen gömleğin bedenini değiştirmek için kalkmıştık ki aniden gözüme ilkokul arkadaşım takıldı. Aynı anda birbirimizi gördük; aa merhaba, sarıldık öpüştük. Hemen yanında iki yaşında dünya güzeli bir kız oturuyor, büyük bir dikkatle elindekini kemiriyor. Tanıştık tabi Ece hanımla, ben hemen kafamın bir köşesine not düştüm ay bu da güzelmiş, büyüsünler de oğlanla bir tanıştırayım :) Klişe konuşmalar geçti, sen napıyorsun, ben napıyorum, bu eşim filan. Masalarında bir çift daha vardı, arkadaşım tanıştırdı, bu abim, bu da eşi. Memnun oldum, dedim. Adamla eşi, biz sizi zaten tanıyoruz dediler. Birden utandım, yüz hafızam ve hatta isim hafızam çok kuvvetlidir ama bu iki insanı ilk defa gördüğüme eminim. Filanca düğünde birlikteydik dediler. (Eyvah dedim, alkol duvarını mı aşmıştım acaba?) Özür dilerim, dedim, ben hatırlayamadım. Oysa düğüne gideli bir ay olmuş olmamış. Yok, zaten tanışmamıştık, biz sizi uzaktan gördük, çok güzel dans ettiniz, demezler mi? Arkadaşın abisi, bir de siyah bir elbiseniz vardı, çok yakışmıştı, dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Ehe ehe filan, umarım bir densizlik olmamıştı, hiç hatırlayamadım şimdi diye espriye vurmaya çalıştım, yok ne densizliği, gerçekten de çok güzel dans ettiniz dediler. Ay ben bir sevin, cebine çikolata doldurmuş ama erimeden yakalayıp dışlarındaki parlak kağıdı da yalamak suretiyle tadına doymuş bir çocuk/arsız büyük edasıyla, yuppirriikkuu diye bağırmamak için kendimi zor tutarak tekrar teşekkür ettim. (Tamam, haklısınız, herkes sevinmeyebilir böyle bir şeye, hatta bir basitlik göstergesi bile olabilir bazıları için, ama ben dans etmeyi çok seviyorum, her düğünde de gözlerimi eşimin gözlerine dikip aç kedi bakışlarıyla sürekli noolur dans edelim diye bakıyorum. Demek ki o düğünde çok nazlanmamış:) Bir de hatırlıyorum şimdi, bir başka arkadaşla da dans etmiştik, o da çok güzel dans ediyordu. Allahım ne güzel bir geceydiii.)
Sonra arkadaşım ilkokul öğretmenimize getirdi lafı. Herkes ilkokul öğretmenini ne güzel hatırlar, değil mi? Bizler için bir kabustu, gerçek bir kabus. Özel bir okuldan mezun olmamıza rağmen neredeyse her gün dayak yedik. Özellikle de ben ve bir kaç kişi daha. Bu konu buraya sığmaz şimdi, daha sonra yazıcam mutlaka. Arkadaşım, biliyor musun Rahime ölmüş, dedi. Evet, evet, duydum, dedim sevinçle. (ya hiç utanmıyorum ve de) Evet ya, biz de çok sevindik. Hatta yemekte kadeh kaldırdık, dedi. Oh iyi etmişsiniz, afiyet olsun dedim. Etrafımızdaki kimse yadırgamadı, hepimiz gülüştük. Sonra da telefonlarımızı alarak ayrıldık. Şimdi düşünüyorum da, o yaşadıklarımızı bilmeden, oturduğum masanın yan tarafında birinin ölümüne böyle bir kadeh kaldırma vakası yaşansa, yok artık, ayıp derim herhalde. Ölünün arkasından da yapılır mı? İnanır mısınız, yapılır, en ufak bir üzüntü yok içimde. Rezil etti çocukluğumuzu manyak kadın. Hepimizde ayrı bir izi kaldı. Diğer sınıflar bile neler yaşadığımızı hatırlıyor. Belki de şimdi buluşup bir terapi grubu filan kurmak lazım.
Eski yaralar hiç iyileşmiyor galiba. Benim şimdi Ilgaz'ın okuluyla ilgili çok ciddi hassasiyetlerim var. Manyak bir veli değilim ama örneğin herhangi bir yetişkinin çocuğuma vurduğunu duysam muhtemelen fırlayıp okula gider ve bir temiz döverim. Aferin miso, şiddetin ilacı şiddet tabi. Ama kendimi engelleyebileceğimi de pek sanmıyorum.
Ah Rahime, mahvettin bizi.

12 Ekim 2006

Gelinlik

Moda Çarşısı'nın alt katında en köşede bir dükkana girdik. Ne annem, ne ben, ne de Burcu dükkanın varlığından haberdarız. Oysa ben iki ayda bir Moda Çarşısı'na gider, kozmetik ihtiyaçlarımı alırım. Dükkanın vitrini top top kumaş. Yani bir bakan bir daha başını çevirip bakmaya tenezzül etmez. O kadar salaş görünüyor. Birlikte gittiğimiz terzi bayan oranın gediklisi; hem halinden hem de dükkan sahibiyle olan dialoğundan aşikar bu. Dükkan sahibi bizim için tam bir sürpriz oldu. Öyle bir dükkanda Dış İşleri'nden emekli gibi hoş giyimli ve konuşması son derece düzgün birisiyle karşılaşmak şaşırttı hepimizi. Önce gipürler açıldı (halk arasında dantel). Yok bu çok sönük, bu da çok beyaz, bu parlak, bunun taş az-taşı çok, motifi iri-motifi ufak derken benim gözüm toplardan birine ilişti. Taşlı kumaştan hiç hazetmem, bayıldım, o kadar zarif ve kendini taşıyan bir kumaş. Bu arada adam açmaya devam ediyor. Burcu'ya göz ucuyla baktım, şaşkın bir halde bir bize, bir tezgahtaki artık desenleri birbirine karışmış top top kumaşa bakıyor. Beğendiğimi gösterince sevinip, "bu çok hoşmuş," dedi. Herkes o kumaşa döndü, terzi bayan "bu kumaştan iki tane daha dikmiştim, çok güzel duruyor," dedi. Sonrası kolay oldu zaten. Gipürün altına saten, tarlatan, tül... Terzi kadın, "şöyle kısa, marul gibi bir duvak yaparım, çok güzel olur, "diyor. Burcu, "marul gibi olmasın," diyor. "Ya çocuğum, marulu unut, büzgülü demek istiyor," diyorum, gülüyoruz buruk buruk.
Benim gözlerimi seller basıyor, geri itmeye çalışıyorum, beceremezsem siliyorum.
Dünyanın en güzel gelini olacak Burcu, biliyorum. O duru güzelliği katlanacak, herkesin gözünü alacak. Benimse içim tir tir titreyecek. Çaresizce. Dünyanın en mutlu insanı olmasını dileyerek!
Canım Burcu. Geri sayım gerçek anlamda başladı artık. Hep yanındayım, hep arkandayım bir tanem.
Ne olursa olsun.
Seni çok seviyorum.

Çatı'da ders öncesi :)

Pazartesi gecesi telefon çalıp da ekranda kıvırımın ismini görünce, "aa, keşke ben arasaydım," diye düşündüm. "Hocam, benim dersim erken bitiyor, Çatı'da buluşalım mı?" dedi. Zaten bana hıyar de, ben tuzu kapıp koşayım :) Hele ki "Kıvırım, Gizmo, T ve sakin kişilik"ten oluşan dörtlüyle ilgili herhangi bir şey olduğu anda akan sular duruyor benim için. (Kendime hayret ettiğim anlar çok oldu bu konuda. İnsanları sevmek, onlara olumlu yaklaşmak... Bilindik klişeleri ben de yaşıyorum, evet. Ve pek çaba sarfettiğim de söylenemez. Ama bu kadar hayatımın tam ortasına düşeceklerini, benim için bu kadar yaşamsal hale geleceklerini tahmin etmemiştim doğrusu. Neyse, parantez çoook uzun oldu)
Çatı'ya gidip de sakin kişilik dışındaklerle oturduğumuzda o bildik rahatlık sardı yine beni. Çok emin ellerde olmanın rahatlığı. Birlikte oturmanın hoşnutluğu. Ve hepimizde aynı burukluk aslında. Derslerinin yoğunluğu sebebiyle eskisi kadar görüşememe. Görüşme işini bir rutine bağlamaya karar verdik. Onların sınavlarına göre tabii ki. Aman sınavlara bir şey olmasın!!!
Çok seviyorum ben bu insanları. Vazgeçilmez bir parçam oldular. Hep de öyle kalsınlar :)

7 Ekim 2006

Ekabir Öğrenci

Sınav saat 9:40'da başlıyorsa sınav salonuna kaçta gidilir? Bence 9:20'de orada olunmalı. Çünkü sınıf sınavı değil, o yüzden gözetmen hoca öğrenciyi tanımıyor. Bu nedenle de kimlik bakacak, ismi listeden bulacak... Yani zaman geçecek. Sonra optik formlara neyin kodlanması gerektiği duyurulacak, sınıfın yarısı dinlemediği için anlamayacak. Tekrar edilecek, bir kaç aşırı kaygılı insan gözetmeni çağırıp doğru yapıp yapmadığını teyit ettirecek. Soru kağıtları dağıtılacak ve ancak ondan sonra sınava başlanabilecek.
Şimdi sınavın gerçekten de 9:40'dan başlayabilmesi için kaçta gelinmesi gerekir diye tekrar soruyorum. En geç 9:30 diyebiliriz belki de. Sabah sınav kağıtlarını almaya gittiğimde hoca diğer sınıflarda tek bir grup olduğunu, ama benim sınıfımda 3 ayrı seviyede grup birden olduğunu söyledi. Yani bütün bu prosedürün daha dikkatli takip edilmesi gerekiyor. Çünkü öğrencinin grubu karıştığı anda alması gereken not aralığı değişiyor.
Her neyse, çok uzattım aslında. Ben sınavı ancak 9:45'de başlatabildim çünkü bazı öğrenciler sınav yapacak gibi değil, sınavdaki öğrenciyi dışarıdan gözlemleyecek gibi 9:35'de geldi. 9:40'da gelenler de oldu. Ve bir kaç öğrenci daha da geç geldi. Her geçen dakika sinirden saçlarım havalandı.
Sınıfa baktığımda en çok dikkatimi çeken şey ise kimsede sınav stresi olmayışıydı. Benim dışımda tabi :) Hatta öğrencilerden biri sanırım dün gece biraz uzun bir süre ve aşırı miktarda demlenmişti. Gözler şiş şiş, bir el sürekli kafanın altında (muhtemelen ciddi boyutta başı ağrıyor) ve bir türlü konsantre olamıyor.
Bir baktım ki bir diğeri cevapları kodladığı optik formunu arkadakinin en net görebileceği şekilde koymuş, zaman zaman gerekli düzenlemeleri yapıyor. Yanına gittim, "canım sen gel şu tarafa geç," dedim. "Hocam ben buradan çıkamam, çok dar," dedi. "Çıkarsın canım, sen bir ayağa kalk, ben sandalyeni çekerim," dedim. Tamam dedi ve geçti kuzu kuzu.
Burun çekenler (halbuki selpak çok pahalı bir şey değil), esneyenler, ayağıyla tempo tutanlar, kafalarındaki bitleri ayıklayanlar, çaktırmıyorum zannederken ayan beyan yandakilere bakanlar...
Öğrenciler çok matrak.
İyi ki varlar :)

5 Ekim 2006

Tarafların boşanmasınaaa...

"Söylenenlere itiraz ediyor musunuz avukat bey?" diye soruluyor karşı tarafa.
"Hayır efendim, söylenen her şey doğrudur."
"Ben bir şey söyleyebilir miyim hakim hanım?" diyor kuzenim.
"Buyrun".
"Evliliğimiz boyunca eşimi el üzerinde tuttum. Eşimin çalıştığı süre boyunca o uyuduktan sonra kalktım ütüleri yaptım. Evin işini hep ben yaptım, yemekleri pişirdim, evimizi temizledim. İstediği şeyleri alabilmesi için iş değiştirdim, yetmedi. Çok iyi kazanıyordum, yine yetmedi. Sonra aniden iş hayatımda bir terslik oldu ve işsiz kaldım. Bu sürenin ikinci ayında beni terk etti. Ben yaptığım hiç bir işten dolayı pişman değilim. Her şeyi onu sevdiğim için ve evliliğimizi yürütmek için yaptım. Ama şimdi görüyorum ki bu kadar kıymet verdiğim insan bana dolandırıcı muamelesi yapıyor, tazminatımı yedin paramı geri ver diyor. Ben er ya da geç boşanacağım. Kuracağım yeni ilişkide bu kadar verici olabilmem mümkün olacak mı hakim hanım? O zaman şartlar beni maço bir erkek olmaya zorluyor, demek ki bu işler sevgiyle, şefkatle olmuyor. Ben de Türk standardında bir erkek olmalıymışım demek ki".
"Yaz kızım. Davalının ve davacının boşanmasına, talep edilen nafakanın davacının çalışıyor olması dolayısıyla reddine, koşullar göz önünde bulundurularak talep edilen maddi ve manevi tazminatın reddine karar verilmiştir."
Kulaklarımıza inanamadık. Kadınların kayırıldığını söylemişti herkes. En azından bekaret tazminatı olarak belli bir miktar para ödenmesine karar verilirmiş. (Ya bu da ne gerzek bir durumdur, mal mı o be, bedel biçilir mi böyle bir şeye? O zaman ölçü birimi nedir :))
İlk defa "demek adalet varmış" dedim kendi kendime.
Kuzene bütün avanaklıkları bir kenara ittiği yeni ve güzel bir hayat diliyorum.
Ama şunu da biliyorum ki can çıkar huy çıkmaz.
Çok yakında yeni maceralarla düşer kucağımıza
:)

Herkeş okusun (mu acabaaa?)

Karar verdim en sonunda. Gizli gizli yazmaktansa, sevdiklerimle ve beni sevdiklerini bildiklerimle paylaşacağım burayı. Önce sadece kendime ait olsun diyordum. Sonra dedim ki, hadi oradan miso hanım, sadece kendine ait olmasını isteseydin en baştan bir word dosyasına yazardın ne yazacaksan. Oysa ilk fikri aldığında aslında yapmak istediğin bir şey olduğunu biliyordun. Sinsi sinsi öğrendin nasıl yapıldığını. (Ali Kayhan'a teşekkür ederim) Ve aslında benim içimi bilen ve bütün bunları sevgiyle ve tebessümle okuyacaklarını bildiğim insanlara çaktırmadığım için özür dilerim.
Hemmen affedilmeyi dilerim
Öpüyorum
Umarım seversiniz
miso the cat :)

1 Ekim 2006

Çöp ve mega kıro ben

Apartmanımızdaki kimsenin adını bilmiyorum. Çok sevdiğim kapıcımızın bile... Sanırım modern olmanın bir sonucu bu da. Moderniz ya, sabah çıkıp akşam döneriz, kimsenin kapısını çalmayız, "ona koş, buna koş"dan etrafımızdakilere vakit kalmaz; işte bunların sonucu bu isim bilmeme durumu.
Taşınmadan bir kaç gün önce hemen yanımızdaki evin kapısı açıldı ve ev sahibi bayan misafirini uğurlamak için dışarı çıktı. Ev sahibi bayanın başında hiç saç yoktu; belli ki kanser hastasıydı. Tabi hemen içten bir sempati ve endişe. "Bir iki gün sonra taşınacağız, biraz rahatsızlık verebiliriz, şimdiden özür dilerim," dedim hemen. Yüzüme bakıp hiç bir şey demedi. Bir an Türk olup olmadığını bile düşündüğümü hatırlıyorum şimdi. Taşındıktan sonra o eve giren bir beyle bir kaç kere asansörde karşılaştık. Ne bir merhaba, ne bir iyi akşamlar. Bana çok enteresan geldi. Kendi kendimi çürütmüş oldum aslında, modernlikle hiç bir alakası yok sanırım. Tamamen hıyarlık densitesiyle ilgili :)
Geçen gün de çöpü atmak için evden çıktım. Katta küçük bir oda var, oradaki kapağı açıp çöpü aşağıya sallıyorsunuz. Evden elimde çöple çıktım ama üzerimde pakize pijama altı (penguen istilasına uğramış kırmızı bir yüzey), garabet bir t-shirt (neden atmadığımı hala bilmiyorum), ayağımda çorap ve en kötüsü de kapıda bulduğum ilk şey olan sandaletler. (dikkaattt: sandalet içi çorap=mega kıro sandöviçi) İki adım attım ki karşı komşunun asortik oğlu çıktı evinden. Süslenmiş, püslenmiş, parfüm 15 saniye içinde öldürücü boyutlarda alkol içeriyor, saçlar cöleli filan. İyi akşamlar dedi. Ve gülümsedi. Ben de iyi akşamlar, dedim. Ben yeni kapıcınızım, süt lazım mı? Oğlan suratıma baktıktan sonra acayip gürültülü bir şekilde güldü. Olsun ya, çöp atmaya çıkmışsınız işte, dedi ve asansöre bindi.
Çıkarılacak ders: İnsan karşısındakini gördüğü anda aslında her şeyi görüyor ve direk notunu veriyor. Bu yüzden şakam beni kurtardı sanırım. Annesi hala cumartesi temizliğe gelip gelmeyeceğimi sormak için uğramadı.
:)

28 Eylül 2006

Farklı tarzlar

Hayat böyle bir şey sanırım. Daha doğrusu zekayla bağlantısı böyle bir şey. Hep aynı çizgide ilerliyor insan. Hata yaptıktan sonra çektiği acıya bakıp "akıllandım artık" diyor, " o eski ben değilim artık" diyor ama nafile. Yok böyle bir şey yani. İnsanın yapısı hiç değişmediği için izlediği çizgi de değişmiyor. Ancak çok ciddi bir travma o çizgiyi değiştirebiliyor. Yani zekayla bağlantısı çok da kuvvetli değil bu durumda.
Ya da sadece ben böyleyim :( On beş yaşımda neysem şimdi de oyum. Aynı kişiyim. Üzerinden yirmi yıl geçmiş, hala aynı şeyler. Derinden üzüldüğüm anda hiç tutamadığım gözyaşlarım. Tutmak da istemediğim. Derinden üzülmeye bir de korku eklenince... İşte o zaman sel götürüyor. Daha da çok ağlamak istiyorum ama çok şişiyor yüzüm gözüm, olmuyor, insan içine çıkınca infial yaratıyor.
Bazıları daha derin yaşıyor, bazıları daha korkarak, bazıları da kendi içinde. Eminim, etrafımdaki kimsenin kötü niyeti yok ama tarzlar farklı. Ve bu farklar ürkütüyor, incitiyor. Çünkü yeterince açığım; sorun neyse konuşulabilir, çözüm bulunabilir, o anda olduğu yerde bırakılıp sonradan üzerine düşülebilir. Ama çıkmaz sokaklar öldürüyor. Elim kolum bağlanıyor zira.
Bugün öleyazdım ben.
O kadar korktum işte.
Cidden.

25 Eylül 2006

Olabilir böyle şeyler

Üç yıl önceydi. Arkadaşlardan birinin banka müfettişi olan eşi bir teftiş için Van'da. Otelde sabah gözlerini açtığında gözlerinden birinin görmediğini farkediyor. Hemen doktora koşuyor, doktor da hemen Ankara'ya geri gönderiyor. Söylenen şey MS (Multiple Sklerosis) olabileceği. (Çok değişik bir hastalık, çok yavaş da seyredebiliyor, hızla perişan da edebiliyor) Ödümüz kopuyor tabi. Neyse, burada tahliller yapılıyor ve MS olmadığı anlaşılıyor. Gözünüz aydın deniliyor, MS değilsiniz, beyninizde tümör var. Şok, şok, şok. En iyi doktor kim? Haluk Deda öneriliyor, muhteşem deniliyor filan.
İlk ameliyatını Ilgaz'ın ikinci doğumgününde oldu Evren. 2003 Temmuzunda. (Evet, doğru okudunuz, ilk ameliyat. Gerisi geldi çünkü.) Hiç bir komplikasyon olmadı. Bir buçuk yıldan fazla gayet iyi gitti. Derken gözde tekrar görmeme başladı. Evren anlamış hemen. Yine gidildi Haluk beye. Olabilir, demiş Haluk bey. Adamın muayenehanesinde karşılaştıkları biri dördüncü ameliyatını olmuş. Tekrarlarmış. İkinci ameliyat da sorunsuz geçti. Bu arada sürekli takip ediliyor tabi. O çekiliyor, buna bakılıyor bilmemne. 2006 Haziran'ında beyinde küçük bir kitle görülmüş yine. Bu en basiti denildi, hemen biter. Gerçekten de normalde 8 saat süren ameliyat bu sefer 3 saatte sonlandı. Pek sevindik, yemeğe gittik Evren'in eşi Şehnaz, Evren'in annesi Nuran teyze, arkadaşlar filan. Çok şükür, bitmiş olsun dedik.
Ertesi gece bir telefon, Evren beyin kanaması geçirmiş. Atladık gittik. Şehnaz perişan. Şehnaz bitmiş. Evren yoğun bakımdaymış. Hiç bir şeye tepki vermiyor. Şehnaz'ın gözleri "ben şimdi ne yapıcam" gözleri. (Evde iki yaşını yeni doldurmuş bir de Demir bey var.) Doktoru geldi sonra. İyi dedi, atlattı. Olabilir böyle şeyler. Peki. Oldu zaten, ötesi var mı?
Bir kaç gün sonra Evren kendine geldi. Sol taraf hiç tutmuyor. Evren kocamaan bir adam, 90 kilo. Oturtmak bile mümkün değil, bırakın koluna girip taşımayı. Şehnaz düşünüyor, adam tutarım, evde yatılı kalır. Şehnaz dur, açılır bu. Yok, ben planlarımı yapayım da, sonradan kalakalmayalım. Neyse, ertesi gün daha iyi, sol kol ve bacak oynamaya başlıyor hiç olmazsa. Ama kafa gidip geliyor. Dün konserdeydim diyor, yatağa vurup, atlayın sizi gideceğiniz yere kadar bırakayım diyor, ne zaman ameliyat olucam diyor. Şehnaz her seferinde düzeltiyor, sakin sakin açıklıyor.
Bu arada Şehnaz'ın annesi geliyor Konya'dan, yardımcı olmaya. Evren'i beş dakika görüp eve geçiyor. Şehnaz bir duş almaya eve gittiğinde annesini kıpkırmızı, balon olmuş gözlerle buluyor. Eve geldikten sonra hiç durmadan ağlamış. Naapıcaksın kızım, ya ölürse, ya böyle kalırsa, vah bu yavru yetim mi kalıcak filan derken Şehnaz "anne, bir duş alıcam, o sırada sen de çantanı topla," diyor. Hastaneye dönüşte annesini AŞTİ'ye bırakıyor. "Ben ağlamıyorum diye bir şey hissetmiyor mu oluyorum? Kimseyi teselli edecek gücüm yok," diyor.
Bu gece konuştum en son. Eve çıkmışlar. Daha iyiyiz dedi Şehnaz. En azından evimizde çocuğumuzla beraberiz.
Canım Evren, iyileş lütfen. O güzel karınla ve lokum çocuğunla mutlu ve sağlıklı bir şekilde yaşa. Canım Şehnaz, sana da sabır diliyorum. Keşke elimden bir şey gelse diyorum.
Tanrı çocuklarımızı korusun.
Lütfen korusun. Hem de her şeyden.
Anladık ki olabilir böyle şeyler

22 Eylül 2006

Enteresan Veliler

Her sabah belli bir saatte apartmanın yan tarafına iniyoruz servis beklemeye. Üç çocuk, üç veli. En büyük çocuğumuz üçüncü sınıfta bir kız çocuğu. "Evet, ben artık her şeyi biliyorum, her şeye vâkıfım" havalarında tipik bir kız işte. Şirin ve güzel de bir çocuk. Babasıyla iniyor aşağıya ve servisi beraber bekliyoruz. Baba her şeyden haberdar bir adam. "Derviş'i aradım," diyor. Derviş kim dediğimde, "servis şöförlerinden sorumlu adam," diyor. Bilmemkim var diyor. O kim? O da Okul aile birliği bilmemne başkanı falan filan. (Ben de eş sorumluluk duygusunda bir veli olarak sadece sınıf öğretmeninin adını biliyorum. VERY GOOD) Ama hoş bir adam, en azından ilgili. Diğer çocuk geç kaldığında umursamazlık etmedi, bekletti filan.
Neyse, esas diğer velilere gelicem. Onların kızı bu sene birinci sınıfa başlamış. Diğer veliyle aynı blokta oturuyorlar. İlk günkü sohbette erkek veli "ben sizi ilk kez görüyorum, yeni mi taşındınız" dediğinde hafiften bozulup, "yoo biz uzundur burada oturuyoruz," demişlerdi. ("Biz hep buralıyız, siz yenisiniz, lütfen yanee", tonu vardı) Çok genç bir çift. Çalışmıyorlar gibi geldi bana ama bu da çok mümkün gözükmüyor. Neyse, servis kalkıyor, bunlar arabalarına atlayıp servisin peşine düşüp okula gidiyorlar. Ben bütün samimiyetimle, "merak etmeyin, ben ODTU'de çalışıyorum, hiç kaza olayı duymadım," dediğimde, "olsun, biz yine de gözkulak olalım," demişlerdi. Ben de anlamamıştım neye gözkulak olacaklarını. Yani allah korusun bir kaza anında bence olayı daha beter hale getirmekten başka bir işe yaramayacaklar. Ama tabi başka soru sormamam gerektiğini bilecek kadar bilge bir zat oldum son zamanlarda. Bu tip veliler histerinin eşiğinde olabilir her an. Anneciiim
Bu sabah gergin anne daha da gergin geldi. Kızım şöyle yap, buranı ilikle, yok bilmemne filan deyip duruyor, kız da belli, biraz daha büyüyünce aynı annesi gibi olucak, pek konuşmuyor, konuştuğunda da ağzını eğerek konuşuyor filan. (Sanırım tenezzül etmiyor) Neyse, çocuklar bindikten sonra servis şöförünü şikayet etti bize. "Dün akşam gelmelerini beklerken baktım diğer blokların önüne giriyor servis. İçimden dedim ki o zaman benim çocuğum niye oraya yürüyor? Herkesin çocuğunu kapısının önünden alıyorsanız benimkini de alın, dedim, bizde böyle, memnun değilseniz şikayet edin dedi. Çok sinirli, biraz da saygısız galiba," gibi bir şeyler söyledi. Ben de kendi kendime, ulan millet nelere dikkat ediyor, yürüdüğümüz yer 2 adım, allah allah, ben mi özensizim filan diye düşünürken diğer bey servisçilerden Derviş'i aradığını söyledi. "Ben bloğun önüne gelinsin demiyorum ama bazı çocuklara böyle özen gösterilirken diğerlerine haksızlık edilmesin, buna karşı çıkarız," demiş. (Ben iyice hayretlere gark oldum. Adam olayı tespit etmiş, şikayet etmiş, uyarısını yapmış, hatta bence tehdit bile etmiş. Ben yine bi-haberrr) Diğer kadın bunu hiç dinlemiyor. Sonra öyle dedim, böyle dedim filan. Kim kime neyi anlatıyor belli değil. Benim de gülesim geldi, zavallı çocuğum, bak ne ilgisiz ana babası var diye düşündüm.
Birbirimize iyi günler dedik ve ayrıldık. Kadın bloğuna doğru yürürken hala kendi kendine konuşuyor gibi geldi, daha da gülesim geldi. Asansöre bindiğimde gerçekten gülüyordum.
Bazı çocuklar daha şanslı oluyor sanırım.
Ama hangi çocuklar, di mi?
;)

14 Eylül 2006

İlk gün

Yok, biliyorum, gerçekten kendimden beklenmeyecek bir performans sergiledim. Bir kere Ilgaz'ın yanında hiiç ağlamadım. Bu benim için mucizevi bir başarı, hiç bir eleştiri kabul etmem. İkincisi hiç hadi veya ona benzer şeyler demedim. Bu ise inanın daha da mucizevi. İçimdeki saat hep dış dünyanın saatinden daha hızlı koşuyor çünkü; ve ben içimden mütemadiyen bana geç kalıyorsun, hadi, çabuk diyen yaratıkla mücadele ediyorum. Ama bugün hiç demedim, aferin bana.
Her zamanki sabahlarımızdan biri oldu. Tek fark yaklaşık 45 dakika daha erken kalkmış olmamızdı. İlk 10-15 dakikamızı miyavlayarak, Ilgaz'ın göbeğine hev hev yaparak, Ilgaz'ın benim suratıma tükürerek hev hev yapmasıyla yatakta geçirdikten sonra mutat kahvaltı seansımızı yaptık ve arabamıza bindik. Teyzeyi ve anneanneyi de alarak oğlumun okuluna gittik. Bugün Ilgaz'ın okulu açıldı. Normal vakitten daha önce açıyorlar, çok da iyi ediyorlar. İlk gün o keşmekeşi yaşamadık. Sonra okulunda bir sürü abi, kısacık etekli abla, daha küçük abi ve ablalar filan eşliğinde ana sınıfına gittik. Bizim tipleri törene almadılar; ezilebilirlermiş. (Ayu abi ve ablalar da var sanırım) Eğilip Ilgaz'ı öptüğümde, "ben bütün gün burada mı kalıcam" dedi. Ve hançeri kalbime sokup bir de kanırtmış oldu. Evet annecim, akşam görüşücez, dedim. Ne diyeyim. Çıktığımda hüüü. Haksız mıyım ya, böyle sorulur mu? Diğer annelerin suratına baktığımda tek kazın ben olmadığımı gördüm. Hoşuma gitti. (hehe)
Akşam daha da devrimsel bir şey olacak. Ilgaz efendi servisle gelecek. "Serviste çok konuşurlarsa benim kafam şişer," diyor dün. Ya kendisi hiç susmayan bir yaratık, ondan daha çok ve daha yüksek sesle konuşan bir başka çocuk düşünemiyorum. Cidden :)
Umarım huzurlu olur, ve mutlu, ve sağlıklı. Ve umarım iyi arkadaşları olur, birbirlerinde kalırlar, hatun dedikodusu çevirirler, pişirdiğim şeyleri haramiler gibi yutarlar.
Canım oğlum, yolun açık olsun.

12 Eylül 2006

11 Eylül

Ilgaz'ın doğduğu seneydi 2001. Bizim için de çok uğursuz bir sene olmuştu. 2000'de bir süredir iyi giden ekonomik duruma aldanıp döviz kredisiyle 2 oda bir salon bir ev almıştık. Sonra malumunuz, aniden devalüasyon oldu. O olduğu sırada Ilgaz'cımla henüz yekpareydik. Korcan arayıp duruyor, sakın haber seyretme, moralini bozma, hallederiz diyordu. Moral bozmamak ne mümkün, küçücük evimiz yalı fiyatına yükselmiş, döviz üç kat artmış (o sıralar Mark vardı), borç sapıtmıştı. Kendime sürekli telkin ediyordum, üzülme, bir çaresi bulunur, daha yavaş ödenir, önemli olan senin ve karnındakinin sağlığı filan.
Neyse Ilgaz bey 13 Temmuz'da teşrif ettiler son derece sağlıklı bir bebek olarak ve biz de kendisiyle bazen mutlu mesut, bazen ne yapacağını bilememenin verdiği çaresizlikten dibe vurarak evde pinekleyip duruyoruz. 11 Eylül günü televizyon seyrediyordum. Salondaki üçlü kanepede uzanmıştım, Ilgaz da göğsümde uyuyor. Ben de kah uyukluyorum, kah televizyona bakıyorum filan. Aniden İkiz Kuleler'e çarpma görüntüsüne geldim. Önce film zannettim. Fakat defalarca aynı görüntüyü vermeye başlayınca CNN'i açtım. Korkunç bir panik tabii ki. Ben ağzım açık görüntüleri seyrediyorum, Ilgaz'ım her şeyden habersiz sakin sakin uyumaya devam ediyor. Derken Korcan aradı, ben de bir heyecan olanları anlatıyorum. Zavallı adam çoktan haber almış, bankadaki bir kaç kuruş TL'mizi dolara çevirmeye çalışıyormuş. Hiç olmazsa elimizdekiler yerlerde sürünmesin demişti. Ama ne mümkün tabi, devalüasyondan sonra bir de 11 Eylül cilası yedik yani.
Ben lohusa kadın duygusallığıyla ağlayıp dururken babam kaç kişi ölmüş diye sordu. Kişi sayısını tam olarak bilmediğimi söyleyince de, "kızım Amerika her sene dünyanın değişik yerlerinde uygulamaya koyduğu darbe planlarıyla bu sayının en az 20 katının ölmesine sebep oluyor, PKK'yı terörist diye tanımaları için kıçımızı yırtıyoruz da burun kıvırıyorlar, terör neymiş görmüş oldular işte," demişti de ağzım açık kalmıştı. Tabii ki orada ölen insanlara o da üzülmüştü, ama genel yönetim tarzı olarak da öz eleştiri yapmaları gerektiğini yüzlerine vurduğunu söylüyordu bu olayın. Oysa babamın yanıldığı ortaya çıktı. Amerika tarzından biraz bile sapmadı, hatta bilakis çok daha saldırgan hale geldi.
Ve olan yine sivillere oldu. Olmaya da devam ediyor ne yazık ki. Tek fark ölen sivillerin derilerinin rengi. Ortalamaya vurursak ne Afganistan'da, ne de Irak'ta süt beyaz adam bulunmaz pek, değil mi? Ama pardon, üzüntümüz cilt renginin tonunun açıklığıyla doğru orantılı son yirmi beş yılın eğilimine göre.
O zaman boş ver gitsin.
:(

10 Eylül 2006

sebepsiz hüzün

Nedensizce mutsuz olma sırası bende galiba. Toparlayamıyorum bugün. Daha doğrusu sabah iyiydim; dün gecenin tortularıyla oldu o iyilik de. Çok sevdiklerimle konuştum msn'de. Çaktırmadan rakımı da içtim. Bol buzlu, buzz gibi bir rakı. (Çok seviyorum, niye inkar edeyim?) O konuşmaların tortusu öğleye kadar idare etti. Şimdi yerlerde sürünüyorum.
Ya niye böyle oldu? Ne yapacağımı bilemiyorum. Tek ilaç nedir şimdi? Görmek? Konuşmak? Dokunmak? Bilmiyorum.
Evet ya, bazen her şey çok çıkışsız geliyor. Ve hatta anlamsız. Yine başladı o GİTME hissi.
Yok misocum, dur, lazımsın bir çok insana. Gitme, gitme. Gittiğin yollardan dönülmez geri. Gitme, gitme. El olursun sevdiğim, incitir beni. (Ezginin Günlüğü,Albüm: İlk Aşk, 1980)
Ama biliyorum, hissediyorum yani, bir gün gidicem sanırım. Şimdi değil, yakın bir gelecekte de değil. Ama gidicem sanırım. Sevdiğim artık seni sevmiyorum deyince gidicem. Ya da yüzüme öyle bakınca :(
Bir yer tarif eden bulunur mu?
Bir yuva yeniden kurulur mu?
Niye bu kadar yalnızım ben bugün?
Bugünün hüznü geçer mi, en azından durulur mu?
Eve gidip yatmak, yatmak, yatmak istiyorum. Büzülüp yatmak ve hiç konuşmamak.
Çok kırığım bugün; bin parça. Mutsuzum çok.
Bu da bu yüzüm galiba
Mutsuz, üzgün yüzüm, pek sevmediğim, zehirli yüzüm.
:(

7 Eylül 2006

Yeni Okul

Biliyorum, iki yıldır okula gittiğini en iyi ben biliyorum inanın. Hatta ilk iki ayı bir eziyetti. Kendini yerlere atmalar, gitmiyceeem diye bağırmalar, nefessiz kalıncaya kadar ağlamalar, koala gibi üzerime yapışıp beni yere düşürmeler... Daha sayarım da ne içim kaldırabilecek, ne de sizi bayayım. Onu orada avaz avaz ağlarken bırakıp kapıdan çıkınca bulduğum en yakın yere çöküp bir posta da ben ağladım her seferinde. Diğer veliler teselli edip durdu, korkmayın geçecek dediler ama bu her gün bu şekilde devam edince ümidimi yitirmeye başladım ben de. Sonra bir gün bende sigortalar attı, eee diye bağırıp bir temiz fırça kaydım tipe. Bu arada sinirle kapıyı ittirmişim (gerçekten hatırlamıyorum), kapı da küüüt diye çarpınca mizansen tam oldu. Tip susar gibi oldu, öğretmeninin elini tuttu, ben de çıkıp gittim. O oldu, bir daha sapıtmadı. Zaman zaman hislendi, özellikle tatil dönüşlerinde bir hoş oldu hep, ama gavur eziyeti yapmadı bir daha. Bu olay 3 yaşını doldurduğunda kreşe yazdırdığımda oldu. Ve gerçekten de net 2 ay sürdü. Dediğim gibi sonradan insan formatına girdi, okul konusunda eziyet etmedi. Hatta o kadar sevdi ki ateşlendiğinde bile gidicem diye ısrar ettiği çok oldu.
Şimdi işler değişti. Bir üst sınıfa terfi ettik. Anaokuluna yazdırdık tipimi. Ha, bir de öyle kolay olmadı. Seçmeler filan yapıldı yanee. (Neyi neye göre seçtikleri konusunda hiç bir fikrim yok, yalnızca bir gün 1 saat içeri alıp oyun oynattılar tiplere. Sonra da mutlu haberi verdiler.) Okulu haftaya perşembe açılıyor ve okul açılana kadar her gün 1 saat alıştırma seansları var. Bugün Ilgaz'ı kapıdan içeri yollarken bir garip oldum. İnsanın tepki verdiği şeyler hiç değişmiyor demek ki. Sadece dozu değişiyor. Yoksa yeni ortamsa yeni ortam. Hem ona, hem bana. Ben bu kadar tedirginken kimbilir onun o kuş kalbi ne durumda.
Sınıflarına bakan bir cam var, çocukları dışarıdan izleyebiliyoruz ama onlar bizi göremiyor. Öğretmeni kitap okudu gruba bugün. Hep Ilgaz'ı izledim. Zaman zaman o japon-yumuğu gözlerini kocaman açtı, zaman zaman tedirgin bir şekilde kıstı. Bazen gülümsedi, bazen aaa türü bir şey söyledi. Öyle uyumlu oturdu ki orada, hem içimde bir şeyler çıt etti, hem de gurur duydum çocuğumla. Çocuk sahibi olmak olağanüstü bir şey dedim kendi kendime. Evet, canıma okudu ve hala ihmal etmiyor okumayı, ama iyi ki var ve ben iyi ki Ilgaz'ın annesiyim. Çünkü benim çocuğumun yapısı güzel. Evet, ben çok emek verdim ama çocuğumun hamuru iyi olmasaydı benim çabalarım boşa çıkar, heder olur giderdi. Yaptığım tek şey o hamuru ekşitmemeye çalışmak oldu, ve sanırım bunu başardım. Ve tabi babası da; çabanın ve emeğin çoğu annede olsa da onun da hakkını yiyemem.
Canım çocuğum, bir tane Ilgaz'ım benim.
Hep huzurlu olsun böyle.

5 Eylül 2006

Kader

Biliyorum, hiç benden beklenen bir başlık değil bu. Ya da bilmiyorum, gayet de beklenen bir şey belki de. Yaşım ilerledikçe, özellikle de çocuğum olduktan sonra bu kader kısmet hikayelerine daha bir inanmaya başladım sanırım. Bugün oğlum ana sınıfına 1 saatlik alışma turuna katıldığında ben de kitabımı açtım ve okumaya başladım. Sonra bir baktım ki bazı veliler camdan içeri bakarak çocuklarının neler yaptığını seyrediyor. Ben de bir gideyim dedim ve orada bir bayanla karşılaştık. Başı kapalı bir bayan, ikizleri başlamış ana sınıfına. Okul kuralı olarak ikizleri iki ayrı sınıfa yerleştirmişler. Bir de abileri varmış. Ben kadını tebrik ettim, sizde yok mu başka, yok, niyet yok mu, o hiç yok. Ehehe filan. Yanımızda bir bayan daha var. Sizde kaç tane, bende de bir tane, oh en güzeli, haha hihi filan. Sonra o bayanın da İngilizce öğretmeni olduğu ortaya çıktı. Laf lafı açtı filan. Derken ingilizce öğretmeni bayanın annesiyle tanıştık. Bayan harp okulunda ingilizce öğretmeniymiş. Eşiniz ne iş yapıyor, eşim mühendis, ya sizin kızınızın eşi ne iş yapıyor? Kaybettik. Aa, öyle mi, çok üzüldüm. Şehit oldu. Hem de oğlunun doğumunu bile göremeden.
Yüzüme olanca gücüyle bir tokat atsaydı bu kadar şaşırır ve bozulurdum herhalde. Çocuğunun doğumunu bile görmeden, seninle kişisel hiç bir alakası olmayan bir olay nedeniyle elveda demek hayata. Arkanda bebeğinizi bekleyen gencecik bir kadın ve seni hiç göremeyecek olan, içinde hep bir boşlukla yaşayacak olan bir çocuk bırakmak. O çocuğa neyi nasıl anlatırsın? Örneğin barış kavramını anlatabilir misin? Ya da baba sence ne demektir diye sorabilir misin?
Bütün bunları konuşmadan önce pencereden içeri bakarken oğlumu ve etrafındaki çocukları izleyip, acaba bunların hangisiyle çok iyi arkadaş olup, birbirlerinde kalmak isteyecekler diye düşünmüştüm. Sonra bu düşünceleri o bayanla da paylaştım; ya evet, dost olurlar inşallah, iyi bir dost en önemli şeydir gerçekten diye konuştuk. Sonra da kadının hayatındaki gerçeği öğrendim. Çok üzüldüm ve elimden hiç bir şey gelmedi.
O çocuk bugün ODTÜye gelirken annesine ve anneannesine "öğretmenim beni sever mi acaba?" diye sormuş. İçim ezildi. Sever tabi, hem de bence çok çok sever ama hiç bir zaman senin açlığını bastıracak kadar sevemez. Ben o çocuğu çok sevdim, daha da çok sevicem biliyorum. Kendi oğlumla karşılaştırdığımda bu hayata zaten en az 5 adım geriden başladığını gördüm çünkü.
Bugün oğlum adına gerçekten güzel bir gün oldu benim için. Yine benim açımdan bir başkasının çocuğu için de bir o kadar hüzünlü bir gün.