20 Aralık 2009

Aaa l e s ve mastır ve kararsız miso


Efenim herkese merhabalar. Sahte bir utangaçlıkla tekrar huzurlarınızdayım. Aslında terbiyeli bir miso olduğum için hafif bir utanma duygusu var; ama zafer duygusu bunu fevkalade bastırıyor. En sonunda bu A L E S açıklandı. Ve içimde pır pır eden, ulan çalıştık da ama çakılmayalım şimdi diyen, ve bu ulan’ı ağzını doldura doldura söyleyen o maganda iç ses şimdi kapadı çenesini. Eşit ağırlıktan 81 aldım. Ne kadar mutluyum.

Ne kadar? Aslında tam da bilemiyorum hani. Haziranda, “mastır mı yapsam ki?” dedikten hemen sonra bu ales işine girişmiştim ya.. Araç amaç olmuştu ya sonra.. Ne mastır var kafada, ne bir şey. Varsa yoksa bu sınav olmuştu. Ha bitti gitti işte. Evet miso, şimdi? Ne bileyim ya, aslında 15 seneden sonra tekrar öğrenci olmak biraz ürkütüyor. Fikri bile zor geliyor. Kendi camiamızdaki psychoları gördükten sonra muhattap olmak zorunda kalmak, o ezici iktidarı hissetmek, kafa sallamak... Ya ne bileyim.

Öte yandan çok çekici programlar da var. Kadın çalışmaları var mesela. Dersler süper. Bir de Orta Doğu Çalışmaları var. O da çok güzel. Son derece güncel. Cidden bir şeyler katsın istiyorum, okuduğumu anlayayım, anladığımı ilgilenenlere anlatayım istiyorum. Onların fikrini almak, anlamak istiyorum. Gidip konuşmak lazım doğru düzgün biriyle. Öğrenci de olabilir, hoca da. Ne yapıldığını anlamak lazım. Sonradan memura dönmemek lazım. Gördünüz mü? Çok zor işte.

Durum budur. Biraz gaz lazım galiba. Bir de ısınma hareketleri gerekiyor bir hayli. Öylesine bir şey olmasın. Beni beslesin istiyorum. O kadar çok fason akademisyen var ki ortalıkta. Benden uzak olsunlar; ödüm kopuyor. Konuşacağım kişi çok önemli olacak sanırım.

Velhasıl bakiciiz. Mühim bir akademisyen bulup aydınlaniciiz.

marruu

2 Aralık 2009

Minare işi


Benim bu ibadethane imarı konusunda cidden çok radikal düşüncelerim var. En hafifi şu: Bence artık Türkiye’ye cami filan yapılmamalı. Her taraf kaynıyor zaten. Yerine okul yapılsa? Ya da kültür merkezi? Peh! Bir de herhangi bir inanç sistemine entegre olmuş birinin Tanrı’sıyla arasına bir bina dikilmesi ihtiyacı duymasını da yadırgıyorum.

Öte yandan, İsviçre’de neden böyle bir yasağa ihtiyaç duyulduğunu, bu yasağın halk oylamasına neden sunulduğunu anlamış da değilim. Gazeteye göz attığımda herhangi nesnel bir sebep göremedim. Düşündüğümde mantıklı bir sebep de bulamadım. Örneğin, “ezan zaten banttan yayınlanıyor, minareye çıkan imam neredeyse kalmadı,” dense biraz mantıklı gelecek. Çünkü doğru. Aynı mantığı kiliseler için kuramıyorum mesela. Çünkü kulelerde hala çan çalınıyor. (Bilgi yanlışım varsa düzeltin lütfen)

İsviçre’deki yasak ortamı germekten başka bir işe yaramamış. Ancak, vayy demokrasinin beşiği, nassı yasaklarlar da diyemiyorum. Çünkü her yerde uygulanan bir baskı türü bu. “Çoğunluk” maskesiyle, korunması-gözetilmesi-pozitif ayrımcılık uygulanması gereken “azınlığın” horlanması. Ya da belki ırkçılıkla da açıklanabilir bir çok yerde bu tür şeyler.

Tabi bir de kendi ülkemize bakıyorum. Daha geçenlerde bir anket yapıldı; halkımın yüzde altmışından fazlası gayrimüslim bir komşu dahi istemiyor. Şimdi bugün başvursam, şurada şu kadar bir Hristiyan cemaatiz desem, paramız hazır, kilise yapıcaz desem, ne olur? Hadi inşa etmeyi geçtim, restore edicez desem? Ne olduğu bugünkü gazetede yazıyordu. Hangi ilde olduğunu bilmiyorum ama bir yerlerde Protestanlar kilise yapma izni almak için 10 yıldır uğraşıyorlarmış. Sonuç: bir arpa boyu yok ilerleyememişler. Yani şu "hoşgörülüyüz" zırvası artık cidden çok sıkıcı bir hale geldi. Bence başka bir kelime bulunsun artık.

Şimdi iyi bir atasözüyle bitirmek vardı bu yazıyı ama iğne ve çuvaldızlı dışında bir şey bilmediğimi farkettim. O da çok geyik…

marruu

30 Kasım 2009

Bir bayram daha...


Yırttı bu miso bu sefer. Ankara’daydı. Burcu geldi zira. On gün kaldı hem de. :) Üstelik arifeden itibaren gece gündüz birlikteydik. Birlikte uyuduk, birlikte uyandık. Uyandığımızda bir o, bir ben miyavladık. Günaydınlandık. Sonra alışverişler yaptık. Anneyle babayı makaraya aldık; gülmekten çatladık. Eskileri konuştuk, geleceğe göz atmaya çalıştık. Arada bir “gidiş anı”nı düşünüp karardık, ama daha var nasıl olsa, diye öteye iteledik.

Gidiş anında tıkanıp kaldık.

Az kaldı, bitti bitiyor dedik, umutlandık.

marruu


15 Kasım 2009

A l e s sonrası


Pazar. Akşam. A le s bitti. Kütüphanedeyken daha iyi skorlar yapıyordum. Sonucu göreceğiz artık.

Klasik Pazar-Pazartesi-Salı yemeklerini yaptım. Kulağımda Hatırla Sevgili’nin müzikleri. Sona doğru bir kadeh rakı koydum kendime. Bol buzlu, az sulu. Yanına da bir bardak soğuk su. Başım ağrımasın sonra diye.

Şimdi ışıklar kapalı. Sadece aspiratörün ışığı açık. Mutfak sandalyesinde oturuyorum. Yemekler hazır. Beyleri çağırmak kaldı bir tek. “Seni Seviyorum”u başa alıyorum. Belki yirminciye. Akordeon çalabiliyor olmayı diliyorum. Ya da kendimi birinin kollarına atıp bu muhteşem müzikte vals yapıyor olmayı. Dönmeyi, dönmeyi...

Rakımdan bir yudum alıyorum. Hiç bitmeyecek, hiç kavuşamayacağım özlemlerimi düşünüyorum. Kulağımda “Seni Seviyorum.”

Rakım bitti.
Ağlamıycam.
Açıklayamam.

marruu

25 Ekim 2009

Kaşıntılarım


Vardır benim kaşıntılarım; arada gelir gider öyle. Mevsimlik alerji gibi. Rahat batar, bir şey dürter. Geçen sene ilk dönem bir sosyoloji dersine girmiştim misafir öğrenci olarak. Aman bir hoşuma gitti o öğrencilik ritmi, anlatamam. Her Cuma üç saatlik ders boyunca not tutuyorum. Ertesi hafta Perşembe gecesi oğlanı uyuttuktan sonra, hem bir önceki haftanın notlarını okuyorum, hem kitaptaki bölümle karşılaştırıyorum filan. Dedim ki, ülen Miso, sana böyle bir “resmi” motivasyon lazımmış. Bak ne güzel kırıp kıçını okuma yapıyorsun. Sonra köşenin delisiyle filan konuştuk. Mastır programlarına bir göz attık. Ooh, ooh, tezsiz mastırlar da var. Dal miso dal...

Duur! Önce A L E S. Mastır filan yapmak için buna girmek gerekiyormuş. İyi, gireriz. Ne vardı? Matematik + sözel. Kıvır, ben A.K. Kızılay’a gidip ağırlığı takriben 7 kilo filan olan bir kitap aldık. Konu anlatımlı ve çıkmış sorular da var.

Yaz başında bir heves başladım çalışmaya. Konu çalışıyorum, soru çözüyorum filan. Ama kardeşim, yuh insaf. Vallahi tembellik yapmıyorum ama herkesi böyle bir sınava itelemek inanılmaz bir haksızlık. Ben liseden mezun olalı 20 sene geçti. Şimdi karşımda mn bir sayıysa n basamağına şu kadar ekleyip m’den şu kadar çıkardığımızda, onu da fitil haline getirmek suretiyle ilgili işlemi yaptığımızda çıkan sonuç falan filan gibi sorular. Ya da üslü çoklar, çarpanlarına ayırmalar, EBOK-EKOK gibi yazarken bile açılımından ya da ne halt olduğundan, neden kullanıldığından emin olamadığım laflar. Dikkat deseniz 5000. Payı paydaya yazmalar, 12’yle 3’ü çarpıp bambaşka diyarlardan sonuçlar bulmalar. Bir de bu puştlar alttaki şıklara işlem hatası yaparak ulaştığın sonucu da bir şık olarak yazıyorlar ya, iyice fıttırıyorum. Anlamadığım şeyleri müdürüme ya da A.K.’ya soruyorum ama içim de ezik kırık. Çaresizlikten. Onlar da beni üzmemek için, kendimi mongol gibi hissetmemem için bir kibar- bir zaarif. Kocca adamlar eğile büküle... heheh

Sınav Kasım’ın 15’inde. Yüzdük kuyruğuna geldik. Aptal saptal sözel soruları da ayrı boğuyor ama mastır için istenen sonucu alırım gibime geliyor. Pek yüksek değil; zira gelen öğrenci profilinin matematik limiti aşikar.

Bir de artık bu sınav araç olmaktan çıktı, sanki önemli olan sınavmış gibi oldu. Daha hangi bölüme mastır başvurusu yapacağımı bile düşünmedim. Bir iki kere internetten baktım ama oturup adam gibi bir karara varmadım. Seçenekler bile muğlak. Paso matematik sorusu çözüyorum. Ya kardeşim ben bu azimle Yük. Mat. Müh felan olurum. Üç beş havuz doldurup boşalttım ya.

Olurum belki yavv.

Nah!!





27 Eylül 2009

Bu seller hep aynı


Üniversite birinci sınıfta T a r ab ya’da bir eve çıkmıştık Figen diye bir arkadaşımla. Ev dedim ya, yanlış anlaşılmasın. Bir apartmanın tek odalı, kapıcı dairesinden dönüştürülmüş, apartman giderleri için kiraya verilen mekanıydı. İç kapı kazan dairesine açılıyordu. Dış kapı ise apartmanın girişinden bağımsızdı; apartman kapısı gibi bir kapıdan girilir, iki üç metrelik bir koridordan sonra balkon kapısı gibi bir iç kapıyla odacığa girilirdi. Çok da ucuza kiralamıştık. Yurttan sıkıldığımızda kaçacak bir yerdi işte. Haftada üç dört gün gidip kalıyorduk. Figen’in dayısı güvenli olsun diye demir dirseklerle üç yerinden çakmıştı kapıyı. Nereden bilecektik...

Bir gece yalnızdım evcikte. “Misoo, misoo,” diye seslenen komşuya uyandım. Sabah saat beşe geliyor. Kazan dairesinin oradan sesleniyor.

“Miso, içeride su var mı?”
Uyku sersemi ne olduğunu da anlamadım. “Yok,” dedim ama hemen ayıldım. “Yok ama ayaklarım cıp cıp ediyor. Halı ıslanmış”.
“Miso, ön tarafa git, oraya dolanıp alıcam seni, dere taştı,” dedi.

O kapıyla balkon kapısı gibi iç kapının arası taş çatlasa on metredir. Oraya gittiğimde gözlerime inanamadım. Dış kapıdan sular kudurmuş gibi içeriye doluyor. Bakakaldım. O sırada komşu üst balkonun demirlerine tutunarak kendini aşağıya bıraktı.

“Miso kapıyı aç.”
Miso salağı kapıyı açtı ama dış kapının anahtarı içeride. Kapıyı açmamla sular içeriye dolmaya başladı. Kapıyı açmamla ranza, kitaplık, her şey odanın diğer kısmına sürükleniverdi.
“Miso kapıyı aç.”
“Anahtar gitti, yok anahtar.”
“Miso, ne diyosun?”

Adamın suratına bakıyorum. Sular belimde. Ve sular nasıl bir hızla yükseliyor anlatamam. Atila abi üst balkonun demirlerine tutunuyor ve ayaklarıyla dış kapıya vurmaya başlıyor. Yapabileceğim hiç bir şey yok, kaçabileceğim hiç bir yer yok. Kapının kenarına tutunmuş bekliyorum kurbanlık gibi. O tip anlarda insana bir deli kuvveti geliyor herhalde. Sular boğazımda artık. Küt diye kırıyor en sonunda kapıyı. Benim dış kapıya doğru gitme ihtimalim sıfır; iç kapıyı bıraksam ben de sürüklenicem. Atila abi gelip beni sırtına alıyor, dış kapıya götürüyor. Gelmemiş olsa sular beni aşmış olacak. İkimiz de üst balkondan eve giriyoruz.

Bütün bu olaylar toplam üç dakika ya sürmüş ya sürmemiştir. Dere taşıp sokaktaki arabaları sürüklemiş. Arabalar devrilince sokağı tıkamış, dere daha da taşmış ve bütün giriş katlarını su basmış. Bir kaç saat içinde sular çekiliyor. Eve girdiğimde suların tavandan yirmi santim aşağısına kadar yükseldiğini görüyorum. Eşyaları dışarıya taşıyoruz. Ve anında nereden geldiği belli olmayan insanlar beliriyor. İnsan o telaşta, o şokta neler olduğunu anlamıyor, o insanların yardıma geldiğini sanıyor. O gün yalnızca kemanımı kurtarabilmiştim, geri kalan her şeyi alıp götürmüşler. Farkında bile değilim. Kafa beş bin olmuş, sürekli tavanın altındaki izi düşünüyorum. Biri elini çamura batırıp bir çizgi çekmiş gibi. Sürekli, Atila benim o gece evde olduğumu hatırlamasaydı olabilecekleri düşünüyorum. Öğlenleyin bir baktım ki bütün kıyafetler, ahşap eşyalar, mutfak eşyaları... ne var ne yok hepsini silip süpürmüş yardımsever halkım.

Ya işte, bu seller hep aynı. Filmin senaryosu da hep aynı. Sel haberlerini dinlerken Ilgaz “anne, bunlar niye yüzmemiş, yüzme bilmiyorlar mı?” diye sordu. Kırık kırık gülümsedim. Başıma gelmeden önce ben de yüzülür, yüzülebilir sanıyordum. Ne mümkün; kavradığın yeri elinin içinde muhafaza edebilmek bile başlıbaşına bir iş. Beyefendinin söylediği gibi dere öcünü alıyor, vurup geçiyor.

Çok kötüydü çok. O olaydan sonra uzun süre kendime gelemedim. Bu yazının bu kadar gecikme sebebi de bu işte. İçim kaldırmadı, yazmak istedim ama yazamadım. O insanlara sabır diliyorum, unutmak diliyorum.

marruu

1 Eylül 2009

Aciyooo


Uzundur ertelediğim şeyi yaptım ve bugün gidip mememdeki ufak şeyi aldırdım. Gerçi patolojiye gönderildi parça, ama öyle bir korku filan yok. İyi bu iyi, filan dedi doktor almadan önce, alırken ve aldıktan sonra. Gayet güven verici bence; patoloji sonucuna bile gerek yok. Kıro miso.

Hamileyken başlamıştı, şimdi Ilgaz 8 yaşını bitirdi. Yuh! Ama ben iyi bir şey olduğunu biliyordum. (Miso=mübarek müneccim)

Gözümün önüne bir perde çekildi ve lokal anesteziyle yapıldı. Ben de doktorların konuştuğu her şeyi dinledim. (Benim bir işim de bu, biliyorsunuz). Doktorlardan biri Amerika’ya gidecekmiş iş görüşmesine. Heyecanlı ama çaktırmamaya çalışıyor. Öbürü daha deneyimli, gideceği yere önceden gitmiş. Her yerde göl olan bir yermiş. Hatta insanların arka bahçelerinde kendi gölleri varmış filan. Ama yerin adını anlayamadım. Hafif şiddetli yusuf yüzünden olabilir. Neyse, daha çömez olana alışveriş merkezleriyle ilgili altın değerinde tavsiyeler verdi.

Lokal anestezi yapılırken acıdı, çünkü oralar zaten çok hassas ve artık biliyorum ki acıma potansiyeli daha yüksek. Ve acıdı. Ben de hafif bağırdım. Meyoovvv filan gibi bir ses çıkardım. Ama işler bitince özür diledim. Sonra çıktım ve bir farkettim ki çamaşırımı kullanamıyorum. Bir memem sargılı, diğeri alabildiğine özgür... Ne yapayım, çıktım. Malum, mevsim dönüyor, alerjiler hafiften hortladı, hapşuruklar arttı. Ben her hapşurukta malum arkadaşlara destek atarak ilerliyorum. Enteresan bir görüntü oldu sonuçta. Komik de geldi; kendimi oralarını buralarını yoklayan adamlara benzettim. Ama muhtemelen ben daha enteresan ve fantazik bir görüntü çizdim. Allahtan hastaydım; sargılar ve pansuman belliydi. (İffetli miso, valla)

Sonuç: İyi çıkacak, biliyorum.

Ve şu anda cidden ağrım var ama geçecek. Bunu da biliyorum.

marruu

14 Temmuz 2009

Ah Güllü hanım...


“Misocum, sorma, gaştı gitti valla gız. Ne bok yiycez bilmiyom. Bizim herif, eve artık ölüsü girer diyo.”
“Güllü hanım, yapmayın böyle. Bak oğlan sizi aramış, ailesi gelecekmiş. Hem kızınız 18 yaşını geçmiş, yasal olarak yapılacak bir şey yok.”
“Neyse Misocum, ben bu hafta gelmeyeyim de, haftaya allah kerim.”
“Tabi tabi, işinize bakın siz. Halledince gelirsiniz.”

Güllü hanım bize haftada bir temizliğe gelen bayan. Kızı ortaokul mezunuymuş. Aslen Ankara’lı ya da Yozgat’lılar. Tam emin değilim ama İç Anadolu’dan bir yerlerden sanırım. Oğlan Tunceli’liymiş. Ve de Alevi. Antalya’ya göç etmişler malum sebeplerden. Üniversitede 2 yıllık teknik bir bölümün öğrencisi. Çocuklar aptal mı? Asla izin çıkmayacağını bilmezler mi? Kaçmışlar. Ve hemen resmi nikah yapmışlar. Sonra oğlan Güllü hanımın evini aramış. “Resmi nikah yaptık, kızınıza da elimi bile sürmedim. Gönül rızanızı istiyorum,” demiş. Ailesini göndermiş. Artık hangi abuk sabuk sebepten çıktıysa bilmiyorum, tartışma yaşanmış. Zaten ortalık gergin, iyice beter olmuş. Aile büyükleri arayı düzeltmek için, “siz de Antalya’ya buyurun,” demişler. Bir iki atışma daha yaşanınca Güllü hanımın kızı kendini dokuzuncu kattan aşağıya atıvermiş.

Güllü hanım bitti, Güllü hanımın içi kupkuru şimdi. Misocuğum yutkunamıyorum, biliyor musun, dedi son konuşmamızda. Söylenecek hiç bir teselli sözü de yok. Bir daha da ne zaman yutkunur ya da şöyle derin bir nefes alabilir bilmiyorum.

Ah Güllü hanım...


21 Haziran 2009

Pe-ri-yan


Fizikle Kimya arasındaki çimlerde oturuyoruz. Sakin, huzurlu. Birazdan çay alırız belki. Otururuz ama en az bir yarım saat. Vakit var. Ben konuşurum vıdı vıdı, şunu bunu anlatırım. A.K “çok/pek/hiç” (duruma göre değişir) konuşmaz.

“Perihan, benim olduğum ortamda o herifi istemiyorum. Anlamıyor musun?”
“...”
“Ya ne diyorsun! Her şeyi görüyorum ben! Ben geldiğim zaman o herif gelmeyecek. Anladın mı?”
“...”

Miso’nun kedi kulakları dikiliyor. Oğlan giderek sinirleniyor. En az iki dakika boyunca “ben ve o aynı ortamda olmayacağız,” minvalinde cümleler kurup, kızın/Perihan’ın ne kadar anladığını görmeye çalışıyor. Ama Perihan anlamıyor ve öfkeden artık “h” harfi “y”ye kayıveriyor. “

“...”
“Ya kızım ne saçmalıyorsun? Yok öyle bir şey. Aptal saptal şeyler uydurma. Yok benim o kızla alakam.”
“...”
“Ya Periyan olmayan şeyi aklıma sokma. Yok diyorum öyle bir şey. Kızın da sevgilisi var. Konuyu dağıtma. İstemiyorum o herifle aynı ortamda olmak.”
“...”
“Periyan sıçtırtma bir tarafına. Ben bal gibi farkındayım ne olduğunun. Kendi kararını ver. İstemiyorum diyorum ya, anlamıyor musun?”
(Anlamıyor bilader. Sen niye anlamıyorsun?)
“...”
“Periyan sikirtme bak...”

A.K. zaten başından beri uyuz olmuş bana. Kibar kibar yüzüme bakmış dinlememem için uyarırcasına. Benim kulaklar çanak anten. Hoş, dinlemek için herhangi bir çaba harcıyor da değilim; yayın çok kuvvetli. Oğlanın öfkesi trajik, siniri arttıkça Periyan’ın Peryan filan olması ayrı bir komik. Ben terbiyesizce sırıtıyorum. Evet, güldüğüm için şimdi pişmanım, ama biliyorum ki gene olsa gene gülerim.

A.K. bütün ağırlığını koyuyor, “kalkın gidip çay alalım,” diyor. Aslında gitmek istemiyorum, işin sonu nereye varacak merak ediyorum ama A.K. çok efendi biri, böyle saygısızlıklara tahammülü yok. Kalkıyoruz mecburen. Gidip mimarlıkta içiyoruz çayı. A.K. kızgın ama bir şey demiyor. Benim keyfim yerinde ama saramıyorum da hikayeye, korkuyorum.

O üç-dört dakikalık kulak misafirliğinden bu yazı çıkıyor. Oysa o günkü çay seansımda yanımda başlıca müttefikim Kıvırım olsaydı, bu yazı değil, kısa öykü çıkardı eldeki artı malzemeden. O beni gizli gizli azarlayarak kaldırmazdı oradan.

heheh

pis kedi marruusu

8 Haziran 2009

Kurum-dışı-insan rahatsızlığı


Başka nasıl tarif edebilirim bilemedim. Başlığın sebebi budur. “Okul sınırları içinde okula ait olmayan” mı deseydim acaba? Bunlar hemen göze batıyor, hemen anlaşılıyor. Yok yok, kılık kıyafetten değil; etrafındakilerle “sağır var karşımda, iyice bağırayım, olmadı elimi kolumu olanca kuvvetimle sallayayım da anlaşılsın,” içgüdüsüyle konuştukları için. Ama okulun neresine giderseniz bu böyle. Aslında öğrenciler de öyle zaarif zaarif konuşan tipler değiller, onların da ses tonu gayet yüksek. Benim bahsettiğim farklı bir şey. “Mezun” diyerek bu kümeyi ufaltmayayım: Mezun olması şart değil. Öğrenci-hoca-asistan-çalışan grupların hepsini düşündüğümüzde okula ait olmayanlarda ses ayarı sıkıntısı oluyor. Aman allahım, ne konuşuyor olurlarsa olsunlar, enn çok onlar eğleniyor. Ne komik, ne komik. “Ağbi adam röveşata yaparken köt üstü bi düştü. Hahahah.” Ya da en bilici onlar. Bankacılık sektöründen tıbba, zannedersin alim muallim. Gerçi öyle olsa burada işin ne, aman efenim biz öyle sanalım maksat o.

Bu yazıyı Çatı’da yazdım. Az önce maruz kaldığım ‘canlandırma-anlatma-doğaçlama’ sebebiyle içeri kaçtım. Zaten anırıyor zat-ı muhterem, arkadaşları da paso haykırarak gülüyor, bir de üzerine ayağa kalkıp pozisyonu canlandırmaya başlayınca dedim ki bu gerizeka şimdi üzerime yıkılacak, kavuşmuş olucaz.

Ne bu ya?

Bağırın canım bağırın. Bilkent sırtları duymadı.

pıhhh

31 Mayıs 2009

Dün gece bir kabustu


Eve geldiğimde saat biri geçiyor. Kafam darmadağınık. Yediden bire kadar bir arkadaşla oturmuşuz. Zamanında çok da anlamlı olmayan bir kaç ufak tefek öfke, anlaşamamazlık yaşamışlığımız var, evet. Ama aslında “arkadaşım” diyebileceğim biri.

Altı yıl önce mart ayında teftişteyken eşi bir sabah bir uyanıyor, bir gözü hiç görmüyor. Aman, MS mi? Ağır seyredeni mi? Apar topar Ankara. Yok, değilmiş, seviniyoruz. Beyin tümörü. Ama habis değil. Hiç olmazsa ameliyat alternatifi var. Bu altı yıl boyunca üç ameliyat oluyor. İyileşti zannederken tekrarlayıp duruyor. Ve şimdi yine başlamış oluşmaya. Meğer bu illetin huyu buymuş: Sıçramıyor, bildiğimiz kanser gibi çürütüp öldürmüyor ama büyüdüğü için beyindeki şu bu merkezleri baskıladığında ölümcül oluyor. Ve çaresi yok.

Evde iki çocuk; biri 5 yaşında, diğeri 16 aylık. Bilerek mi beklemek kötü, bilmeden aniden yüzleşmek mi? Bak nelere üzülüyoruz, diyoruz gece boyunca, defalarca. Bir ağlıyoruz, bir gülüyoruz. Garson bize peçete takviyesi yapıyor arada. Hayat... diyoruz.

Eve girdiğimde üşüyorum. Makyajımı silip kendimi kaynar suyun altına atıyorum.

Isınmak ne mümkün...
Uyumak ne mümkün...

marruu

17 Mayıs 2009

Hocam, ben...


“Hocam ben evlenmek istiyorum. Yani nereye kadar oku, çalış filan. Staj burnumdan geldi vallahi. İş hayatı böyle bi şey gaaaba...” (Bu telafuzu ben de kullanıyormuşum; şahitler var: Bir tür tiki)
“Hmmm.”
“Çocuklarım olsun istiyorum.”
“Hmmm.”
“İki tane. Ah canlarım.”
“Hmmm.”
“Aşkımın sürmesini istiyorum. Sonsuza kadar.”

Yuhhh, diycem, diyemiyorum. Gene hmmm. Bir iki anekdot veriyorum. Gördüğümde şöyle titriyordum, böyle hastaydım. Bak şimdi...
“Yaağğğ hocam, ama niye böyle karamsarrr...”

Bak, bak, içimdeki ıssızlığı dindirmek için nerelere sığınmak istiyorum, iki güzel söze muhtacım. Bak gözlerime nasıllar? Hep stada gideyim, hep içeyimmm... Neden sence?

Diyemiyorum.

“Hocam nasıl enerjiksiniz... Nasıl tatlısınız...”

Enerji? Ah ah, sen buna enerji mi diyorsun? Ah benim canım, köpüren taşan bir şeydim ben; türüm bile tanımlanamamıştı. “Ah, teşekkürler, o senin güzel görüşün...” Kibar ol miso, hayvanlığın lüzumu yok.

Hocam aşk, o kişi, doğru kişi, çocuklarımın babası, evimin direği...

Eşşşeeğğin ziki diycem, diyemiyorum.
Ya bi gidin, zamana yenik düşün gelin...


marruu missooo,
seni yaşlı miso,
mal miso...

10 Mayıs 2009

Pislik ve kötü niyetli miso


Aslında kontrollü biriyimdir. Genelde yani. Hani kızsam bile öyle anında tepki vermemeye, biraz iç takımları soğutmaya gayret ederim. Eski ve yaralayıcı tecrübeler işte; insan eğitimi böyle bir şey a dostlar. Evrimi mevrimi.

Ama ilk defa, yani uzundur ilk defa, gerçekten de bu kadar kuvvetli bir şekilde, birine şöyle ağzımı doldurarak GER-Rİ-ZE-KA-LI demek istiyorum. (Çift “r” vurgusuna dikkat; böyle deyince çok daha doyum verici oluyor). Çünkü gerizekalı bence. Ve son derece de içten pazarlıklı. Ve konuşurken insanın yüzüne bakmıyor. Ve... Ve...

Biraz daha yazarsam ayıp sınırını aşıcam (yuh, daha aşacak bi şey kaldı mı misocin? heheh) Ayıp ediyor olabilirim. Olmaya da bilirim (Türkçe bu). Ama bu insanın bizden biri olması beni çok yaralıyor. Hocalardan biri bu yahu! Sosyal veya politik zekası bir yana, mesleki bilgisi bile allaha emanet. Nasıl alındı bu geçen sene ya! Nasssıılll?

Az kaldı misocino (böyleler çıkınca kendimi bi seviyorum, bi seviyorum anlatamam; misocino da şımartma şeysi), sabret, yalnızca 4-5 hafta daha aynı odada olacaksınız. Sonra bitiyor.

marruu pıhhhh

12 Nisan 2009

Sonbahar


Seyrettiğimden beri boğazımda bir düğüm gibi kalmıştı. ‘Hayata dönüş’ denmişti ya adına bir de yapılan işin, çektiğim hazım zorluğu had safhadaydı. Hangi hayata döndürdüler, bilememiştim o zaman da. Hangi ‘en nefret ettiğime’ reva göreceğimi bile bulamamıştım. Ölenleri geçtim, diğerleri nasıl bir ‘hayat’a döndürüleceklerdi, o zaman da anlamamıştım.

Film bu konuda yapılabilecek en iyi filmdi diyeceğim şimdi; konuya dair hassasiyetim yüzünden tarafsızlığımı yitirdiğimi düşünmeyin lütfen. Böylesine yaralı/yaralayıcı konularda yapılan filmler genellikle kör göze parmak hesabı oluyor; ödüller ancak onlara akıtılıyor. Schindler’s List’i, zenci ayrımcılığını işleyen, Ku-Klux-Klan cinayetleriyle dolup taşan filmleri düşünün bir. Gözlerimizin önünde kıtır kıtır kesiliyor insanlar, keyif için vuruluyor filan. Göz yaşlarımız fışkırıyor.

Sonbahar’da böyle bir parmak yoktu; Sonbahar’da Yusuf’u izledim ben, bütün film boyunca onun feri sönmüş gözlerine baktım. Annesine baktım sonra. İkisinin ayrı ayrı okunması gereken yalnızlıklarına baktım. Ölüsünü evinin bahçesine gömdüren geleneği düşündüm. Yaşamla ölümün içiçeliğine hayret ettim. Sonra o Rus hayat kadınını düşündüm. O gece o otel odasında sevişmenin ne kadar mekanik, dolayısıyla ne kadar anlamsız olacağını düşündüm. Film beni kahretti; bir insanı bu hale getirenlerin başka insanlar olduğu düşüncesiyle tükendim.

Ve sonra film hakkında şurda burda yazılar okudum. Hep güzel, hep olumlu şeylerdi. Bir tanesi hariç. Filmin devrimci harekete zarar verdiği, Yusuf’un hastalığı dolayısıyla tahliye olmasının hareketin zedelenmesine neden olacağı falanı filanı... Sonra yönetmen Özcan Alper ve oyuncu Onur Saylak okula geldi. Koştum gittim. Yönetmenin bu kadar etten kemikten, bu kadar gerçek bir insan olmasının etkisi hala üzerimde. Koskoca mimarlık anfisi dolmuş ama sanki hepimizi tanıyormuşçasına samimi bir şekilde soruların, yorumların hepsini dinleyip gerçekten hiç poz kesmeden, şunu söylesem nasıl olur ki diye hesap kitap yapmadan, kendi arkadaşlarına konuşur gibi konuştu. Ve yukarıda okuduğum eleştiriyi dinleyicilerden biri yaptı: Yusuf’un hapisten çıktıktan sonraki halindeki umutsuzluk devrimci hareket için yapılanları, çekilen acıları gölgeliyormuş. Filmin alt metni okunduğunda şöyle bir tahlil çıkıyormuş: ...

Öfkelenince veya üzülünce boğazım kurur benim. Ne alt metni, ne üst metni diye bağırasım geldi salonda. Ya sen ne diyorsun beyefendi allah aşkına? (Öfke-özne karmaşası) Yusuf ölüyor, görüyor musun? Ne devrimi, ne hareketi? Yusuf’un bedeni bitmiş, tükenmiş artık. Öksürürken kulaklarımı kapatmak istiyorum; o kadar içim sızlıyor. Ve Yusuf hala yapabileceği en şerefli, en umut verici şeyi yapıyor; hala hayatın içinde yer alabiliyor. O küçük çocuğa matematik çalıştırıyor, ruhen kendinden on kat daha kurumuş, on kat daha ölgün arkadaşını ikna edip yaylaya çıkıyor. Nefes almakta yürürken bile zorlanan o Yusuf, tulumu yerinden çıkartıp üflüyor. Hiç şikayet etmiyor, hiç kahretmiyor.

Kırk yaşıma geldim geliyorum ve naçizane bir gözlemim var: Amaç İNSAN olmaktan çıkalı beri hiç bir hareket başarılı olamıyor. İnsana saygı, insana sevgi edinilen o yüce AMAÇ uğruna yitiriliyor. Ve insanı gözden çıkardığımız anda her şey sönüyor zaten, yapaylaşıyor. Yusuf ölüyor orada, ve dim dik bir şekilde ölümünü beklerken biz hala yok filmin alt metni, yok hareketin devamı diyebiliyoruz.

Yusuf’u canlandıran Onur Saylak’ın salona gelmesi üzerine benim içim sevinç doluyor. “Oh yaşasın, Yusuf yaşıyor,” diyorum içimden. İşte film böyle bir film.

Yusuf daha ne yapsın? Özcan daha ne yapsın?

marruu



8 Mart 2009

Bunalmış miso


Bunaldım bu aralar. Anneme anjiyo yapıldı Şubat sonunda. Bir damarında %50 tıkanma bulundu, beteri olmadığına sevindik. Ama aspirin ve türevlerini kullanamıyor, kanama yapıyor; bu da doktoru ürküttü. Stent takmak veya by-pass yapmak için mutlaka kan sulandırıcı gerekiyormuş. Umarız gerek kalmaz.

Geçtiğimiz Çarşamba müdürüm belini incitti. “Bir musibet bin nasihatten evladır”ı örneklemiş olduk. Ilgaz efendi artık kucakta çişe kaldırılır mı? Adam benim kadar neredeyse. O gece sırtı ve beli kazık kesti. İki gün yattı; onu iç, bunu yap. Bugün daha iyice. Yarın inşallah doktora gidebileceğiz ve umuyorum ki hiç bir şey çıkmayacak.

Hastalık beni perişan ediyor. 20 yıldır babamın çeşitli maceralarına koşturup duruyoruz. Evet, başa gelince çekiliyor ama artçı sarsıntılarım çok uzun sürer oldu. Moralim bozuldu, böyle bir ağlama isteği, Sezen dinlememeye özen göstermeler filan... Ya ciddi ciddi kendi hastalığımı düşünür oldum. Aslan kediler; ben de onlar gibi basıp gitsem böyle ciddi bir arıza çıktığında, şööyle gizli bir köşeye kıvrılsammm...

Bunaldım demiştim ya... Kendimden sıkıldım. Ve tabi bir de gerçekten çok sevdiğim, sadece bloglarımız vasıtasıyla olmasına rağmen şaşırtıcı derecede “canım arkadaşım” addettiğim insanları okuyamıyorum bir süredir. Yalnızca vakitsizlik değil bunun nedeni. Canım istemiyor; yazmak hiç istemiyor. İçim de sürekli kıpır kıpır; elektraya ne oldu, ekmekçi ne yapıyor, evinkedisinin hamileliği, ... Herkesi yazmak mümkün değil tabi şimdi buraya. Bu üç arkadaş şimdi aklıma düşüverenler. Aslında yazmak da istiyorum; Ilgaz efendinin suratımda patlayan veli görüşmesi, bir arkadaşın mok yemeleri filan. Ama elim varmıyor. Biraz ara mı versem diye düşünüyorum, o da acayip ürkütüyor. Geri dönerim de, döndüğümde kıymetlilerim nerede olur filan... Ya çocuk gibiyim, üff...

Sevgilim tarafından terk edilmiş gibiyim. Hah, tam böyleyim işte. Terketme beni yahu! Etme!! Ne yaptıysam affettiricem, gel geri. (40 yaş pişmanlığı da böyle oluyor galiba, burnumuz kırılmış, baksanıza)

marruu

25 Şubat 2009

Barcelona 3: Son gün


Dali’nin evine gitmek için trene biniyoruz. Elimizdeki haritada gideceğimiz istikametin son durağı yazıyor ama adı yok. Bu küçücük haritada yüz tane yerin adı var, ama “Figueres” yok işte. Kulakları dikip “proxima estasyon” lafından sonra gelen istasyon ismini duymaya çalışıyoruz ama nafile. Bir sonraki durağın ismini de bulamıyoruz haritada. Burcu’yla birbirimize bakıp gülüyoruz. Yanlış mı bindik? Naapalım, yanlışsa biner döneriz yine.

Vagondaki herkes konuşuyor. Yaşlı-genç, herkes aynı. Sanki toplantıya gelinmiş de insanlar birbirlerini bir şekilde tanıyor gibi. Arada birisi tavuk-kuş filan sesleri bile çıkartıyor. Şaşıyoruz, komiğimize gidiyor. Ve bunların sorumluları çocuk filan değil, kocaman insanlar.

Bir ara bir duraktan kocaman ve kıpkırmızı burunlu bir adam biniyor. Ama saat daha iki, ve bu kadar içmek ne ola ki? Kokudan midemiz bulanıyor. Bira var, votka var, ve sanırım bilmediğimiz bir şeyler daha var. Hey maşallah,diyoruz. Tek çözüm duymamaya çalışmak; tek ama imkansız çözüm. Koku neredeyse saçlarımıza sinecek kadar kuvvetli.

İki saat sonra Figueres’de iniyoruz. Saat 15:40. Eletronik tabeladan Burcu’yla beraber bir sonraki trenin kaçta olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Neeğ? 16:30. Ya nasıl olur? Gidiş dönüş bilet var, yetişmemiz lazım. Keşke öyle bilet almasaymışız. Adamın biri bize Dali’nin evinin yerini tarif ediyor. On dakikada gidersiniz diyor, ama anlattığı yer biraz daha uzak gibi sanki. Yürümeye başlıyoruz, yanımızda bir araba duruyor; deminki adam. Götüreyim sizi isterseniz diyor. Sevinç içinde arabaya atlıyoruz. Adam temiz yüzlü biri ve arkada iki tane bebek koltuğu var. (Tipik seri katil) Neyse, adamın 10 dakikada yürürsünüz dediği yere arabayla 5 dakikada varıyoruz. Yürüsek temiz 20 dakika tutacak. Bu arada Fransa sınırına 20 km uzakta olduğumuzu öğreniyoruz. Adam sürekli benimle Fransızca konuşuyor, ben moron debil bir suratla yüzüne bakıp Burcu’yu işaret ediyorum. Adam sonra ikiz misiniz, diyor. Burcu bana söylüyor, gülüyoruz. Ama bu sefer uygunsuz bir teklif yok. Biraz sonra “Fransız mısınız?” diye sorunca moron debil payesini adama takdim edip gülümsemekle yetiniyorum.

Koşa koşa Dali müzesini geziyoruz. Picasso, Miro bize göre değilmiş, onu anlıyoruz. Ama Dali... Muhteşem, cidden muhteşem. Müzeden çıkıyoruz. Treni kaçırma endişesi her yanımı sarmış. Burcu’ya “sallanmasan” diye pıhlıyorum. O da bana tırnaklarını çıkartıyor. Yarı koşa yarı yürüye istasyona geri dönüyoruz. Koşup Burcu’ya su alıyorum; biraz yarattığım gerginliği affettirmek, biraz da migreninin tutmasından korktuğum için. İstasyona vardıktan 1.5 dakika sonra tren geliyor. Bu memlekette her şey dakikasında oluyor. Yolda bizden sonra binip bizden önce inen iki liseli çocuk kaçamak kaçamak bakıp duruyor. Evet ya, bu memleketteki erkek milleti yaştan baştan anlamıyor. Gururumuz bile okşanmıyor, gülüp geçiyoruz. Yuh yahu, liseli tipler!

İki saatlik dönüş yolculuğu iyi geliyor, dinleniyoruz. Gerginlik Figueres durağında kalmış. Yol boyunca aileden, eskilerden, üzüntülerden konuşuyoruz. Sanki Türkiye’deyiz, okuldan çıkmış eve gidiyoruz da onu bunu çekiştiriyoruz.

Bugün son gün, yarın dönüş. Evet biraz hüzünlüyüz ama o kadar da yorgunuz ki, dönmek iyi gelecek ikimize de, biliyoruz. Tatilin her bir saniyesini içimde, üzerimde, tenimde muhafaza etmek istiyorum. Olur mu bilmem ama bir daha gitmek istiyorum. Ve Burcu’yla istiyorum.

Çok şey istiyorum.
Biliyorum.

marruu

15 Şubat 2009

Barcelona 2: Hediyelik Eşya ve Eşyacılar


Bundan kaçış yok; ne kendi içimizde, ne de diğer yaka bağlamında. Bir şeyler almasak içimize sinmeyecek. Ve illa ki küstürücez insanları. Her şey de çok klişe ve pahalı. Aslında “pahalı” kavramını zorluyor bu şehir. Cidden pahalı.

Bir akşam saat 8 gibi bir hediyelik dükkanına giriyoruz. Hediyelik dükkan sahiplerinin hepsi Hintli, ya da öyle görünüyorlar. Aslında bu da bir sürpriz bizim için; hiç bu kadar Hintli olduğunu düşünmemişiz Barselona’da. Gerçi şuralı vardır da buralı yoktur diye de düşünmüşlüğümüz yok ama şaşırıyoruz işte.

Dükkanda bir çocuk bize yardımcı oluyor. Eşlere ve Ilgaz’a tişört bakıyoruz ve söylüyoruz da adama. Birazdan Burcu ya da ben bir tişört için bunun mavisi var mıdır filan gibi bir şey soruyoruz kendi aramızda. Dükkan sahibi, “yeees” diyor. Neyy, adam Türkçe anlıyor. Nereden anlıyor? Dükkana gelip giden Türklerden; anlıyor ama konuşamıyor. Nerelisiniz, İstanbul’lu mu? Yok, Ankaralı. Siz? Hindistan’dan gelmiş ailesi, 45 yıl önce, çok seviyormuş Barselona’yı filan. İyi, diyoruz, çok uzatmaya gerek yok, ama adam sohbet etmek istiyor. Evli değilmiş, bulamamış, o özel kişiyi arıyormuş. Bu arada kocalara tişört bakmaya devam. İkiz misiniz? Gülüyoruz, ben seviniyorum ama Burcu hayvanı hemen, “o benden 7 yaş büyük,” diyor. Şunun bir büyüğü var mı? Eşiniz uzun mu? (Senden bir kafa uzun) Evet, uzun, ikisi de uzun. Bir boy büyüğüne bakıyoruz…

“Bize gidelim isterseniz?”
Pardon? Adamın suratına bakıyoruz. Tişörtleri almışız, hiç ummadığımız bir indirim de yapmış.
“Evim yakın ve çok geniş, rahat ederiz” diyor. Hangi bağlamda rahat edicez, anlamadık. Yok, anlamak istemedik.
“Hayır,” diyoruz. “Evliyiz biz, anlatamadık galiba,” türü bir şeyler geveliyoruz, tişörtleri alıp çıkıyoruz.

Eh be gerizekalı, bizim bu tarz bir fantazya arayışımız olsa senin üç metrekare dükkanına gelip “evliyiz, kocalara ve oğluma tişört bakıyoruz” der miyiz? Hani Miso-Burcu-Barselona/Burcu-Miso-Barselona peşinde koşuyor olsak yüksek bir yerlere çıkıp şöyle ressamından müzisyenine bir şeyler bakmaz mıyız? Biz ki Alain Delon’u bile görmüşüz etten kemiktenn… Pizza yediğimiz restorandaki garson da pek şekerdi ve pek asıldı ama evliyiz ulan işte, çocuk bile var. Bende var, Burcu’da da planı programı ve ciddi boyutta isteği var sonuçta.

Artık hediyelik eşya alma işini son güne bırakıyoruz; sıtkımız sıyrılmış. Pıhhhh. Daha önceki dükkanın önünden geçerken adamın kasanın başında burnunu karıştırdığını görüyoruz ve gülüşüyoruz. Kaç Miso, Kaç Burcu… Son gece bir yere giriyoruz. Mumluklardan birinin üzerinde fiyat yok. Burcu bana “bu ne kadar acaba?” diyor. Dükkan sahibi arkamızda bitiyor. “Gerçek price dokguz dokgsan beş, baci price yedi dokgsan beş.” Yuhhh, diyoruz, herifler ciddi ciddi Türkçe anlıyor ve hatta bu konuşuyor da. Bu adam da Pakistanlıymış. Ama bu bacci lafi çok komik, bir ara bir şeye bakmak için yere çömeliyoruz, ben gülmekten neredeyse yere düşüyorum. Adama bu ne kadar diye sordukça adam marah etme baci, filan deyip elimizdekini yana koyuyor. Burcu, “baci baci diye diye sokacak bu bize ama, dur bakalım,” diyor. Artık gülmekten altıma edicem; var gücümle bu felakete direnmeye çalışıyorum. Sonra bize bir şeyi Türkçe nasıl söyleyeceğini soruyor. Burcu pratik bir şekilde kısacık bir şey söylüyor, ben ağdalısını yumurtluyorum. Adam bana yooohh deyip Burcu’nun söylediğini yazıyor. Sonradan ezberleyecek besbelli. Doğru yazıp yazmadığına bakıyoruz ama sağdan sola yuvarlacık şekiller kullandığı için bir halt anlamıyoruz.

Sonuç 1: Bu bizi evine davet etmiyor. Hayvan değil. Ve 120 euro gibi bir tutarı 90 küsura indiriyor; ki hakikaten hiç beklemediğimiz bir şey. Tam bacci price oluyor.

Sonuç 2: Tatilin son gecesi içimizde gülmeye ayıracağımız ne kadar enerji varsa tüketiyoruz. Uzundur bu kadar gülmemiştik. BACCİ Burcu, BACCİ Miso.

marruu


6 Şubat 2009

Güz Sancısı


Şşş. Karışma sen bu işlere. Anlamazsın! Neyi anlamam? Anlamazsın, karışma diyorum. Doğru, anlamam. Düşünmeyince anlama ihtimali sıfır oluyor çünkü. Noktaları birleştirmeyince bütün resmi görebilmek mümkün mü?

Ah Nemika... Aynanın karşısına oturup yüzünü iki elinin arasına alarak kendine, gözlerinin içine şöyle bir baksaydın yeterdi, biliyor musun? O yumuşacık gözlerine... O Suat’a yumuşacık bakan gözlerine... Ah Nemika, dünyanın en büyük bahtsızlığı babadan utanmakmış, değil mi? Anladın sen bunu. Ve çok pahalıya patladı sana; her şeyini yitirdin. Aşkın sandığın Behçet’i, ilahlaştırdığın babanı, o muhteşem yaşantını, insanlık onurunu ve gerçekten sevdiğin Suat’ı...

Suat, ne yaptın sen? Niye sorup duruyorsun? Sorma, sorma ne olur! Bak sorup durdun; neler oldu, gördün mü? Geri dönüşü var mı artık? Bir de tuttun Nemika’ya aşık oldun. Başka kız mı yok? Bak babasına; bizim anlamadığımız her şeyi anlıyor, her şeyi biliyor. Ve ne yazık ki her şeye muktedir. Kendi gibi olmasına rağmen bir kaç konuda farklı düşünen birini öldürmeye bile. Suat kendine gel, bak Nemika geliyor, heyecanlanma çocuk gibi. Behçet’in O. Düşünmeyen, düşünse de anlamayan, anlasa da harekete geçemeyen Behçet’in...

Behçet! Seni ahmak! Kurtul şunların elinden, git Suat’ın yanına. Gerekiyorsa sen de dayak ye. Nasıl durdun öyle, nasıl bekledin? “Behçet” diyen, gammazcılığına hala inanmayan o sesi duymaya nasıl dayanabildin? Suat’ın senin ihanetini öğrenip en büyük acıyı yaşayarak ölmesine nasıl izin verdin? Koş bakalım Behçet efendi, nereye varcaksın? “Behçet” diye seslenen Suat’tan nasıl sıyrılabileceksin? Rum kızına aşkını itiraf bile edemedin; Nemika seni terk etmeseydi de çizdiğin hayattan sıyrılacağın yoktu. Son anda adam oldun; ne yazık ki her şey için çok geçti artık babanın karşısına dikildiğinde. Hoş, o da omuzları inik, kısık sesli bir dikilişti, ama olsun. Ama oldu mu? Olmadı, değil mi? O en korkunç iki güne, 6-7 Eylül’e çanak tutanların başını çekmek nasıl bir histi? Tüm öldürülenleri, tüm yağma kurbanlarını taşısan kucağında bu suçluluk duygunu yenebilir misin Behçet? Harcanmış Behçet seni!

Rejans’ta Bach’ın çello sonatını canlı dinleyebiliyorsan, kendi mutfaklarında yaptıkları nefis votkayı içebiliyorsan, sofralarına oturduğunda farklı lezzetler tadabiliyorsan eğer... İşte bunları “öteki”nin kültürüne borçlusun. Onun da sana borçlu olduğu bir çok şey gibi. Ama ne yaptın sen? Olmayan bir şey uydurdun, ellerine sopalar, silahlar tutuşturduğun çapulcuları, katilleri, açları, tecavüzcüleri sığır sürüleri gibi doldurdun kamyonlara, getirdin kentlere. Kucaklarında Fatih’in tablosunu taşıyan, hala 500 yıl öncesinin olayıyla gurur duymaktan başka elinde hiç bir şeyi olmayan bu adamlara başkalarının hayatını talan ettirerek tattırdın çikolatayı. Ancak o şekilde dokunabildiler ipeğe, satene. Neyin intikamını aldıklarını bilmeden saldırdılar hayvanlar gibi...

Herkesin tarihinde çok büyük utanç anları vardır, eminim. Bu da bizimkilerden biri işte. Çok çok üzgünüm ve o olaylar yüzünden, o olayların sorumluları adına bütün benliğimle en içten bir şekilde özür diliyorum; hiç bir şeye yaramayacağını bile bile...

Nokta!

3 Şubat 2009

Barcelona 1: Gaudi


Burcu’yla inanılmaz bir uyum içinde şehri dolanıp durduk dört gün boyunca. Bir sonra kuracağımız cümle bile bazen aynı oldu. Farklı kelimeler belki, ama aynı niyet. Kahve içelim mi? Hediyelik alalım mı? Şuraya bakalım mı? ...lım mı? ...lım mı? ...lım mı? Aynı şeylere gülüp aynı şeyleri geyiğe sardık. Aynı insanları beğenip, “gel sana bunu alayım,” dedik. Bir tek rastalı saçlıları beğendiremedim kendisine.

İspanyollar “s”leri peltek söylüyorlar; ben hiç bilmiyordum, dilin özelliği buymuş. Birbirimize “gracias” deyip gülüşüp durduk. Türkçe kelimeleri İspanyolca gibi vurgulayarak ayrı eğlendik. “Man-zaa-ra”, “Pe-çee-te”, “Pı-raa-sa,”... Aslında bunların hepsi bahane; güldük işte, dört gün boyunca hatırlamadığım bir zaman diliminin toplamı kadar güldük, mutlu olduk. Barcelona kelimesini algılayışım değişti benim; sanki coşkulu bir şey söyler gibi, güzel, keyifli, lezzetli bir şey gibi, ağzımızı doldurarak söylemek gerekiyormuş gibi hissediyorum artık. BARCELONA!

Gaudi’nin sanat şaheserlerini gördüğümüzde dibimiz düştü. Casa Battlo’yu veya Casa Mia’yı gezerken kulağımızdaki rehber şehri adamın tasarladığını anlatıyordu. “Bir dahiyi mi, yoksa bir akıl hastasını mı mezun ediyoruz, bilmiyorum,” demiş hocası zamanında. 1900’lerin başında şehrin planını çizmiş Gaudi efendi. Zaten G oo gle’dan baktığınızda şehrin kutu kutu olduğunu görebiliyorsunuz. Her kutucuğun ortasında da bir avlu. Ve tabi şehrin kanalizasyon sisteminin yine aynı zamanlarda hayata geçirildiği anlatılıyordu. Bu Casa Mia veya Battlo da oyuncağı olmuş zaten Gaudi’nin. Hansel ve Gretel için tasarlayıp yaptığı muazzam masal evlerini kendisine ısmarlayan zenginlerin hizmetine sunmuş. Öyle iyi bir mimarmış ki, parası olan dökmüş önüne, buyur istediğin gibi yap diye. Bir de tabi Casa Battlo’yu gezerken en büyük şok merdivenlerden yukarı çıkan Alain Delon’la karşılaşmak oldu. Adamın da orada oturduğunu öğrenmiş olduk böylece.

La Sagrada Familia ise akıllara zarar bir yer. Gaudi gençliğinde din min fazla sallamıyormuş. Sonra ağır ve uzun soluklu bir hastalık geçirmiş ve koyu bir Katolik olmuş. Ve kendisini Sagrada Familia’yı tasarlamaya ve inşa etmeye adamış. Son on iki yılını da bunun için feda etmiş. Böylesine dindarlık ilk defa bu kadar iyi bir işe yaramış diye düşünüp gülümsüyorum metrodan çıktığımızda. Öte yandan buna bu kadar sarmasaydı kim bilir daha ne şaheserler yaratırdı diye düşünmeden de edemiyorum. Kuleleriyle tepemizde dikilmiş bize bakıyor La Sagrada. İnsanın üzerine eğilmiş gibi; ne kadar aciz ve küçüksünüz der gibi. Burcu’yla afallıyoruz; hiç bir binada bu kadar motif görmemişiz hayatımızda. Her bir köşede farklı hikayeler anlatan heykeller var. Önünde günlerce dursak, günlerce konuşabiliriz gibi geliyor. İçeri giriyoruz ama içeride inşaat ve insanı ziyadesiyle boğacak kadar çok toz var. İnşaatı bilerek bitirmiyorlarmış gibi bir dedikodu var; ilgi çeksin diye bitirmiyorlarmış. Bilakis olumsuz etkiliyor bence.

Kuleye çıkmak için asansöre binmeyi bekleyen insanların arkasına geçiyoruz. Bende ciddi bir yükseklik korkusu var ama yine de çıkmak istiyorum. Daha asansörde içimdeki kelebekler yükseliyor. Tepeye çıkıp asansörden iniyoruz ama ben bir adım atıp asansörden çıkabiliyorum ancak. Bir adım daha yok. Burcu ilerleyip kuledeki odacıklardan manzarayı çekiyor; bırakın bizden yüksek bir binayı, göz hizamızda bile insan yapımı hiç bir şey yok. Bayılmak üzereyim; elimi uzatsam bulutlardan birine binebilecekmişim gibi. Ter içindeyim, midem bulanmaya başlıyor. Sırtımı duvarlardan birine dayıyorum. O sırada asansör geri geliyor. Yerimden kıpırdamadan kıza elimi uzatıyorum. Bir kelime bile çıkmıyor ağzımdan. Kız dirseğimin altından kolumu kavrıyor ve beni asansöre çekiyor. Aşağıya doğru harekete geçtiğimizde, “üzülmeyin,” diyor, “bir çok insan böyle oluyor.” Korkumu bile bile çıkıp bu kadar ürktüğüme üzülüyorum. Kıza teşekkür edip dışarı çıkıyorum ve Burcu’ya, “ben iyiyim, sen keyfine bak,” diye mesaj atıyorum. Beş dakika geçmiyor ki Burcu da geliyor. Yiğidim aslanımın yüzü bembeyaz, tir tir titriyor. Asansöre binmemiş. Kuleden yürüyerek inmiş; attığı her bir adımda yeri görmüş. Çıkıp bir kahve içiyoruz. Toparlanmamız bir saat sürüyor.

Gaudi’ye dair son uğrak Park Güell. Barcelona’nın tam tepesinde devasa bir park. Zamanında Güell ailesine araziyi aldırmış, içini de bir güzel ağaçlandırmış. Amacı 60 evlik bir zengin muhiti yaratmakmış. Ama kardeşim o kadar tepede bir yer ki burası, muhtemelen zenginler adamın suratına gülüp, biz bir düşünelim dedikten sonra içlerinden yürrrü diyerek olayı kapatmışlar. Hepi topu iki evcik var parkta. Biri Gaudi’nin mütevazi, minicik evi, diğeri ise Güell’lere ait ev. Şu anda da içinde birileri oturuyormuş ama kim olduğunu soramadık. Parka gitmeye niyetlendiğimiz ilk gün binlerce basamağı tırmanıp yukarı ulaştığımızda fırtınada devrilen ağaçlar yüzünden parkın kapalı olduğunu öğrenip kahrolmuştuk. Ama yılmadık, bir daha gittik, bir daha ter içinde kaldık ve her bir şeyi gördük. Japonlardan beter fotocu Burcu da derin bir nefes aldı. (Yalnız görülmeden de olmazmış yani, şimdi hak yemeyeyim.)

Şehirlerini dahi bir mimara teslim eden zihniyetle bizim şehirlerimizi teslim alan sığırları karşılaştırdık; üzüldük. Niye böyle olduğumuzun sebebini bulamadık (desem yalan olacak). Yine de onlar adına sevindirici tabi; intikamcı düşünmenin alemi yok. Belki bir gün bizim topraklarımızda da böyle insanlara fırsat verilir diye pespembe düşündük ama pek de umutlanamadık.

Arkası yarın...


marruu

25 Ocak 2009

Barselona


Filmi yazmayacağım. Seyrettim ama; ve hiç üzerime alınmadan, gerçekten dışarıdan gözlerle bakarak çok eğlendim. Özellikle de Penelope Cruz’la. (Konuştuğum bir çok insan, "o ne öyle ya, többeeeğ" filan gibi tepkiler verdi.) Neyse, filmi şimdi yazamam; çok işim var çoookk.

İşim şu: 24:30 otobüsüne binip İstanbul’a gitmek.
İstanbul’da inince taksiye atlayıp “Çek Atatürk havalimanı dış hatlara,” demek.
Dış hatlarda inip Burcu’yla buluşmak.
Ve 9:30 uçağıyla Barselona’ya uçmak.

Ey dostlar, şen dostlar
Umuyorum ki hiç bir aksilik olmadan gideceğiz
Ve çok eğleneceğiz

Ve belki de geri dönmeyeceğiz :)

heheheheh

marruuu


20 Ocak 2009

Gaflet ve boş işler profüsürleri


Yemekhaneye aşağıdan girmiştim gazete almak için. Yukarıdaki hoca yemekhanesine çıkarken öğrencilerin “J a n d a r m a de-fol!” diye slogan attıklarını duydum. Görmeye çalıştım ama pek birilerini de göremedim. Tarih yalnızca Hrant Dink’i gösteriyordu, dışarıda eylem filan da olmamıştı. Anlam veremedim. Küçük bir grup herhalde duymadığım bir şeyi protesto ediyor diye düşündüm.

Yarım saat sonra yemekten çıktığımda yemekhanenin çevresini j a n d a r m a n ı n sarmış olduğunu gördüm. Allah allah, yukarıya da hiç ses gelmemişti. Başka bir şey de görünmüyordu; yine anlamadım.

Bugün çocuklar anlattı. Öğrenciler stand açmış, gazete satıyormuş. Ne gazetesi olduğunu bilmiyorum, yüzde yüz sol eğilimli bir yayındır ama. Hocalardan biri, “şuradaki adam fotoğrafınızı çekiyor,” diye öğrencileri uyarmış. Çocuklar da cep telefonuyla fotoğraf çekeni yakalamışlar. Ne yapıyorsun, hiiiç, fotoğraf mı çekiyorsun, yoooğğğğ, kimsin, yemekhane görevlisiyimmmmm, gel bakalım... diyerekten alıp yemekhaneye götürmüşler. Yemekhanedekiler de biz tanımıyoruz deyivermişler. Adamın üzerinden iki sahte kimlik çıkmış. Cep telefonundan ise çocukların fotoğrafları ve bir sürü asker telefonu. Bir de o anda “öğrenciler stand açtı, gidecek misin?” diyen bir mesaj gelmesin mi? (Hemen kendisine bahtsız bedevi şilti takdim edilmiş.) Çocuklar tabi öfkeden kudurmuş. Rektör yardımcısı gelip olaya el koymuş, zabıt tutulmuş filan. Çocuklar adama hiç bir zarar vermeden dağılmışlar. Ama olay esnasında okul robota dönmüş kasklı, zırhlı adamlarla dolmuş.

Yaa, işte böyle. Yani çocuklar yasadışı ne yapıyormuş ben anlamadım. Adam neden bu kadar keklikmiş, onu hiç anlamadım. Çocukların nasıl olup da sükuneti koruduklarına da aklım ermedi; ama olayın en sevindirici yanı buydu bence.

Biraz da komik geldi bana. Hani şimdi adamcağızın karizma durumları filan. Eeeğğ, bennn, aşçıyım ben, hobim bu foto moto...

heheh

marruu


8 Ocak 2009

Yoksun adamlar


Başka şehirde okumak zordu bana. Evet özgürdüm, hesap kitap kendimeydi çoğu zaman; ama zordu işte. Yurtta kalmak da öyle. Yollarda sürünmedim okula gidip gelmek için; ki İstanbul söz konusu olduğunda bu inanılmaz bir hediyedir insana, ama zordu işte. Eğlenceden, gülmekten çatladığım anlar oldu olmasına da... Bazen kendimi bile görmek istemezken odada 8 kişi olmak zordu.

Eve çıkmak isterdim deli gibi. Şöyle ayağımı uzatayım, istediğim zaman söndüreyim ışığı, arkadaşlar gelsin gitsin... Ah bir de sevgilim olsa, bir de sevgilim gelse... Bize özel, başkasına mahrem her şeye tanık olsa o evim... Miso’nun kuraklığı, ilişkilere dair korkaklığı yüzünden hiç bir sevgiliye tanık olamayan evim de oldu, hiç bir zaman bitmeyecek sandığım aşkımı her bir köşesinde yaşadığım evim de.

Ne kadar mutluydum ben o evde, ne kadar aşıktım. İçim uçuşuyordu sevgiden aşktan. Pastane köşelerinde milletin anlamaz, kınayan bakışlarına maruz kalmadığım için ne kadar şanslıydım. Bu kadar güvenli bir ortamda yaşayabildiğim için sakin sakin, hoyratlığa kaçmadan, incinmeden öğrendim-yaşadım her şeyi. Ve o adamla evlendim ben. Hoş, evlenmesem de o ev yine aynı büyüyle ve güzellikle içimde kalırdı hep; çünkü o ev beni ben yapan yer olmuştu.

Ben çok şanslı bir misoydum işte, çook. O ev hiç bir zaman başıma geçmedi. O evin delik doğalgaz boruları yoktu. Tüpümüz de balkondaydı; başımıza hiç bir şey gelmedi. Gelseydi; bizi evde, salonda iki ayrı koltukta televizyon seyrederken bulsalardı... Ya da bizi yatakta bulsalardı... Ve böyle çirkin ağızlarını doldura doldura, çirkin çirkin konuşsalardı... Yaşadığımız hiç bir şeye saygı duymadan, mutluluğumuzu, bunun kendi tercihimiz olduğunu zerre kadar hesaba katmadan yaftalasalardı... Zaten paramparça olan ailelerimizi bir kere daha yaralasalardı...

O Bilkentli çocuklara yaptılar bunu. Hiç utanmadan hem de. Utanmazlar zaten; bütün yaşadıkları, bütün hesapları diğer dünyaya dair pazarlıklarıdır. Başka hiç bir şeye veya kimseye saygı veya sevgi duymazlar.

Kurak memleketin iğrenç adamlarıdır onlar.

Her şeyden yoksun olan, ve etraflarındaki herkesi aynı yoksunluğa mahkum eden.

marruu