Bundan kaçış yok; ne kendi içimizde, ne de diğer yaka bağlamında. Bir şeyler almasak içimize sinmeyecek. Ve illa ki küstürücez insanları. Her şey de çok klişe ve pahalı. Aslında “pahalı” kavramını zorluyor bu şehir. Cidden pahalı.
Bir akşam saat 8 gibi bir hediyelik dükkanına giriyoruz. Hediyelik dükkan sahiplerinin hepsi Hintli, ya da öyle görünüyorlar. Aslında bu da bir sürpriz bizim için; hiç bu kadar Hintli olduğunu düşünmemişiz Barselona’da. Gerçi şuralı vardır da buralı yoktur diye de düşünmüşlüğümüz yok ama şaşırıyoruz işte.
Dükkanda bir çocuk bize yardımcı oluyor. Eşlere ve Ilgaz’a tişört bakıyoruz ve söylüyoruz da adama. Birazdan Burcu ya da ben bir tişört için bunun mavisi var mıdır filan gibi bir şey soruyoruz kendi aramızda. Dükkan sahibi, “yeees” diyor. Neyy, adam Türkçe anlıyor. Nereden anlıyor? Dükkana gelip giden Türklerden; anlıyor ama konuşamıyor. Nerelisiniz, İstanbul’lu mu? Yok, Ankaralı. Siz? Hindistan’dan gelmiş ailesi, 45 yıl önce, çok seviyormuş Barselona’yı filan. İyi, diyoruz, çok uzatmaya gerek yok, ama adam sohbet etmek istiyor. Evli değilmiş, bulamamış, o özel kişiyi arıyormuş. Bu arada kocalara tişört bakmaya devam. İkiz misiniz? Gülüyoruz, ben seviniyorum ama Burcu hayvanı hemen, “o benden 7 yaş büyük,” diyor. Şunun bir büyüğü var mı? Eşiniz uzun mu? (Senden bir kafa uzun) Evet, uzun, ikisi de uzun. Bir boy büyüğüne bakıyoruz…
“Bize gidelim isterseniz?”
Pardon? Adamın suratına bakıyoruz. Tişörtleri almışız, hiç ummadığımız bir indirim de yapmış.
“Evim yakın ve çok geniş, rahat ederiz” diyor. Hangi bağlamda rahat edicez, anlamadık. Yok, anlamak istemedik.
“Hayır,” diyoruz. “Evliyiz biz, anlatamadık galiba,” türü bir şeyler geveliyoruz, tişörtleri alıp çıkıyoruz.
Eh be gerizekalı, bizim bu tarz bir fantazya arayışımız olsa senin üç metrekare dükkanına gelip “evliyiz, kocalara ve oğluma tişört bakıyoruz” der miyiz? Hani Miso-Burcu-Barselona/Burcu-Miso-Barselona peşinde koşuyor olsak yüksek bir yerlere çıkıp şöyle ressamından müzisyenine bir şeyler bakmaz mıyız? Biz ki Alain Delon’u bile görmüşüz etten kemiktenn… Pizza yediğimiz restorandaki garson da pek şekerdi ve pek asıldı ama evliyiz ulan işte, çocuk bile var. Bende var, Burcu’da da planı programı ve ciddi boyutta isteği var sonuçta.
Artık hediyelik eşya alma işini son güne bırakıyoruz; sıtkımız sıyrılmış. Pıhhhh. Daha önceki dükkanın önünden geçerken adamın kasanın başında burnunu karıştırdığını görüyoruz ve gülüşüyoruz. Kaç Miso, Kaç Burcu… Son gece bir yere giriyoruz. Mumluklardan birinin üzerinde fiyat yok. Burcu bana “bu ne kadar acaba?” diyor. Dükkan sahibi arkamızda bitiyor. “Gerçek price dokguz dokgsan beş, baci price yedi dokgsan beş.” Yuhhh, diyoruz, herifler ciddi ciddi Türkçe anlıyor ve hatta bu konuşuyor da. Bu adam da Pakistanlıymış. Ama bu bacci lafi çok komik, bir ara bir şeye bakmak için yere çömeliyoruz, ben gülmekten neredeyse yere düşüyorum. Adama bu ne kadar diye sordukça adam marah etme baci, filan deyip elimizdekini yana koyuyor. Burcu, “baci baci diye diye sokacak bu bize ama, dur bakalım,” diyor. Artık gülmekten altıma edicem; var gücümle bu felakete direnmeye çalışıyorum. Sonra bize bir şeyi Türkçe nasıl söyleyeceğini soruyor. Burcu pratik bir şekilde kısacık bir şey söylüyor, ben ağdalısını yumurtluyorum. Adam bana yooohh deyip Burcu’nun söylediğini yazıyor. Sonradan ezberleyecek besbelli. Doğru yazıp yazmadığına bakıyoruz ama sağdan sola yuvarlacık şekiller kullandığı için bir halt anlamıyoruz.
Sonuç 1: Bu bizi evine davet etmiyor. Hayvan değil. Ve 120 euro gibi bir tutarı 90 küsura indiriyor; ki hakikaten hiç beklemediğimiz bir şey. Tam bacci price oluyor.
Sonuç 2: Tatilin son gecesi içimizde gülmeye ayıracağımız ne kadar enerji varsa tüketiyoruz. Uzundur bu kadar gülmemiştik. BACCİ Burcu, BACCİ Miso.
marruu