Aç sesini Dufresne, aç da herkes daha derinden duysun, her tarafına işlesin müzik. Suratındaki o muhteşem ifade... İnsan seyrederken eriyip bitiyor. Andy Dufresne hapishane müdürü bilmemkimin sandalyesine oturmuş, kütüphane için gelen koliden çıkan ‘Figaro’nun Düğünü’ operasının plağını koymuş o uyduruk, minicik gramofona, hayatının en büyük hazlarından birini yaşıyor. Tek tek kaldırıyor bütün hapishaneye yayın yapılmasını sağlayacak hoparlör mandallarını. Yüzünde o muhteşem erimiş şekerleme ifadesi.
Kapıya dayandıklarında hınzırlaşıyor suratı. Kapının yarısı cam zaten. Ve görevli de hayvan zaten. O camı kırıp içeri girmesi için üç saniyeye ihtiyacı var yalnızca. Ama bozmuyor keyfini Dufresne. “Aç kapıyı,” diye havlayan görevliye cevabı sesi daha da yükselterek veriyor. Mmm Dufresne, senden alâ kahraman var mı orada şimdi? Bütün hapishane sakinlerinin başları gökte, semavi bir şey dinliyorlar sanki. Herkesi sarıyor anın büyüsü. Ve değiyor; en az on beş günlük hücre hapsine değiyor. Hani şöyle bir on dakika dinletebilse o aryaları herkese, belki hücrede bir ay daha kalmanın pazarlığına bile oturabilir bu adam diye düşünüyor insan.
Shawshank Redemption insanın ne kadar yalnız olduğunu, sırlarına sahip çıkmanın kelimenin tam anlamıyla imkansız olduğu bir ortamda aslında “güçlü” kelimesinin tanımlamakta kifayetsiz kaldığı bazı insanların dost olabilmeyi, insan kalabilmeyi ve bu arada inanması güç bir sırrı sakladığını nasıl başardığını anlatan bir film. Hayatta kalabilmek, bedenini koruyabilmek bu denli zorken herkesten saygın bir hale gelip, en sert kast sistemine bile parmak ısırtacak kadar korkunç yönetim-mahpus ilişkisinde yöneticileri kendisine muhtaç hale getirebilen olağanüstü bir adamın öyküsü bu film.
Filmin sonunda iyinin galip-kötünün mağlup olması değil insana “zafer” duygusunu yaşatan. Bilakis; hiç de aldırış edilmiyor zaten o sona. Oradaki adaletsizliğe, çark dönsün diye suçsuz bir adamın ömrünün geri kalanını akıp giden hayata kapalı sürdürmesine göz yumulduğunda ortaya çıkan dahiyane plan kaynatıyor insanın içini aslında. Ya da bütün ömrünü orada geçirmiş ve bir demirbaş eşya kadar oranın bir parçası haline gelmiş bir ihtiyarın nasıl da dışarıda “yapamadığını”, içine itildiği ve adına özgürlük denilen yükü kaldıramadığını görmek yüceltiyor bu filmi. Ve tabi Red’in son konuşması... “Pişman mısınız bayım?” sorusuna, “Pişman mı? Hayatımın tek bir gününü bile pişmanlık duymadan geçirmedim. O günlerin zavallı delikanlısını karşıma alıp bunları anlatmak için neler vermezdim,” diyen ömrü tükenmiş adamın yüz ifadesinin yarattığı etkiyi silmek mümkün değil.
Biliyorum, çok eski bir film. Ama yıllar sonra bu filme aşık olan biriyle oturup tekrar izlemek, tekrar üzülüp sevinmek, eski bir arkadaşla oturup dertleşmek gibi geldi.
Kısacası, çok iyi geldi.
marruu
Kapıya dayandıklarında hınzırlaşıyor suratı. Kapının yarısı cam zaten. Ve görevli de hayvan zaten. O camı kırıp içeri girmesi için üç saniyeye ihtiyacı var yalnızca. Ama bozmuyor keyfini Dufresne. “Aç kapıyı,” diye havlayan görevliye cevabı sesi daha da yükselterek veriyor. Mmm Dufresne, senden alâ kahraman var mı orada şimdi? Bütün hapishane sakinlerinin başları gökte, semavi bir şey dinliyorlar sanki. Herkesi sarıyor anın büyüsü. Ve değiyor; en az on beş günlük hücre hapsine değiyor. Hani şöyle bir on dakika dinletebilse o aryaları herkese, belki hücrede bir ay daha kalmanın pazarlığına bile oturabilir bu adam diye düşünüyor insan.
Shawshank Redemption insanın ne kadar yalnız olduğunu, sırlarına sahip çıkmanın kelimenin tam anlamıyla imkansız olduğu bir ortamda aslında “güçlü” kelimesinin tanımlamakta kifayetsiz kaldığı bazı insanların dost olabilmeyi, insan kalabilmeyi ve bu arada inanması güç bir sırrı sakladığını nasıl başardığını anlatan bir film. Hayatta kalabilmek, bedenini koruyabilmek bu denli zorken herkesten saygın bir hale gelip, en sert kast sistemine bile parmak ısırtacak kadar korkunç yönetim-mahpus ilişkisinde yöneticileri kendisine muhtaç hale getirebilen olağanüstü bir adamın öyküsü bu film.
Filmin sonunda iyinin galip-kötünün mağlup olması değil insana “zafer” duygusunu yaşatan. Bilakis; hiç de aldırış edilmiyor zaten o sona. Oradaki adaletsizliğe, çark dönsün diye suçsuz bir adamın ömrünün geri kalanını akıp giden hayata kapalı sürdürmesine göz yumulduğunda ortaya çıkan dahiyane plan kaynatıyor insanın içini aslında. Ya da bütün ömrünü orada geçirmiş ve bir demirbaş eşya kadar oranın bir parçası haline gelmiş bir ihtiyarın nasıl da dışarıda “yapamadığını”, içine itildiği ve adına özgürlük denilen yükü kaldıramadığını görmek yüceltiyor bu filmi. Ve tabi Red’in son konuşması... “Pişman mısınız bayım?” sorusuna, “Pişman mı? Hayatımın tek bir gününü bile pişmanlık duymadan geçirmedim. O günlerin zavallı delikanlısını karşıma alıp bunları anlatmak için neler vermezdim,” diyen ömrü tükenmiş adamın yüz ifadesinin yarattığı etkiyi silmek mümkün değil.
Biliyorum, çok eski bir film. Ama yıllar sonra bu filme aşık olan biriyle oturup tekrar izlemek, tekrar üzülüp sevinmek, eski bir arkadaşla oturup dertleşmek gibi geldi.
Kısacası, çok iyi geldi.
marruu