28 Ocak 2008

Shawshank Redemption

Aç sesini Dufresne, aç da herkes daha derinden duysun, her tarafına işlesin müzik. Suratındaki o muhteşem ifade... İnsan seyrederken eriyip bitiyor. Andy Dufresne hapishane müdürü bilmemkimin sandalyesine oturmuş, kütüphane için gelen koliden çıkan ‘Figaro’nun Düğünü’ operasının plağını koymuş o uyduruk, minicik gramofona, hayatının en büyük hazlarından birini yaşıyor. Tek tek kaldırıyor bütün hapishaneye yayın yapılmasını sağlayacak hoparlör mandallarını. Yüzünde o muhteşem erimiş şekerleme ifadesi.

Kapıya dayandıklarında hınzırlaşıyor suratı. Kapının yarısı cam zaten. Ve görevli de hayvan zaten. O camı kırıp içeri girmesi için üç saniyeye ihtiyacı var yalnızca. Ama bozmuyor keyfini Dufresne. “Aç kapıyı,” diye havlayan görevliye cevabı sesi daha da yükselterek veriyor. Mmm Dufresne, senden alâ kahraman var mı orada şimdi? Bütün hapishane sakinlerinin başları gökte, semavi bir şey dinliyorlar sanki. Herkesi sarıyor anın büyüsü. Ve değiyor; en az on beş günlük hücre hapsine değiyor. Hani şöyle bir on dakika dinletebilse o aryaları herkese, belki hücrede bir ay daha kalmanın pazarlığına bile oturabilir bu adam diye düşünüyor insan.

Shawshank Redemption insanın ne kadar yalnız olduğunu, sırlarına sahip çıkmanın kelimenin tam anlamıyla imkansız olduğu bir ortamda aslında “güçlü” kelimesinin tanımlamakta kifayetsiz kaldığı bazı insanların dost olabilmeyi, insan kalabilmeyi ve bu arada inanması güç bir sırrı sakladığını nasıl başardığını anlatan bir film. Hayatta kalabilmek, bedenini koruyabilmek bu denli zorken herkesten saygın bir hale gelip, en sert kast sistemine bile parmak ısırtacak kadar korkunç yönetim-mahpus ilişkisinde yöneticileri kendisine muhtaç hale getirebilen olağanüstü bir adamın öyküsü bu film.

Filmin sonunda iyinin galip-kötünün mağlup olması değil insana “zafer” duygusunu yaşatan. Bilakis; hiç de aldırış edilmiyor zaten o sona. Oradaki adaletsizliğe, çark dönsün diye suçsuz bir adamın ömrünün geri kalanını akıp giden hayata kapalı sürdürmesine göz yumulduğunda ortaya çıkan dahiyane plan kaynatıyor insanın içini aslında. Ya da bütün ömrünü orada geçirmiş ve bir demirbaş eşya kadar oranın bir parçası haline gelmiş bir ihtiyarın nasıl da dışarıda “yapamadığını”, içine itildiği ve adına özgürlük denilen yükü kaldıramadığını görmek yüceltiyor bu filmi. Ve tabi Red’in son konuşması... “Pişman mısınız bayım?” sorusuna, “Pişman mı? Hayatımın tek bir gününü bile pişmanlık duymadan geçirmedim. O günlerin zavallı delikanlısını karşıma alıp bunları anlatmak için neler vermezdim,” diyen ömrü tükenmiş adamın yüz ifadesinin yarattığı etkiyi silmek mümkün değil.

Biliyorum, çok eski bir film. Ama yıllar sonra bu filme aşık olan biriyle oturup tekrar izlemek, tekrar üzülüp sevinmek, eski bir arkadaşla oturup dertleşmek gibi geldi.

Kısacası, çok iyi geldi.

marruu

23 Ocak 2008

Öğretmenim…


Zaman zaman Ilgaz’ı okuldan almaya gidiyorum. Tipler genelde hazırlanıyor oluyorlar. Çantanı topla, palto giy falan filan. Her gittiğimde öğretmenimiz orgeneral Nevin hanım pek bir gergin oluyor. Ooooğlum, sen onu giy, sen çantana bak, nee çiş mi, bu saatte mi söylenir... Hep içimden, “huylanma miso, sen olsan ikinci dersin sonunda cinnet geçirirsin, haklı kadın,” falan filan diyorum ama kendim bile yemiyorum doğrusu. Bir kaç kere de sınıfın arka taraflarındaki birilerine müdahale etmek için önündeki çocukları hafiften ittiğine şahit oldum ama ona da “yok canım, arkaya yetişmek içindir,” dedim. Bunu da hiç mi hiç yemeyerek tabi.

Geçen hafta okula gittiğimde henüz sınıf kapıları kapalıydı. Yan sınıfın velilerinden biri de koridordaydı. Koridor sosyalleşmesi kaçınılmaz oluyor, ve seviyorum da aslında. Karşındaki bir iki kelimeyle ayna gibi belli oluyor. Biz orada dikilirken içeriden yine bizim öğretmenimizin sesi geliyor sen öyle yap, sen şunu yapma filan diye. Yanımdaki bayan birden, “siz bu kadını neden şikayet etmiyorsunuz?” demez mi? Yüzüne bakakaldım. “Hanımefendi, ne zaman gelsem bu hanımın ağzından bir tane güzel söz işitmedim. Sürekli azarlıyor, çocukların özgüvenini sarsıyor resmen.” Çok abartmadan ben de bazı sıkıntıların olduğunu ama Ilgaz’ın sürekli ağzını aradığımı ve çok mutlu olduğunu söyledim. Yani bir çocuk severek ödev yapıyorsa, okula giderken mızımıyorsa, kurnazca sorulan soruların hepsini aynı doğallıkla cevaplıyorsa bir problem olmadığını düşünüyorum. O velinin de bir arkadaşının bizimkinin sınıfında çocuğu varmış; o çocuk da çok mutluymuş. Öğretmenini çok seviyormuş. Belki biz denk geliyoruzdur, dedim. Belki de, dedi. Birbirimizi kandıramadık. Ben de ne yapacağımı bilemedim.

Dün sabah Ilgaz’ı sınıfa bırakıp çıktım. Gitmeden önce de öğretmenimizle karşılaştık, sabah sohbeti yaptık, pek şeker konuştuk. Tam dış kapıdan çıktım ki cebimde Ilgaz’ın kırmızı kaleminin olduğunu farkettim. Vermek için geri döndüğümde Nevin hanımın sesi sınıfa sığmamış koridor duvarlarına çarpıyordu. “Bir şeyi de söylemeden yap, hep ben mi başında duracağım....” Bir şeyler daha dedi ama hatırlamıyorum. Sınıfta bir kız, iki erkek çocuk vardı. Ilgaz’a mı dedi, diğerlerine mi dedi, kime dediyse desin farkeder mi, bu nasıl bir sert bir ses tonu ve kelime seçimidir... Azarı ben işitmişim gibi bir kaç saniye içeri giremedim. Girdiğimde de öğretmenin yüzüne hiç bakmadan Ilgaz’a kalemini verdim ve oğlanı alıp çıktım. Beni kapıya kadar geçirirken “annecim öğretmeniniz bir şeye mi kızdı?” dedim. “Yok, yok, kızmadı, kızmaz, ebelek gübelek,” dedi. İyice uyuz oldum.

Şimdi oğlan ya korkuyor ve o yüzden yok yoook diye direk savunmaya geçiyor, ya da bu manyak kızdığı zaman sapıttığı için bunu kızma olarak algılamıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Eski velilerden bir kaçı, ay pek şanslısınız, harika bir öğretmendir, biraz serttir ama çok başarılıdır, demiş. Şimdi ben kurcalasam bu iş Ilgaz’ın başına patlar mı? Biraz daha bekleyeceğim. Ara tatilde kayınvalide Ilgaz’ın ağzını bir temiz arasın. Kendisi emekli ilkokul öğretmeni ve muhtemelen de çok çok iyi ağız arayacaktır. Eğer travmatik bir şey hissederse gidip okulu yakayım diyorum. Kökten çözüm olsun. Tertemiz.

marruu

17 Ocak 2008

Ruyalar...


Sınav dönemi yaklaştı ya, mutat rüyalar da başladı bittabii (yeni kelime, öğrenin). İki tane var anlatılası. İkisi de birbirinden acınası. Miso yani, acınası olan o.

Birincisinde tak tak sınıf kapısı çalınıyor, hooop quiz gelmiş. Evet, yerleşin, biraz açılabilir miyiz, omuz omuza mücadele var orada, filan derken öğrencilerden biri quizleri alıp kaçıveriyor. Ben tabi aeğğğ diye bağırarak seyirtiyorum peşinden. Nafile. Çocuk uçup gidiyor. Uyan miso uyan; kasılmaktan elim ayağım uyuşmuş uyanıyorum.

İkincisinde üçüncü ara sınav zamanı gelmiş. Bizde önce dinleme bölümü yapılır; o kağıtlar toplandıktan sonra okuma ve dil bilgisi kısmını içeren ana bölüm dağıtılır. Rüya bu ya, ben önce bir güzel son bölümü dağıtıyorum. Çocuklar ismini yazıyor ve bana dank ediyor. Toplayamıyorum tabii ki. Dinleme bölümünü dağıtıcam, zaman daralmış, kağıtları bir elime alıyorum ki her bir kağıt zarf haline getirilmiş. O sırada diğer sınıflardan yönergeyi okuyan erkek sesini duyuyorum. Aaaağğğğğ.

Sınavlar haftaya. Ben kendi payıma düşeni yaptım ve gerekli gerilim rüyalarımı gördüm. Mümkünse bundan sonra sakinleşelim, heyecan yapmayalım ve temiz temiz geçsin bu sınav dönemi.

Sonra da tatillll. Belki İstanbul seyahati var, evvettt, çok mutluyum ama henüz belli değil. Hani diyorum, gelsem ben, blogcularla şöyle bir ceee deme olasılığı var mı acaba? Bunun heyecanı da yeni rüyalara fırlatır atar beni şimdi. Dur bakalım, bir belli olsun da... Mutlaka duyururum borazanla :)

marruu

10 Ocak 2008

Köşenin delisi ve yavvusu

Bugün köşenin delisi’ne gittim. En sonunda gidebildim demeliyim aslında. Kar kış, ders, bilmem ne derken üç haftayı bulduk galiba görüşmeyeli. Şimdi tabi deli’nin okulda olmayışıyla yaşadığım boşluk tarif edilir gibi değil. “Ne kadar da yalnızmışım” oldum o evine çekilince. Herkes bir sosyal, efendim yemek programları, sinemalar, haydi takıl bana benim kuaförümde yaptıralım saçı başı filan yaparken, ben... heheh, yok yahu, o kadar da değil, ama onun gibisi de yok haliyle. Eee, kaç yıl sonra bulduk birbirimizi, zaman zaman pıhhlasak da, sen bana küstün mü, ben şöyle demiştim ama alınmadın di mi ah ahmak ben filan desek de karşılıklı... Süper arkadaş, özlenesi, nesli tükenenlerden yani.

Kapıdan girdiğimde Tarçın’ım, eski aşkım, zamparam koştu geldi. Şöyle bir koluma hamle etti ama ben sevmek isteyince hemen tokat atıp geri çekildi. Sana mı kaldık Tarçın efendiii, benim de evde karakoncolos Fıstık’ım var. Üstelik patilerini ve göbeğini bile sevdiriyor. Ve hatta öptürüyor. Yürrrüüü. Diğer kedi ise çizgifilm karakteri gibi. Bacakları yedi santim filan; hadi abartmayayım on santim olsun. Bodur bir tropikal hayvan gibi. Hayvanı neredeyse hiç göremediğimden dolayı adını unutmuşum, Osman diyeceğime Mustafa gel filan dediğim için o da bastı gitti. Sonra bir ara sevdim ama camın önünde. Hatta sırtını kaşıdığım için kıçını kaldırdı, deli naapıyo yaa filan dedi, ben de kıllanıp kaşıma olayını kestim.

Ama efendim, her şey bir yana, o Toprak yaratığı diğer yana. Ya ne olmuş o öyle. Anlatılmaz kucağa alınır, yanaklara burun ve dudaklar bastırılır, hiç öpülmeden öööyle beklenir, o gurr gurr kumru sesleri çıkarırken, bir yandan da mikro ayak parmaklarını bacaklarıma batırırken... Yok, hayır, ikinci çocuğu cidden istemiyorum. Ama içim ılık, ılık akıyor oraya gidince de.

İlk gittiğim anda Toprak efendi büzdü dudakları ağlar gibi yaptı. Aaa, dedim, beyefendi adam tanımaya başlamış. Sonra benim dost olduğuma ikna oldu. Sonra da uyumak dışında hiç kucağımdan inmedi. Bir ara yürütece konduğunda çok komik oldu; kendisine biraz büyük gelen bir poniye atlamış cüce edasıyla etrafına bakındı, aşağıya sarktı, üçgenleşmiş parmaklarını hedüü, gurr sesleri çıkartarak oraya buraya salladı. Deli de o sırada, oğlum sarkma, belin ağrımıyor mu, dedi. Ben de ya bırak ağrımaz beli meli, kemik mi var onda, dedim, ama içimden hep heheh diye güldüm.

Sonra bu Toprak efendi kucağımdayken, “delicim, bunun dişi çıktı mı,” dedim ben. “Yok canım, ne dişi,” dedi, deli de. Sonra ben bir baktım ki bir diş artık çıkmış yani, damak patlatmayı geçmiş. (Yuh yahu, Altı Nokta’da mıyız dedirtecek kadar). Hemen yanındaki diş damağı patlatmış. Çıkan dişin diğer yanı da hafif beyaz. Deli hemen üzerimize saldırdı, aeöğğğ çıkmış mı, ben görmemişim, anlamamışım, Alooo, kocaaağğğ, bunun dişi çıkmış, bu Miso gördüüğğ, filan yaptı. Toprak olayın ehemmiyetini anlayarak asla ve kat’a ağzını bir kere daha açmadı. Neyse, gece bakmışlardır herhalde. Dişlerin bir yere kaçacağı yok sonuçta. Doya doya baksınlar. (Uff, çok pis ezdim, bir ay gidemem artık. Barış’ın gözüne hiç görünemem, bittim ben)

Durum budur. Küçük çocuk muhteşem bir şeydir. O bir yaratıktır; barındığı yerdeki bütün odaları bile muhteşem kokutmayı beceren harikulade bir yaratık. Toprak ise tapılası bir mikro insan olmuş tam.

Delicim öpüyorum ailecenek.

marruu

8 Ocak 2008

Soğuk, soğukkk


Amann, bir soğuk, bir kar-buz! Perşembe akşamı eve dönerken- dönmeye çalışırken, arabanın kıçını oraya buraya savurup vücuda yayılan adrenalinden sarhoş olmuşken... dedim ki, eh be Ankara kışı, hoşgeldin. Daha kar yağarken dondu, her yer cam oldu.

Cuma gecesi dışarı çıkmak vardı planlarda. Evin beyi arkadaşlarıyla çıktı, ben de birilerini kandırıp bir Kızılay’a gideyim, biraz kitap bakayım, bir şeyler yiyip içeyim istiyordum. Hiç gözüm yemedi. Oğlanı uyuttum, Chicago’yu koydum. Catherine Zeta Jones, çırpı bacak olduğundan hiç haberim olmayan Reneé Zellweger ve iyice uyuzu çıkmış, hiç bir karizması kalmamış Richard Gere ile başbaşa iki saat geçirdim. Yani müzikal olayı bir noktadan sonra çok açmıyor sanırım beni, ama danslar muhteşemdi. Beğendik, beğendik, iyi oldu. Evde herkes yattıktan sonra (ki bu o gece 9.30’a tekabül etti) sakin sakin film izlemek iyi geldi.

Kar yağması güzel ama beraberinde belli bir kıstırılmışlık duygusu da getiriyor. Araba olayı başlı başına bir stres zaten. Neyse, kazasız belasız gidip geliyoruz okula çok şükür. Oğlan vır vır vır hiç durmadan konuşuyor. Çok buzlu yerlerde oğlum bir sus diyorum, orayı atlattıktan sonra konuşmaya devam.

Kış güzel, ev sıcak, ruh hali dingin. Gelecek hafta Cuma da dersler kesiliyor. Mmm, pek keyifliyim bu aralar.

marruu

2 Ocak 2008

Yeni Yıla Dair...


Aslında yazının en başından bu kadar hüzünlü bir yeni yıl yazısı yazmak istemediğimi söylemeliyim. Ama gelen bu, buraya dökülen bu.

Ne istiyorum? Ne istediğimi bilmek istiyorum artık. Bunu hiç bir yere çarpmadan keşfedebilmek istiyorum. Kırmadan, dökmeden. Kendim bu kadar kırılganken etrafı incitmeye hiç bir hakkım olmadığını dibine kadar biliyorum bir yandan da. Aslında galiba beni sürekli zorlayan bu. Kendi çatlaklarımı baz alarak etrafın da bu kadar hassas olduğunu varsaymak. Belki etraf benim kadar titrek değildir. Bilmiyorum. Belki tam tersidir gerçek; üzerine bastığım ve kendimi güvende hissettiğim zeminin altı çoktan boşalmıştır belki de. Ne enteresan bir düzlem bu; iki uca çarpıp duruyorum, bir o tarafa bir bu tarafa. “Belki”ler kullanarak. Bir türlü anlamayarak, işin içinden çıkamayarak.

Artık iyiden iyiye bir tür akıl hastalığım olduğunu düşünmeye başladım. Bu da iyice yoruyor. Gereksiz hüzünlerimden bahsediyorum şu anda.

“Ne bu şimdi miso? Güzel geçmedi mi gecen? “
“Geçti.”
“Yani bundan daha sakin, keyifli, alkol oranı hiç bir fışkırmaya mahal vermeyecek şekilde tam kıvamında, pozitif enerjinin haddi hesabı olmayan bir gece olabilir mi?”
“Olabilir belki tabi, ama bu dün gecenin keyfini sarsmaz asla.”
“Eee, ne oldu peki?”

Bilmiyorum ki. Kapıya çıkıp gidenlere el sallamak ani bir darbe vurdu güzel olan her şeye. Eve girip mutfağı ve ortalığı topladıktan sonra camın önüne sandalye çekip dışarıya baktım uzun bir süre. Kendi içimi görmeye çalışarak. Dışarıdaki hiç bir şeyi görmeyerek. Bu ne menem bir ruh halidir kardeşim? Sanki gideceklerini beş saniye önce haber almış gibi, ve hatta tamamen hazırlıksız yakalanmış gibi iki omzumu da yerlere kadar düşüren, hüzünden suratıma ha ağladı ha ağlayacak aptal çocuklarınki gibi alık mı alık bir ifade konduran bu üzüntü nedir?

Nedir cidden? Bilmiyorum. Belki de beraber yapılan her şeyin bu kadar güzel ve hep yapılıyormuşçasına doğal olması bitişleri dayanılmaz hale getiriyor. Bu insanların suratına baktığımda, Allahım bu ne güzel insandır diye o anda sevinçle kahkaha atıp hemen akabinde hüngür hüngür ağlama hissiyle dolup taşmak nasıl bir şeydir?

Bu çalkalanmayı doğal bulmuyorum aslında. Evet, bir tür kendimi yargılamanın sonucu bu saptama. Bu ne yaşım, ne de psikolojik sağlık bağlamında normal değil, biliyorum. Tehlikelerine hiç değinmeyeceğim bile. En büyük tehlike bar bar bağırdığı için söyleyeyim bari: Bu süremez miso!! Hayat bu değil; senin veya onların hayatı bu değil. Bunu yaşamak, devam ettirmek istemek çok çok tehlikeli bu noktada. Gitmek istememek ya da gitmelerini istememek olmaz. Ve tabi senin gibi ruh dalgalanmaları yaşayan bir için aşırı doz demek. Kaldırmaz bünye.

Tam iç dengelerimi oturttuğumu düşündüğüm bir anda aniden bu kadar hırpalanmak dehşetli sarstı. Hiç bir travmatik olay olmadan bu kadar üzülmem ise kendime olan güvenimi en dibinden dinamitliyor aslında.

Ben anladım.
Hiç “adam” olmayacağım.

marruu