Dali’nin evine gitmek için trene biniyoruz. Elimizdeki haritada gideceğimiz istikametin son durağı yazıyor ama adı yok. Bu küçücük haritada yüz tane yerin adı var, ama “Figueres” yok işte. Kulakları dikip “proxima estasyon” lafından sonra gelen istasyon ismini duymaya çalışıyoruz ama nafile. Bir sonraki durağın ismini de bulamıyoruz haritada. Burcu’yla birbirimize bakıp gülüyoruz. Yanlış mı bindik? Naapalım, yanlışsa biner döneriz yine.
Vagondaki herkes konuşuyor. Yaşlı-genç, herkes aynı. Sanki toplantıya gelinmiş de insanlar birbirlerini bir şekilde tanıyor gibi. Arada birisi tavuk-kuş filan sesleri bile çıkartıyor. Şaşıyoruz, komiğimize gidiyor. Ve bunların sorumluları çocuk filan değil, kocaman insanlar.
Bir ara bir duraktan kocaman ve kıpkırmızı burunlu bir adam biniyor. Ama saat daha iki, ve bu kadar içmek ne ola ki? Kokudan midemiz bulanıyor. Bira var, votka var, ve sanırım bilmediğimiz bir şeyler daha var. Hey maşallah,diyoruz. Tek çözüm duymamaya çalışmak; tek ama imkansız çözüm. Koku neredeyse saçlarımıza sinecek kadar kuvvetli.
İki saat sonra Figueres’de iniyoruz. Saat 15:40. Eletronik tabeladan Burcu’yla beraber bir sonraki trenin kaçta olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Neeğ? 16:30. Ya nasıl olur? Gidiş dönüş bilet var, yetişmemiz lazım. Keşke öyle bilet almasaymışız. Adamın biri bize Dali’nin evinin yerini tarif ediyor. On dakikada gidersiniz diyor, ama anlattığı yer biraz daha uzak gibi sanki. Yürümeye başlıyoruz, yanımızda bir araba duruyor; deminki adam. Götüreyim sizi isterseniz diyor. Sevinç içinde arabaya atlıyoruz. Adam temiz yüzlü biri ve arkada iki tane bebek koltuğu var. (Tipik seri katil) Neyse, adamın 10 dakikada yürürsünüz dediği yere arabayla 5 dakikada varıyoruz. Yürüsek temiz 20 dakika tutacak. Bu arada Fransa sınırına 20 km uzakta olduğumuzu öğreniyoruz. Adam sürekli benimle Fransızca konuşuyor, ben moron debil bir suratla yüzüne bakıp Burcu’yu işaret ediyorum. Adam sonra ikiz misiniz, diyor. Burcu bana söylüyor, gülüyoruz. Ama bu sefer uygunsuz bir teklif yok. Biraz sonra “Fransız mısınız?” diye sorunca moron debil payesini adama takdim edip gülümsemekle yetiniyorum.
Koşa koşa Dali müzesini geziyoruz. Picasso, Miro bize göre değilmiş, onu anlıyoruz. Ama Dali... Muhteşem, cidden muhteşem. Müzeden çıkıyoruz. Treni kaçırma endişesi her yanımı sarmış. Burcu’ya “sallanmasan” diye pıhlıyorum. O da bana tırnaklarını çıkartıyor. Yarı koşa yarı yürüye istasyona geri dönüyoruz. Koşup Burcu’ya su alıyorum; biraz yarattığım gerginliği affettirmek, biraz da migreninin tutmasından korktuğum için. İstasyona vardıktan 1.5 dakika sonra tren geliyor. Bu memlekette her şey dakikasında oluyor. Yolda bizden sonra binip bizden önce inen iki liseli çocuk kaçamak kaçamak bakıp duruyor. Evet ya, bu memleketteki erkek milleti yaştan baştan anlamıyor. Gururumuz bile okşanmıyor, gülüp geçiyoruz. Yuh yahu, liseli tipler!
İki saatlik dönüş yolculuğu iyi geliyor, dinleniyoruz. Gerginlik Figueres durağında kalmış. Yol boyunca aileden, eskilerden, üzüntülerden konuşuyoruz. Sanki Türkiye’deyiz, okuldan çıkmış eve gidiyoruz da onu bunu çekiştiriyoruz.
Bugün son gün, yarın dönüş. Evet biraz hüzünlüyüz ama o kadar da yorgunuz ki, dönmek iyi gelecek ikimize de, biliyoruz. Tatilin her bir saniyesini içimde, üzerimde, tenimde muhafaza etmek istiyorum. Olur mu bilmem ama bir daha gitmek istiyorum. Ve Burcu’yla istiyorum.
Çok şey istiyorum.
Biliyorum.
marruu