25 Şubat 2009

Barcelona 3: Son gün


Dali’nin evine gitmek için trene biniyoruz. Elimizdeki haritada gideceğimiz istikametin son durağı yazıyor ama adı yok. Bu küçücük haritada yüz tane yerin adı var, ama “Figueres” yok işte. Kulakları dikip “proxima estasyon” lafından sonra gelen istasyon ismini duymaya çalışıyoruz ama nafile. Bir sonraki durağın ismini de bulamıyoruz haritada. Burcu’yla birbirimize bakıp gülüyoruz. Yanlış mı bindik? Naapalım, yanlışsa biner döneriz yine.

Vagondaki herkes konuşuyor. Yaşlı-genç, herkes aynı. Sanki toplantıya gelinmiş de insanlar birbirlerini bir şekilde tanıyor gibi. Arada birisi tavuk-kuş filan sesleri bile çıkartıyor. Şaşıyoruz, komiğimize gidiyor. Ve bunların sorumluları çocuk filan değil, kocaman insanlar.

Bir ara bir duraktan kocaman ve kıpkırmızı burunlu bir adam biniyor. Ama saat daha iki, ve bu kadar içmek ne ola ki? Kokudan midemiz bulanıyor. Bira var, votka var, ve sanırım bilmediğimiz bir şeyler daha var. Hey maşallah,diyoruz. Tek çözüm duymamaya çalışmak; tek ama imkansız çözüm. Koku neredeyse saçlarımıza sinecek kadar kuvvetli.

İki saat sonra Figueres’de iniyoruz. Saat 15:40. Eletronik tabeladan Burcu’yla beraber bir sonraki trenin kaçta olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Neeğ? 16:30. Ya nasıl olur? Gidiş dönüş bilet var, yetişmemiz lazım. Keşke öyle bilet almasaymışız. Adamın biri bize Dali’nin evinin yerini tarif ediyor. On dakikada gidersiniz diyor, ama anlattığı yer biraz daha uzak gibi sanki. Yürümeye başlıyoruz, yanımızda bir araba duruyor; deminki adam. Götüreyim sizi isterseniz diyor. Sevinç içinde arabaya atlıyoruz. Adam temiz yüzlü biri ve arkada iki tane bebek koltuğu var. (Tipik seri katil) Neyse, adamın 10 dakikada yürürsünüz dediği yere arabayla 5 dakikada varıyoruz. Yürüsek temiz 20 dakika tutacak. Bu arada Fransa sınırına 20 km uzakta olduğumuzu öğreniyoruz. Adam sürekli benimle Fransızca konuşuyor, ben moron debil bir suratla yüzüne bakıp Burcu’yu işaret ediyorum. Adam sonra ikiz misiniz, diyor. Burcu bana söylüyor, gülüyoruz. Ama bu sefer uygunsuz bir teklif yok. Biraz sonra “Fransız mısınız?” diye sorunca moron debil payesini adama takdim edip gülümsemekle yetiniyorum.

Koşa koşa Dali müzesini geziyoruz. Picasso, Miro bize göre değilmiş, onu anlıyoruz. Ama Dali... Muhteşem, cidden muhteşem. Müzeden çıkıyoruz. Treni kaçırma endişesi her yanımı sarmış. Burcu’ya “sallanmasan” diye pıhlıyorum. O da bana tırnaklarını çıkartıyor. Yarı koşa yarı yürüye istasyona geri dönüyoruz. Koşup Burcu’ya su alıyorum; biraz yarattığım gerginliği affettirmek, biraz da migreninin tutmasından korktuğum için. İstasyona vardıktan 1.5 dakika sonra tren geliyor. Bu memlekette her şey dakikasında oluyor. Yolda bizden sonra binip bizden önce inen iki liseli çocuk kaçamak kaçamak bakıp duruyor. Evet ya, bu memleketteki erkek milleti yaştan baştan anlamıyor. Gururumuz bile okşanmıyor, gülüp geçiyoruz. Yuh yahu, liseli tipler!

İki saatlik dönüş yolculuğu iyi geliyor, dinleniyoruz. Gerginlik Figueres durağında kalmış. Yol boyunca aileden, eskilerden, üzüntülerden konuşuyoruz. Sanki Türkiye’deyiz, okuldan çıkmış eve gidiyoruz da onu bunu çekiştiriyoruz.

Bugün son gün, yarın dönüş. Evet biraz hüzünlüyüz ama o kadar da yorgunuz ki, dönmek iyi gelecek ikimize de, biliyoruz. Tatilin her bir saniyesini içimde, üzerimde, tenimde muhafaza etmek istiyorum. Olur mu bilmem ama bir daha gitmek istiyorum. Ve Burcu’yla istiyorum.

Çok şey istiyorum.
Biliyorum.

marruu

15 Şubat 2009

Barcelona 2: Hediyelik Eşya ve Eşyacılar


Bundan kaçış yok; ne kendi içimizde, ne de diğer yaka bağlamında. Bir şeyler almasak içimize sinmeyecek. Ve illa ki küstürücez insanları. Her şey de çok klişe ve pahalı. Aslında “pahalı” kavramını zorluyor bu şehir. Cidden pahalı.

Bir akşam saat 8 gibi bir hediyelik dükkanına giriyoruz. Hediyelik dükkan sahiplerinin hepsi Hintli, ya da öyle görünüyorlar. Aslında bu da bir sürpriz bizim için; hiç bu kadar Hintli olduğunu düşünmemişiz Barselona’da. Gerçi şuralı vardır da buralı yoktur diye de düşünmüşlüğümüz yok ama şaşırıyoruz işte.

Dükkanda bir çocuk bize yardımcı oluyor. Eşlere ve Ilgaz’a tişört bakıyoruz ve söylüyoruz da adama. Birazdan Burcu ya da ben bir tişört için bunun mavisi var mıdır filan gibi bir şey soruyoruz kendi aramızda. Dükkan sahibi, “yeees” diyor. Neyy, adam Türkçe anlıyor. Nereden anlıyor? Dükkana gelip giden Türklerden; anlıyor ama konuşamıyor. Nerelisiniz, İstanbul’lu mu? Yok, Ankaralı. Siz? Hindistan’dan gelmiş ailesi, 45 yıl önce, çok seviyormuş Barselona’yı filan. İyi, diyoruz, çok uzatmaya gerek yok, ama adam sohbet etmek istiyor. Evli değilmiş, bulamamış, o özel kişiyi arıyormuş. Bu arada kocalara tişört bakmaya devam. İkiz misiniz? Gülüyoruz, ben seviniyorum ama Burcu hayvanı hemen, “o benden 7 yaş büyük,” diyor. Şunun bir büyüğü var mı? Eşiniz uzun mu? (Senden bir kafa uzun) Evet, uzun, ikisi de uzun. Bir boy büyüğüne bakıyoruz…

“Bize gidelim isterseniz?”
Pardon? Adamın suratına bakıyoruz. Tişörtleri almışız, hiç ummadığımız bir indirim de yapmış.
“Evim yakın ve çok geniş, rahat ederiz” diyor. Hangi bağlamda rahat edicez, anlamadık. Yok, anlamak istemedik.
“Hayır,” diyoruz. “Evliyiz biz, anlatamadık galiba,” türü bir şeyler geveliyoruz, tişörtleri alıp çıkıyoruz.

Eh be gerizekalı, bizim bu tarz bir fantazya arayışımız olsa senin üç metrekare dükkanına gelip “evliyiz, kocalara ve oğluma tişört bakıyoruz” der miyiz? Hani Miso-Burcu-Barselona/Burcu-Miso-Barselona peşinde koşuyor olsak yüksek bir yerlere çıkıp şöyle ressamından müzisyenine bir şeyler bakmaz mıyız? Biz ki Alain Delon’u bile görmüşüz etten kemiktenn… Pizza yediğimiz restorandaki garson da pek şekerdi ve pek asıldı ama evliyiz ulan işte, çocuk bile var. Bende var, Burcu’da da planı programı ve ciddi boyutta isteği var sonuçta.

Artık hediyelik eşya alma işini son güne bırakıyoruz; sıtkımız sıyrılmış. Pıhhhh. Daha önceki dükkanın önünden geçerken adamın kasanın başında burnunu karıştırdığını görüyoruz ve gülüşüyoruz. Kaç Miso, Kaç Burcu… Son gece bir yere giriyoruz. Mumluklardan birinin üzerinde fiyat yok. Burcu bana “bu ne kadar acaba?” diyor. Dükkan sahibi arkamızda bitiyor. “Gerçek price dokguz dokgsan beş, baci price yedi dokgsan beş.” Yuhhh, diyoruz, herifler ciddi ciddi Türkçe anlıyor ve hatta bu konuşuyor da. Bu adam da Pakistanlıymış. Ama bu bacci lafi çok komik, bir ara bir şeye bakmak için yere çömeliyoruz, ben gülmekten neredeyse yere düşüyorum. Adama bu ne kadar diye sordukça adam marah etme baci, filan deyip elimizdekini yana koyuyor. Burcu, “baci baci diye diye sokacak bu bize ama, dur bakalım,” diyor. Artık gülmekten altıma edicem; var gücümle bu felakete direnmeye çalışıyorum. Sonra bize bir şeyi Türkçe nasıl söyleyeceğini soruyor. Burcu pratik bir şekilde kısacık bir şey söylüyor, ben ağdalısını yumurtluyorum. Adam bana yooohh deyip Burcu’nun söylediğini yazıyor. Sonradan ezberleyecek besbelli. Doğru yazıp yazmadığına bakıyoruz ama sağdan sola yuvarlacık şekiller kullandığı için bir halt anlamıyoruz.

Sonuç 1: Bu bizi evine davet etmiyor. Hayvan değil. Ve 120 euro gibi bir tutarı 90 küsura indiriyor; ki hakikaten hiç beklemediğimiz bir şey. Tam bacci price oluyor.

Sonuç 2: Tatilin son gecesi içimizde gülmeye ayıracağımız ne kadar enerji varsa tüketiyoruz. Uzundur bu kadar gülmemiştik. BACCİ Burcu, BACCİ Miso.

marruu


6 Şubat 2009

Güz Sancısı


Şşş. Karışma sen bu işlere. Anlamazsın! Neyi anlamam? Anlamazsın, karışma diyorum. Doğru, anlamam. Düşünmeyince anlama ihtimali sıfır oluyor çünkü. Noktaları birleştirmeyince bütün resmi görebilmek mümkün mü?

Ah Nemika... Aynanın karşısına oturup yüzünü iki elinin arasına alarak kendine, gözlerinin içine şöyle bir baksaydın yeterdi, biliyor musun? O yumuşacık gözlerine... O Suat’a yumuşacık bakan gözlerine... Ah Nemika, dünyanın en büyük bahtsızlığı babadan utanmakmış, değil mi? Anladın sen bunu. Ve çok pahalıya patladı sana; her şeyini yitirdin. Aşkın sandığın Behçet’i, ilahlaştırdığın babanı, o muhteşem yaşantını, insanlık onurunu ve gerçekten sevdiğin Suat’ı...

Suat, ne yaptın sen? Niye sorup duruyorsun? Sorma, sorma ne olur! Bak sorup durdun; neler oldu, gördün mü? Geri dönüşü var mı artık? Bir de tuttun Nemika’ya aşık oldun. Başka kız mı yok? Bak babasına; bizim anlamadığımız her şeyi anlıyor, her şeyi biliyor. Ve ne yazık ki her şeye muktedir. Kendi gibi olmasına rağmen bir kaç konuda farklı düşünen birini öldürmeye bile. Suat kendine gel, bak Nemika geliyor, heyecanlanma çocuk gibi. Behçet’in O. Düşünmeyen, düşünse de anlamayan, anlasa da harekete geçemeyen Behçet’in...

Behçet! Seni ahmak! Kurtul şunların elinden, git Suat’ın yanına. Gerekiyorsa sen de dayak ye. Nasıl durdun öyle, nasıl bekledin? “Behçet” diyen, gammazcılığına hala inanmayan o sesi duymaya nasıl dayanabildin? Suat’ın senin ihanetini öğrenip en büyük acıyı yaşayarak ölmesine nasıl izin verdin? Koş bakalım Behçet efendi, nereye varcaksın? “Behçet” diye seslenen Suat’tan nasıl sıyrılabileceksin? Rum kızına aşkını itiraf bile edemedin; Nemika seni terk etmeseydi de çizdiğin hayattan sıyrılacağın yoktu. Son anda adam oldun; ne yazık ki her şey için çok geçti artık babanın karşısına dikildiğinde. Hoş, o da omuzları inik, kısık sesli bir dikilişti, ama olsun. Ama oldu mu? Olmadı, değil mi? O en korkunç iki güne, 6-7 Eylül’e çanak tutanların başını çekmek nasıl bir histi? Tüm öldürülenleri, tüm yağma kurbanlarını taşısan kucağında bu suçluluk duygunu yenebilir misin Behçet? Harcanmış Behçet seni!

Rejans’ta Bach’ın çello sonatını canlı dinleyebiliyorsan, kendi mutfaklarında yaptıkları nefis votkayı içebiliyorsan, sofralarına oturduğunda farklı lezzetler tadabiliyorsan eğer... İşte bunları “öteki”nin kültürüne borçlusun. Onun da sana borçlu olduğu bir çok şey gibi. Ama ne yaptın sen? Olmayan bir şey uydurdun, ellerine sopalar, silahlar tutuşturduğun çapulcuları, katilleri, açları, tecavüzcüleri sığır sürüleri gibi doldurdun kamyonlara, getirdin kentlere. Kucaklarında Fatih’in tablosunu taşıyan, hala 500 yıl öncesinin olayıyla gurur duymaktan başka elinde hiç bir şeyi olmayan bu adamlara başkalarının hayatını talan ettirerek tattırdın çikolatayı. Ancak o şekilde dokunabildiler ipeğe, satene. Neyin intikamını aldıklarını bilmeden saldırdılar hayvanlar gibi...

Herkesin tarihinde çok büyük utanç anları vardır, eminim. Bu da bizimkilerden biri işte. Çok çok üzgünüm ve o olaylar yüzünden, o olayların sorumluları adına bütün benliğimle en içten bir şekilde özür diliyorum; hiç bir şeye yaramayacağını bile bile...

Nokta!

3 Şubat 2009

Barcelona 1: Gaudi


Burcu’yla inanılmaz bir uyum içinde şehri dolanıp durduk dört gün boyunca. Bir sonra kuracağımız cümle bile bazen aynı oldu. Farklı kelimeler belki, ama aynı niyet. Kahve içelim mi? Hediyelik alalım mı? Şuraya bakalım mı? ...lım mı? ...lım mı? ...lım mı? Aynı şeylere gülüp aynı şeyleri geyiğe sardık. Aynı insanları beğenip, “gel sana bunu alayım,” dedik. Bir tek rastalı saçlıları beğendiremedim kendisine.

İspanyollar “s”leri peltek söylüyorlar; ben hiç bilmiyordum, dilin özelliği buymuş. Birbirimize “gracias” deyip gülüşüp durduk. Türkçe kelimeleri İspanyolca gibi vurgulayarak ayrı eğlendik. “Man-zaa-ra”, “Pe-çee-te”, “Pı-raa-sa,”... Aslında bunların hepsi bahane; güldük işte, dört gün boyunca hatırlamadığım bir zaman diliminin toplamı kadar güldük, mutlu olduk. Barcelona kelimesini algılayışım değişti benim; sanki coşkulu bir şey söyler gibi, güzel, keyifli, lezzetli bir şey gibi, ağzımızı doldurarak söylemek gerekiyormuş gibi hissediyorum artık. BARCELONA!

Gaudi’nin sanat şaheserlerini gördüğümüzde dibimiz düştü. Casa Battlo’yu veya Casa Mia’yı gezerken kulağımızdaki rehber şehri adamın tasarladığını anlatıyordu. “Bir dahiyi mi, yoksa bir akıl hastasını mı mezun ediyoruz, bilmiyorum,” demiş hocası zamanında. 1900’lerin başında şehrin planını çizmiş Gaudi efendi. Zaten G oo gle’dan baktığınızda şehrin kutu kutu olduğunu görebiliyorsunuz. Her kutucuğun ortasında da bir avlu. Ve tabi şehrin kanalizasyon sisteminin yine aynı zamanlarda hayata geçirildiği anlatılıyordu. Bu Casa Mia veya Battlo da oyuncağı olmuş zaten Gaudi’nin. Hansel ve Gretel için tasarlayıp yaptığı muazzam masal evlerini kendisine ısmarlayan zenginlerin hizmetine sunmuş. Öyle iyi bir mimarmış ki, parası olan dökmüş önüne, buyur istediğin gibi yap diye. Bir de tabi Casa Battlo’yu gezerken en büyük şok merdivenlerden yukarı çıkan Alain Delon’la karşılaşmak oldu. Adamın da orada oturduğunu öğrenmiş olduk böylece.

La Sagrada Familia ise akıllara zarar bir yer. Gaudi gençliğinde din min fazla sallamıyormuş. Sonra ağır ve uzun soluklu bir hastalık geçirmiş ve koyu bir Katolik olmuş. Ve kendisini Sagrada Familia’yı tasarlamaya ve inşa etmeye adamış. Son on iki yılını da bunun için feda etmiş. Böylesine dindarlık ilk defa bu kadar iyi bir işe yaramış diye düşünüp gülümsüyorum metrodan çıktığımızda. Öte yandan buna bu kadar sarmasaydı kim bilir daha ne şaheserler yaratırdı diye düşünmeden de edemiyorum. Kuleleriyle tepemizde dikilmiş bize bakıyor La Sagrada. İnsanın üzerine eğilmiş gibi; ne kadar aciz ve küçüksünüz der gibi. Burcu’yla afallıyoruz; hiç bir binada bu kadar motif görmemişiz hayatımızda. Her bir köşede farklı hikayeler anlatan heykeller var. Önünde günlerce dursak, günlerce konuşabiliriz gibi geliyor. İçeri giriyoruz ama içeride inşaat ve insanı ziyadesiyle boğacak kadar çok toz var. İnşaatı bilerek bitirmiyorlarmış gibi bir dedikodu var; ilgi çeksin diye bitirmiyorlarmış. Bilakis olumsuz etkiliyor bence.

Kuleye çıkmak için asansöre binmeyi bekleyen insanların arkasına geçiyoruz. Bende ciddi bir yükseklik korkusu var ama yine de çıkmak istiyorum. Daha asansörde içimdeki kelebekler yükseliyor. Tepeye çıkıp asansörden iniyoruz ama ben bir adım atıp asansörden çıkabiliyorum ancak. Bir adım daha yok. Burcu ilerleyip kuledeki odacıklardan manzarayı çekiyor; bırakın bizden yüksek bir binayı, göz hizamızda bile insan yapımı hiç bir şey yok. Bayılmak üzereyim; elimi uzatsam bulutlardan birine binebilecekmişim gibi. Ter içindeyim, midem bulanmaya başlıyor. Sırtımı duvarlardan birine dayıyorum. O sırada asansör geri geliyor. Yerimden kıpırdamadan kıza elimi uzatıyorum. Bir kelime bile çıkmıyor ağzımdan. Kız dirseğimin altından kolumu kavrıyor ve beni asansöre çekiyor. Aşağıya doğru harekete geçtiğimizde, “üzülmeyin,” diyor, “bir çok insan böyle oluyor.” Korkumu bile bile çıkıp bu kadar ürktüğüme üzülüyorum. Kıza teşekkür edip dışarı çıkıyorum ve Burcu’ya, “ben iyiyim, sen keyfine bak,” diye mesaj atıyorum. Beş dakika geçmiyor ki Burcu da geliyor. Yiğidim aslanımın yüzü bembeyaz, tir tir titriyor. Asansöre binmemiş. Kuleden yürüyerek inmiş; attığı her bir adımda yeri görmüş. Çıkıp bir kahve içiyoruz. Toparlanmamız bir saat sürüyor.

Gaudi’ye dair son uğrak Park Güell. Barcelona’nın tam tepesinde devasa bir park. Zamanında Güell ailesine araziyi aldırmış, içini de bir güzel ağaçlandırmış. Amacı 60 evlik bir zengin muhiti yaratmakmış. Ama kardeşim o kadar tepede bir yer ki burası, muhtemelen zenginler adamın suratına gülüp, biz bir düşünelim dedikten sonra içlerinden yürrrü diyerek olayı kapatmışlar. Hepi topu iki evcik var parkta. Biri Gaudi’nin mütevazi, minicik evi, diğeri ise Güell’lere ait ev. Şu anda da içinde birileri oturuyormuş ama kim olduğunu soramadık. Parka gitmeye niyetlendiğimiz ilk gün binlerce basamağı tırmanıp yukarı ulaştığımızda fırtınada devrilen ağaçlar yüzünden parkın kapalı olduğunu öğrenip kahrolmuştuk. Ama yılmadık, bir daha gittik, bir daha ter içinde kaldık ve her bir şeyi gördük. Japonlardan beter fotocu Burcu da derin bir nefes aldı. (Yalnız görülmeden de olmazmış yani, şimdi hak yemeyeyim.)

Şehirlerini dahi bir mimara teslim eden zihniyetle bizim şehirlerimizi teslim alan sığırları karşılaştırdık; üzüldük. Niye böyle olduğumuzun sebebini bulamadık (desem yalan olacak). Yine de onlar adına sevindirici tabi; intikamcı düşünmenin alemi yok. Belki bir gün bizim topraklarımızda da böyle insanlara fırsat verilir diye pespembe düşündük ama pek de umutlanamadık.

Arkası yarın...


marruu