30 Ekim 2007

Bayrağım

Yaş yedi. Daha yazma öğrenemedi ama bayağı okuyor. Zaten okula başlamadan önce sökmüştü bilgisayarla. Ama hala küçük harfleri okuyamıyor pek, büyük harfler tamam.

Neyse. Hafta sonu ödevlerimizden biri Cumhuriyet-Bayrak konulu bir şiir ezberlemek. Ya Hayat Bilgisi kitabı sayfa 24'deki 2 kıtalık Bayrağım şiirini ya da evden bulduğu bir şiiri ezberleyecek. Evde henüz böyle bir şiir, foto vs donanımımız yok. Daldık hayat bilgisi kitabına. Ben söylüyorum, Ilgaz tekrar ediyor.

İlk kıta: Kanım gibi al/Göklerde kartal/Türk'e istiklal/Sensin bayrağım
Ilgaz versiyonu: Kanım gibi arr-harr/Göklerde kargalar/Türk'e sittikmal/Sensin bayrağım

(miso gülme, çocuğun onuru kırılacak)

İkinci kıta: Daima hür kal/Dünyaya ün sal/Her şeyden kutsal/Sensin bayrağım
Ilgaz versiyonu: Daima hürkar/Dünyaya hünsar/Her şeyden kutsal/Sensin bayrağım

(Gülmekten gözlerimden yaşlar geliyor, bizimki tekrarlamaya devam ediyor)
"Daima ünsal, dünyaya hünkar..."

Çocukcağız "sensin bayrağım" derken belirgin bir rahatlama yaşıyor. Gerisini Japonca şiir gibi, bir kuruşluk bir şey anlamadan söylemeye uğraşıyor.

Bir tür psikiyatrist seansı gibi oldu. O kadar çok güldüm ki acayip rahatladım. Bu arada şiir ezberlemenin faydasını bilen varsa ve beni aydınlatabilirse pek sevinicem.

marruu, marruu, marruu

23 Ekim 2007

Kadının olamammm


Filmin ismi dayanılır gibi değildi aslında, evet, biliyorum, sezmeliydim fragmanda gördüğümde. Ama konu gıdıklayıverdi. Mutlaka gidilecekti. Geçkince bir hatun genç bir erkeğe aşık olur. (Geçkince bir hatun derken lütfen önünüzü ilikleyin; kendileri Michelle Pfeiffer sonuçta-adını bile doğru yazmak mümkün değil.) Acılar çekilir, aman da belki güzel tarif edilir diye düşünüldü; fragmandan anlaşılan buydu.

Ben aslında cidden bu acıları görmeye gitmiştim (heheh). Olur mu kardeşim, sen tut yarı yaşında bir adama aşık ol! Biraz kassan kızınla bile çıkabilir. Haydi bakalım, gözyaşlarını görelim, acuk da mahalle baskısı+evlat kınaması...

Geleneksel miso seniii! Oralarda işler böyle yürümüyormuş bak! Hatun 40, oğlan daha 30 değil. Hatun zaten vücut bağlamında inanılmaz ebatlarda. (Bu kadarı terbiyesizlik diyesi geliyor misonun. Ve diyor da haliyle) Ama yüzü hafiften anlamsızlaşmaya başlamış ne yazık ki. Artık botoks mu, kulak arkası yukarı çektirme mi, bilemiyoruz. Çok yakın çekimlerde bile bir tek çizgi yoksa orada, bir nümero var demektir; miso yemezz! Bizde bile ufak çaplı bir harita oluşmak üzere.

Oğlansa dünya şekeri, süper bir şey. Ama birlikte gittikleri disko sahnesi bir felaket. Kadını yaşı yüzünden küçümseyen hıyardan tutun da, oğlanın yaptığı folklorik+Singing in the Rain’den apartılmış figürlü dansı eğlendiklerine dair ikna etmekten çok uzak. (Bizde bir eğlenme emaresi yoktu; bilakis utandık)

Bağlıyorum, çünkü biliyorum ki filmde bayıldığım orada bayıyorum. Ne boş filmmiş ki, çekilen acı yalnızca bir kaltağı kıskanmaya dair bir acı mealinde yansıtıldı. Filmin sonunda da “ay ben yanlış anlamışııaam” cümlesi her şeyi çözmeye yetti.

Yok ya! Böyle bir şeye girişiyorsan, cesaretin varsa aşka, elinde sürüklediğin çuvalın içinde getirdiğin acılar, sevinçler, alışkanlıklar, çocuğun, kabuk bağlamış yaralar, kanamaya hazır yaralar, yeni yeni açılacak yaralar... Yok mu bunlardan sende be kadın! Minileri çekip fıstık gibi bacakları gösterince, yatağın üzerinde 7-10 yaş grubu gibi sıçrayınca, birbirine krema sıkıp mısır patlağı dökünce oluyor mu bu işler? Her şey yoluna giriyor mu?

Biz de hiç bir şeyden anlamıyormuşuz. Vay be! Hani çok büyük bir beklentim yoktu, ama sığlıktan da midem kalktı. O değil, AliKayhan’la Kıvır da telef oldu arada.

pıhhh

21 Ekim 2007

Aman dedesi yapma eyleme, Gülşad ve Geçen Cumartesi


Yok yok, yerleştik sayılır. Ondan şikayet etmeyeceğim. Ama öyle bir tempo var ki, ben bir türlü şöyle adam gibi oturup bir ya da bir buçuk saatimi sevdiğim blogları okumaya ayıramıyorum. Ve zaman zaman aklıma üşüşen incilerimi de dökemiyorum ne yazık ki. Vah vah. (Ak övgü ak, hehe)

Fizan’a taşındığımız için Ilgaz 3:45’de hareket eden servisten ancak beşe on kala inebiliyordu. Çocuk servisten bir iniyor, üzerinde kıspeti eksik. Ter içinde, aniden basılmış gibi gömleğinin yarısı dışarıda, saçlar sırılsıklam, suratı bulantıdan perşembe pazarı gibi... Bir gece babannesiyle konuşurken, “annem beni aldığında dünyalar benim oluyor,” dedi ya, bitirdi bizi. (Bu laflar da nereden çıkıyor anlamıyorum. Manikürlü ellerimi çenemin altında kavuşturup bu tarz konuşsam anlayacağım). O gece sayın kocayla konuşuldu (Top yüzde doksan bendeydi, ama tabi yüzde on laf duyabilmek bile büyük başarıydı) Anneannede insin denildi. Saat dörtte annemlere varıyor; süpppper di mi? Ama anneannede kim var? Dede var. En doğal hakkı, adamın kendi evi. Fakat dedemiz Ilgaz’a on sekiz yaşında muamelesi yapıyor. Afyon mermeri ne kadar esnekse, babam ondan on kat daha bükülmez duruyor Ilgaz’ın karşısında. Bağırış çağırış, elleri masaya vurmalar, çocuğa ufak tefek bir şey atmalar... (cidden ya, inanılır gibi değil, di mi?) Bu işlerin sonu tabi hep Ilgaz’ın ağlayıp, annemin sinirlerini yatıştırmak için Nervium tarzı bir şeyler almasıyla bitiyormuş. Ben yüzde birine bile şahit olamadım şimdiye kadar. Bana zaman zaman üzüntüden, zaman zaman da sinirden menapoz terleri basıp duruyordu. Sonunda konuştum. Yumuşacık, “biliyorum senin de derdin başından aşkın ama o da daha 6 yaşında, tabi ki sen haklısın-idare ediver be babacım, ama istemiyorsan da servisle eve gitsin, seni huzursuz etmesine asla izin vermem”leyerek... 3 gündür kavga yok. Mucizevi bir gelişme.

İkinci gelişme de Türkmen prensesimiz konusunda. Kendisi geçen Pazar bizi terk etti. Eve 6 saat geciktiğinde neden geç geldiğini sormam ağır gelmiş. Güle güle Leyla sultan dedim ben de. Şimdi Gülşad’la birlikteyiz. Allahım ne harika bir kadın, şükürler olsun yahu! İnsan en azından. Ben öyle parmağımı oraya buraya sokup toz tetkik eden bir tip değilim; olmaktan da pek korkarım. Biraz güleryüz, biraz Ilgaz’a ilgi. İşin mükemmelliği çok önemli değil sonuçta. Daha fazla anlatmayacağım. Elem terefişşş, kem gözlere...

Son olarak Cumartesi bize gelen arkadaşımdan ve oğlundan döktüreyim. Harika sohbet ettik, çocuklar güzelce oynadı. Ama 6 saatin sonunda benim kafa balon olmuştu. Tez elden çocukları dövüp rahatlayasım gelmişti. Ne kadar asosyalim, bu kadar sevdiğim bir arkadaşımla bile bu hale geliyorum. Yaş ilerleyince muhtemelen huzurevine yerleşip, günde en fazla iki üç kişiyle yirmi dakika görüşen illet, aksi bir ihtiyar olacağım. Ya da daha kötüsü olacak. Yapayalnız öleceğim. Tolerans maksimum 5 dakikaya düşmüş olacak çünkü. (Ya 6 saat şişirdi, ne yapayımmmm!)

marruu

12 Ekim 2007

Petek


İlk gördüğümde nefesim kesilmişti. Arı peteği şeklindeki taşların kocaman bir arı peteğine dönüştüğü bir yer bu Petek. Altında olanca güzelliğiyle serilmiş “Boğaz”. Kuzey’le Güney arasında, tam orta noktadaki nefeslenme noktası.

O ilk gün annemleydik. Kayıda gitmiştik herhalde. Miso burası neresi? demiştim kendi kendime. Annem yanımda bütün iyi niyetli gevezeliğiyle ne kadar güzel bir okulu kazanmış olduğumdan bahsediyordu; yüzüncü kez. “İşte bak, burası bile bir gösterge,...” Bense sersemlemiştim. “Ben buraya gelirim,” demiştim içimden. “Burası benim.”

Çok gittim Petek’e. Çoğu kez de yalnız. Çok içtim Petek’de. Yine çoğu kez yalnız. Orası sessiz bölgeydi genelde. Büyük grup yoksa eğer. Başka insanlar hep olurdu, ama herkes kendi halinde otururdu. Zaten öyle çok büyük bir yer değildir, fazla kişiyi kaldırmazdı. Boğaz’a dikip gözlerimi içerdim. Kaçırmaktan korkar gibi başka hiç bir yere bakmazdım. Yutardım aşağıdaki görüntüyü. İçimi sonsuz bir hüzün ve huzur sarardı; eşzamanlı.

Bir keresinde toplu gidildi. Bizden başka kimse yoktu. Grup büyüdü sonra; onun tanıdığı, bunun arkadaşı, eklendikçe eklendi. Etraftaki insanların yarısını tanımaz oldu Miso. Çok içildi, çok gülündü. Sonra gece sakinleşti, duruldu. Bazısı içti, bazısı baktı. Bakanlar gözlerini kaçırmayınca bazısı utandı. Bakışlarını yere sakladı. El çabukluğu marifet yer değiştirmeler oldu. Yalan iltifatlar duyuldu, gerçek olduğu hayallenip sevinildi. Çok içilmişti; herkes en iyi konuşmacı, herkes en çabuk inanacak saftolozlar haline dönmüştü.

O gece tanışılan birisiyle boğaza beraber bakıldı. Boğazın güzelliğiyle mukayese edilmek kolay mı? Başlar döndü, ayaklar yerden kesildi. Masumca sarılındı, masumca öpüşüldü. Bunun büyüsü de, utancı da günlerce sürdü. Gece her aklına gelişinde, Miso’nun karnından kelebekler havalandı.

O kişi daha sonra görüşmek istedi, Miso kaçtı. Cesaret edemedi. O gece Petek’e kalsın istedi. Kelebekler de kendine.

marruu


9 Ekim 2007

Babamın emekliliği


Babam bu yıl kasımda yaş haddinden emekli olacak. Bölümünde çalışan diğer doktorlara Pazar günü evde bir yemek verdik. Samimi bir ortam için ufak olsun dedik, yine kırk kişiyi bulduk. Koşturmacası hepimizi bitirdi; ama geride bıraktıkları her bağlamda çok anlamlıydı. Hiç unutmayacağım bir akşamüzeri oldu.

Babam için yapılan o son derece samimi konuşmada Haluk abinin hüngür hüngür ağlaması...

Söylenen her şeyde ne kadar dürüst, ilkeli ve sevilen biri olduğunun vurgulanması...

Paraya hiç bir zaman, hatta arkadaşlarının hayretini uyandıracak derecede kıymet vermemiş olması...

Çok iyi bir cerrah olmasının yanısıra bir o kadar da iyi bir eğitmen olması...

Ve inat ettiği hiç bir şeyden asla vazgeçmemesi...

Babam da bir konuşma yaptı. Onun konuşması ise Kıbrıs vatandaşı olduğu için bir zamanlar ciddi biçimde mağdur olmasına neden olan politikacılara sitem, yaşadığı korkunç şeyler sırasında desteğini ve sevgisini asla esirgemeyen insanlara kocaman bir teşekkürle doluydu.

Biz? Biz koşturduk, hizmet ettik, duygulandık, bol bol ağlayıp güldük. Ama bir kere daha bu adamı ne kadar çok sevdiğimizi ve ona ne kadar saygı duyduğumuzu anladık.

Benim, kız kardeşimin ve aslında kendisiyle tanışma fırsatı olan bir çok kişinin hayatında tanıyabileceği “duruşu olan insan” tanımını hak eden tek tük insanlardan biridir babam.

Tek dileğim emekliliğin tadını çıkartabilmesi ve anneme biraz daha az nazlanması.

marruu

2 Ekim 2007

Maltepe Meksika hattı


Yeni evle birlikte yeni işler de türedi. Eskiden merkezi sistemli bir apartmanda oturduğumuz için doğalgaz filan almazdık. Su ve elektriği de fatura geldikçe ödüyorduk. Şimdi Melih beye peşin peşin ödemek gerekiyor. Kullanmadan önce gidip satın alıyoruz, mis gibi kendi mülkiyetimizdeki suyu ve doğalgazı harcıyoruz.

Neyse, geçen gün Oyakbank’a gittim su ve doğalgaz almak için. Suyu alabildim ama doğalgaz hesabımızın kapalı olduğunu öğrendim. Hemen panik! “Alo, doğalgaz hesabımız kapalıymış beyim paşam, ne yapıcaz şimdi?” Allahın yaradılışta bir rahatlık verdiği sevgili eşim, “ben zaten kıllanmıştım, mavi kağıdı Ego’ya götürmek lazım sanırım, dur ben bir öğreneyim,” dedi davudi sesiyle. Tabi ki iş bana düştü.

Bugün dersten sonra yollara düştüm. Bu işi yaptırmak için Ankara’nın en güzide semtlerinden Maltepe’ye gitmek gerekiyormuş. Ego’nun bu işleri yapan yeri oradaymış. Oraya bir gittim ki, Ego orayı merkez bellemiş. Birilerine sormadan hemen önümdeki adam sorduğu için 3 nolu kapıya gitmem gerektiğini duymuş oldum. Yüz metre ilerideki üç nolu kapı. Yürü yürü, yüz metre oldu iki kilometre. (Bu yorgunluğu ne zaman üzerimden atabileceğimi bilmiyorum.) Üç nolu kapıdan girer girmez bambaşka bir boyuta geçtim. Hepsi ortadaki avluya açılan tek veya iki katlı harap binalar, girilen her odada hemen bütün vücudu saran, köşe bucak her yere sinmiş kesif bir sigara, ayak vesaire kokusu... Görevliler evlere şenlik. Kendimi bir an Amerika-Meksika sınırında gibi hissettim. Bu kadar mı benzenir! Bir tek kafalarında Meksika şapkalarıyla üzerlerinde pançolar yoktu. Görevli Sançez benden önceki adamla dalga geçti, müşteri de kendi çapında onunla dalga geçti, “övünmek gibi olmasın ama Çorumluyum,” dedi. (Ben bu Çorumluluğun neresiyle övünülebileceğini anlamadım, konu bu hızda nasıl bu memleket durumlarına geldi, hiç anlamadım.) Sonra sıra bana geldi, adam işlemimi halletti ve artık gidip gaz alabileceğimi söyledi. Nereden diye sorduğumda istediğiniz herrrr yerrrrden diye coşkuyla cevap verdi. Ben de aynı coşkuyla fırlayıp gittim ve gazımızı aldım.

Biraz dinlenmek için daha önceden aldığım tavsiye üzerine Beşevler’de bir kafeye girdim. Her yerden üzerime hücum eden nargile kokularıyla kelle oldum. (Bu arada bu kelle olma durumuna bangır bangır çalan Serdar Ortaç’ın katkısı yadsınamaz.) Sonra da özel derse gittim sakin, mutlu.

Maltepe Ego’ya bir gün sosyolojik araştırma yapmak için gitmek lazım. Bir de tabi danışmada uyuklayan adama bir şey sormak için önce “kolay gelsin,” diyen miso’nun bir yalakalık ayarına baktırmak lazım. Adam bile inanmadı yani. Allahtan onunla işim yoktu.

marruu