30 Kasım 2008

Bıranç


O kadar havalıydık ki bugün, anlatmak mümkün değil sanırsam. Bırança gittik. Paşam’ın şirketinin organize ettiği bir etkinlikti.

Dedim ki ben ona, “şunla ve bunla otururuz, değil mi?” Bunlar o üç bin kişilik şirkette tanıdığım on beş kişiden sevdiğim iki üç kişi. Paşam dedi ki olmaz. Neden? Paşam hazretleri müdir. Dedi "biz müdirlerle oturiciiz." Neeey diye inledim. Misolar gibi içli içli ağladım. Kan kustum, kan kustum dedim. Kızılcık şerbeti desem direktörlerle otururuz diye korktum. İşallah çok hasta olurum da gelemem, dedim. (O zaman ben de gidemem, dedi) Oturamam ben o tiplerle. Aman yalebbim, o müdir karıları sarı boyalı saçları, kıpkırmızı boyalı tırnaklarıyla bana böööle yukarıdan bakmaz mı? Bana afaganlar basmaz mı? Yediğimi üstüme başıma dökmem mi? Beceriksiz, sakar, 6.5 yaşındaki miso hallerime dönmem mi? Alışmışım öğrenci diyarlarına, maksimum doğallığa, naaparım ben bunlarla...

Yanaştım müdirime, dedim, “noolur onlarla oturmasak, ayıp mı olur?” Bööyle gözlerini kapadı açtı evet demek anlamında. “Peki ayıp olursa da çok mu ayıp olur? Ha? Mırrr? Marrr?” Güldü paşam padişahım aniden. "Ah be misom, dedi, noolucak onlarla otursak? Neyden çekiniyorsun? Korkma, korkma, bizim çocuklarla otururuz. Ama noolucak, kiminle otursak sever seni."

Yaaaa, ohhhhh, tamam, doooru doooru sever, eheheh demek bizimkilerle oturucazzz. Gidelim gidelim, yiyelim içelimmm.

Neyse havalı geçti yaneeee.

marruu

21 Kasım 2008

Yoruma yorum


Aziz bey, hoşgeldiniz. Biraz uzun bir yazı olacak, bu nedenle “Vicdan”sızlık yazıma yaptığınız yorumu yorum kutucuğunda cevaplayamadım.

Yorumunuzu okudum. Ve sonra bir kaç kere daha okudum. Doğru anlamış olduğumdan emin olabilmek için. Yorumunuza vereceğim bir kaç cevap var, ama önce kendi yazımla ilgili bir iki şey yazmak istiyorum.

Kendi yazımda, yazarken farketmediğim bir şeyi gördüm sizin yorumunuzdan sonra: Sanki NY hasmımmış gibi bir tablo çıkmış ortaya. Yani haz etmediğim doğru, ama yazının dozu anlamı biraz kaydırmış. Ben aslında vicdan kavramının filme yansımasından ne anladığımı yazmaya çalışmıştım, ama becerememişim. Bu bağlamda cidden kötü bir yazı olmuş. Sanırım bunun nedeni filme sizin iddianızın aksine gerçekten çok şey bekleyerek gitmiş olmam. Şimdi çok sağlıklı değerlendirmek de pek mümkün değil aslında; o anki durumu çok net hatırlamıyorum zira. İkinci olarak oyunculuklara değineyim; ve tabi yaptığım ikinci hataya: Yine doğru ifade edememişim. Kadının taş kalpli olması değildi benim eleştrimeye çalıştığım; benim o taş kalpliliğe ikna olamamamdı. İnanın taş kalpli olmasının oyunculukla değil, senaryoyla alakalı olduğunu biliyorum. Bahsettiğiniz taksi sahnesi de bana yetenekten ziyade bönlük gibi göründü. Dediğim gibi, filmin sonundaki sizi çok etkileyen bu sahne bana hiç dokunmadı. Sanırım sizi ikna eden şeyleri ben ıskaladım, ya da kişisel bazı açıklıklar ve kapalılıklar buna neden olmuş olabilir.

Bütün bunlara ek olarak kendime bir soru sormamı sağladınız: NY’yi mi sevmiyorsun, oradaki karakterin canlandırılmasını mı beğenmedin? NY’den pek hoşlanmıyorum açıkçası; gerek tarz, gerek oyunculuk olarak. Oyunculuklarında hep aynı tabloyu görüyorum belki de. Ama gerçek hayatındaki tarzı? Müsadenizle bundan hoşlanıp hoşlanmamak benim kendi tercihim olarak kalsın. Sizin hoşunuza gidiyormuş, samimi buluyormuşsunuz. Hiç bir itirazım olamaz. Yine müsadenizle, ben aynı tarzdan son derece rahatsız oluyorum ve hiç hoşlanmıyorum diyebilir miyim? Sizin samimiyet olarak tanımladığınız yönü bana yalnızca avam geliyor, üzgünüm. Bütün bunları bir kenara ittiğimde de filmdeki karakterin canlandırılışını beğenmedim desem? Ya da beni ikna edemedi desem? Bana çok kızacaksınız gibi geliyor.

Evet, kızacaksınız ve zaten yorumunuzda da bu his çok açık. Şimdi yorumunuzda kullandığınız üslup hakkında bir iki şey söyleyeceğim. Öncelikle şunu açık etmeliyim: Bu blogda profesyonel bir şey yapmıyorum, köşe yazarı değilim, sinema eleştirmeni hiç değilim. Haşa! Haddimi de bilirim. Ama bilgi sahibi olmadığım kanaatini nereden edindiğinizi de anlamadım. Ben de şimdi sizin yanlış kullandığınızı düşündüğüm bir kaç kelimeden yola çıkarak Türkçe bilmediğinizi varsayabilir miyim acaba? Ve size teması bu olan saldırgan bir yazı yazabilir miyim? Hayır. Asla böyle bir çıkarımda bulunmam. Çünkü bu biraz fazla sert olur, değil mi? Ve bir o kadar da haksızca. Ama tabi şimdi size neyi ne düzeyde bilip bilmediğimi anlatmaya çalışmak da çok beyhude olur. Oyunculuk üzerine bir kaç kitap ismi versem mesela, biraz olsun imajımı toparlayabilir miyim? Aslında buna hiç gerek yok, bunu da biliyorum.

İkinci olarak, son derece samimi bir şekilde tekrar etmek istiyorum: Gerçekten de herhangi bir konuda öyle engin bir bilgiye sahip filan değilim. Sinemaya dair bilgim gittiğim filmler ve takip ettiğim naçizane bir dergiden edindiğim bir kaç kırıntı. Yazdığım yazının sizde neden böyle bir öfkeye yol açtığını anlayamadım. Burası bir blog; bir gün kedimi yazıyorum, bir gün yaşadığım bazı çıkışsızlıkları, bir başka gün de gittiğim bir filmi. Altına A. Dorsay diye imza atma gayretim bile yok. Ah gün gelecek ben de ne biçim eleştiriler yumurtlayacağım gibi bir rüya yok. İnanın sadece hissettiklerimi yazıyorum. Başka film yorumları da yapmıştım, kimse beğendiğine veya beğenmediğine bu kadar kızmamıştı. Kızmanız bir yana bu kadar “kırıcı” kelimeler kullanmanız çok şaşırttı beni. Bakın “kırıcı” diyorum; gerçekten üzüldüm. O kadar amatörüm yani. “Ayrı bir eleştrimenlik başarısı” / “Fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmak” / “Engin bilgi paylaşımı” / “Ne kadar saçmaladığımı öğrenmek”... Bütün bu ifadeleriniz beni gerçekten incitti.

Aziz bey, son olarak da ikinci yorumunuzda aniden yumuşayan üslubunuzun beni şaşırttığını söylemek istiyorum. İlk yorumunuzda dayak yemişten beter oldum zira. Film hakkındaki diğer yorumlarınız hassasiyetinizin NY bağlamında olduğunu düşündürttü bana. Bu hanım bir gün Oscar veya bir başka ödül alırsa beni düşünüp derin bir ohh çekeceksiniz gibi geldi. (En kibar ifadeyle) Umarım alır; bana da bir başka filmini seyredip oyunculuğu hakkında bir kere daha düşünme fırsatı doğar.

Saygılarımla
miso

16 Kasım 2008

Sufleee


Saat 8
Gel canım benim, geeel, pisipisipisi.
Dış kapıyı kapatıyoruz.
Ses yok.
Suflee gel kuzumu, gel bi tanem, gel misomiso.
Ses yok.
(O gün evde temizlik vardı, acaba kadın mı kaçırdı?) Sufleeee.
Ses yok.
Anne, ya Sufle gelmezse, ya o da ölürse?
Annecim, ağlama dur, gelir.
Gerçekten mi?
Gelir annecim, dur, korkma. (Cidden, ya o da gelmezse, ya o da ölürse, aman miso sen de ağlama, yoksa bu gece bitmez)

Saat 10
Dışarıdan bir ses: beyooovv
Yerimden nasıl fırladığımı bilmiyorum. Bakıyorum. Sarı bir kedi ama farklı gibi de. Gece gece gözüm de iyi görmüyor. Ama elleri... Yok, yok, bu değil. Bizimkinin elleri süte batmış gibi.
Çaresiz, kapatıyorum kapıyı.

Saat 11
Bir beyooovv daha.
Açıyorum yine bir ümit.
Purrr, gurrr, giriyor içeri. Bacaklarıma sürünüyor.
Üst baş leş olmuş, dudağın sağ tarafı hem alttan hem üstten zımbalı.
Kucağıma alıyorum, göğsüme bastırıyorum, gurul gurul ötüyor. Buz kesmiş.

Ağlıyorum.
Şükrediyorum.
Aptal Sufle.
Canım Sufle.

marruu

8 Kasım 2008

Bu kadarı da “Vicdan”sızlık yani…


Ödül hikayesine çok prim vermem genelde; önemli olan performanstır, değil mi? Yoksa verilen ödüller zaten hiç bir zaman gerçekten öznel olamazlar. İnsan doğası bu; bir filme, bir performansa verilen ödül kişinin kendi algısına bağlı sonuçta. Algı dediğimiz şey de öyle çok uçlu bir şey ki...

Dedim ve derim yine. Ama ödüllere de saygıda kusur etmemeye çalışırım. Oradaki koltuklardaki insanlar herhalde belli bir birikimi, deneyimi, görgüsü olmadan oraya oturmaya cesaret edemezler, yüzleri tutmaz, vardır bir bildikleri diye düşünürüm...

Düşünürüm düşünmesine de... Altın Portakal’ın Nurgül hanıma hangi bağlamda verildiğini de filmi gördüğüm günden beri düşünür dururum. Filme gideli iki hafta oldu, ben hala mongol moddayım. En ufak bir mantık ilişkisi kuramamak insanı cidden çok yoruyor bu bağlamda.

Hani filmde vicdan kavramıyla en ufak bir şey olsa, yine diyeceğim ki bu kadar zor bir kavramı bak nasıl yansıtmışlar. Koca desen Nurgül’le ilişki yaşıyor ama bunun en ufak bir vicdani yükünü taşıyor gibi görünmüyor. “Sevmediğim kadınla evlenmişim, Nurgül’le yaşadıklarımı cümle alem biliyor, karımın da, sevdiğimin de gururunu kırıyorum,” gibi bir muhakeme yaptığı yok. “Topluma karşı iki kadını da küçük düşürüyorum, ne vicdansızım ben,” de demiyor. Daha ziyade damızlık bir boğa gibi. Üzerinde atleti dolanıp duruyor.

Nurgül hanımda da bu kavramdan eser yok. Ve o ne arsızlıktır, o ne cart-cart ses ve hal tavırdır ki, bu kaçıncı filmi seyrettiğim, her bir film boyunca oradaki karakteriyle gerçek insanı ayırt etmekte her seferinde zorlandım desem biraz terbiye sınırlarını aşmış olucam, özür diliyorum şimdiden. Sevdiği adam başkasıyla evlendiği için en küçük bir duygusal sıkıntı yaşamayan, adamın karısıyla arkadaşlık kurarken yüzü bile kızarmayan ya da yönetmen yırtınsa da bunları gösteremeyen bir portre çiziyor filmde. Taş ruhlu- taş kalpli bir kadın. Ve taş suratlı.

Karakterizasyonun zayıflığı bir yana, filmin genel akışı da son derece kopuktu. Neden kurulduğu anlaşılamayan cümleler, lise tiyatro grubunun bir öğle sonrası serbest çalışmasını andıran doğaçlama diyaloglar, aynı sığır erkeğin kadını olma kaderini paylaştığı için aslında muhteşem bir duygusal ortaklık şöleni sunabilecekken yüzeysel bir yakınlık ve hatta anlamsız tensel temaslarla sınırlı kalan bir ‘iki-kadın’ dostluğu. Dostluk demeye bin şahit isteyen.

Diğer tarafta manasız bir cinsel şiddet; örneğin neden olduğu anlaşılamayan bir araba içi sevişmesi ve hemen ardından adamın oradan ayrılıvermesi. Kadının ortada kalakalması. Tutku muydu o araba içi sevişmesinin sebebi? Kırıntısını bile bulamadım ben, bulan beri gelsin.

Uzun zamandır beni en çok hayal kırıklığına uğratan film oldu bu.

marruu