30 Haziran 2007

Squash kararı ve sonrası


AK beni ikna ediyor. Squash oynayacağız. Hatırlıyorum zaten, 2 sene önce sınıfa yaptığı sunumda squash’i anlatmıştı. Sakin sakin, bu sporun mucidi gibi, “belli olmuyor ama bakın ben neler yapıyorum,” dercesine. Sınıfa raket ve top da getirmiş; onu hatırlayamadım. 100 aldığını hatırlıyorum bir de. Dedim benim raketim yok, bende üç tane var dedi. İnanmak mümkün değil, bir insanda neden üç tane squash raketi olsun ki? Sonradan yumurtladı; biri Kenan’ın, diğeri de Kenan’ın ablasınınmış. (“Bende” kelimesinin açılımına girmeyeceğim şu anda; AK’nın etrafındaki bütün raketler “benim” sınıfına giriyor galiba. Evet, evet, anladım ben)

Ee, nerede oynanır bu? Ya cehaletin bu kadarı olur mu? Yani kapalı alan olması gerektiğini biliyorum ama doğruluğundan emin değilim. Açık havası da var mıdır? Sorsam bu profüsür benimle alay eder mi? (Genelde etmez ama bazen çok fena ezebilir insanı, yaşanan gerçektir, şahitleri de vardır) AK anlatıyor yine, kapalı alan, duvara vuruyor top, sen koşuyorsun filan. Peki sen koşuyor musun AK? AK’nın kımıldama genleri doğumda hasar görmüş gibi, biraz yani, zaman zaman kımıldıyor, mesela fevkalade yürür kendisi, ama koştuğu görülmemiştir; o kadar ki İnsan Bünyesi isimli bilimsel dergiye bir makale konusu bile olabilir bu konu. Peki ne giyilir, var mıdır özel bir kıyafet? Öğretmeniz ya, kurallı olacak her şey, hiç olmazsa kuralları öğrenelim, uygulamasına bakarız. Tenis gibiymiş kıyafet, ama oynanan yerin arkası cammış (Teniste hatunlar etek giymiyor mu yahu? Ben etek giyeyim, oynayalım, arkada bütün Hazırlık, hocam bravooo, ööööööö. Bende de bu spor yaparken öğrenciye basılma artık fobi haline geldi, nooluyorsak yahu!! Sanki güreşçi mayosu giyip minderlere atlıyoruz)

Spor merkezine gidiyoruz, oraya üye olmak gerekiyor. Bankodaki adam “ikiniz de öğrencisiniz, di mi? 20 giriş 15 lira” “Yok, değil, ben hocayım.” “O zaman öğrenci 15, size 25 hocağm” Oluuur, öğrencisiniz di mi demişsin bana, 60 lira da veririm ben şimdi her girişe. Sonra adam anlatmaya başlıyor, iki türlü üye olunuyormuş, önce dırılı dırılı...

“Nasıl yürümek bu?”
“mmıığğğğğ”
“Ben sana böyle mi yürü dedim, ne yapmaya çalışıyorsun?”

Adam anlatıyor, adamın anlattıklarından bir kelime bile girmiyor kulağıma. Bir kadın, yanında muhtemelen 13-14 yaşlarındaki otistik çocuğu, bir de çocuğun eğitmeni. Kadın çok öfkelenmiş, çocuğu itiyor. “Yürü dedim, düzgün yürü görücem.” Ben çocuğu göremiyorum, sadece öfkeli anneyi görüyorum. Bankamatik kioskunun başındayız artık. Adam hala anlatıyor, AK dinliyor, ben artık adamın sesini bile duyamıyorum. AK’nın okul kimliğini kioskun kenarından geçiriyor, dırılı dırılı, şöyle yapıyoruz, buraya basıyoruz... Benim aklım koridorda. Kadın yürüyüşü beğenmemiş, kavga etmelerine ramak kalmış iki delikanlı gibi çocukla göğüs göğüse duruyorlar, çocuğu döner kapıdan dışarı çıkartıyor büyük bir mücadeleyle. Ben artık ağlamaya başlıyorum. Gözümde güneş gözlükleri var ama hem adam, hem AK anlıyor. Adamdan özür diliyorum, hiç bir şey dinleyemiyorum, kusura bakmayın diyorum. AK’nın kolunu sıkıyorum. Çaresiz kalmış, hiç bir şey yapamıyor, işleme başlamışız artık, bitirmek lazım. Çocuk dışarıda oturuyor, anne uzak bir yere yürüyüp geri geliyor.

O sırada spor salonunda minikler bilmem kaçıncı basket turnuvası var. Çocuklar giriyor, çocuklar çıkıyor, yanlarında antrenörleri, aileleri, içeriden heeeey, bravooo diye bağırışlar geliyor. Çocuk dışarıda yalnız başına oturuyor. Anne yürüdüğü yerden dönüyor, çocuğa doğru daha sakin ilerliyor. AK ve ben çıkıyoruz. Kadın çocuğunun yanına oturuyor. Bir şeyler söylüyor, duyamıyorum. Duymak istemiyorum, sadece ağlamak istiyorum. Kadın muhtemelen ben ne yapıcam diye düşünüyor, muhtemelen bunu yüz bininci kez düşünüyor. Bu çocuk daha doğru dürüst yürüyemiyor bile, ondan önce ölürsem ne olacak diye düşünüyor...

Arabaya biniyoruz. AK ne yapacağını bilmiyor. Ben ağlamamı durduramıyorum. Kadını düşünüyorum, çocuğu düşünüyorum. Kendi çocuğumu ve diğerlerini düşünüyorum. Annelik nedir diye düşünüyorum. Bütün bunları on beş saniyede düşünüyorum, bağıra bağıra ağlamak istiyorum. AK inerken iyi misiniz diye soruyor. Hmmm diyorum ama hayır, iyi değilim, ama olacağım, çünkü unutacağım.

Çok yaralanıyorum. Bunun neden olduğunu artık düşünmek bile istemiyorum. Hiç bir şeye isyan etmek de istemiyorum. Kös kös eve gidiyorum.

Üzerinden kaç saat geçmiş, hala aynı hüzün, aynı üzüntü. Hala ağlıyorum.

Diyecek hiç bir şey bulamıyorum.

Çocuğumu özlüyorum deliler gibi...

Ve sahip olduğum her şeye şükrediyorum...

27 Haziran 2007

Girdap


Enteresan bir girdap oluyor hayat benim için bazen. Çıkamıyorum düştüğüm döngüden. Açıklayamıyorum bir türlü. Hissediyorum aslında girdiğimi, ama ne kadar derinde olduğumu farkedemiyorum bir süre. İşte bütün mesele bu. Migren gibi tıpkı; geleceğini anladığım anda müdahale edebilirsem yırtıyorum, yok, edemezsem çarpıp duruyorum sağa sola.

Ilgaz’ı Eskişehir’e bıraktım bugün. Hafta sonu babannelerle tatile gidecek. Bir yanda derin bir özleme hissi, o yumuk yanaklara doyamama, diğer tarafta bir haftalık “istediğimi yapayım, iki satır bir şey okuyup gezeyim tozayım,” sevinci. Çıkışsız bir durum, tarif edemediğim, her iki hissi de en dibinden yaşadığım. Ve çok ciddi bir şekilde rahatsız ediyor beni bu durum. Hastalıklı bir şey gibi geliyor.

Hayatımı düzenlemem gerekiyor, biliyorum. Kocaman bir boşluk hissediyorum. Bir şeyler yapmam gerekiyor, ama bu şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Bir türlü de bulamıyorum. Bir şeylere sarmam gerekiyor, seçemiyorum. Keman diyorum, olabilir gibi geliyor. Eskisi gibi çeviriye devam diyorum, o da olabilir gibi geliyor. Her şeye çak vedayı diyorum... İşin kötüsü de bu zaten; o bile olabilir geliyor.

Hayatımdaki insanlardan beklediklerim çok net aslında. Çünkü çok net ifade ediyorum. Verebileceklerimi de öyle. Bu kadar netliğe rağmen beklediğim şeyi alamayınca böyle oluyorum aslında, biliyorum. Ve sonra sinirleniyorum. İstediğim şeyi alamadığıma sinirleniyorum. Tamam o zaman, sen de ona göre davran diyorum. Ona göre davranamayınca daha çok sinirleniyorum, bütün tırnaklarımı kendime batırıyorum.

Bu yaşa geldin, hala durum bu. Tüü sana miso, oyuncak oluyorsun hala. Bekleyen sen oluyorsun.

Ben yarın gece gidip içicem. Beni bu paklar.

pıhhh

25 Haziran 2007

Kadere karşı gelmek


Annemin teyzesinin oğluydu bu adam; ismi lazım değil. Anneannemin babası tipik bir Karadeniz erkeği; ilk eşinden en büyükleri anneannem olmak üzere beş, ikinciden ve üçüncüden de üçer çocuğu var. Bu adam da ilk eşten olan kızlardan birinin oğlu. Ailede üçüncü oğlan. Anne, korkunç bir anne. Daha da korkunç bir kayınvalide. Bu kuzenin iki abisi var, iki abinin de birbirinden sosyetik, kasaba kurnazı karıları. Ne yazık ki bu kuzenin karısı dünya eziği bir kadın. Aslında o da zengin bir evin kızı, ama baba erken öldüğü için, mallar mülkler amcalar ve diğer anneler tarafından kapışılmış, varlık içinde yokluk çekerek büyümüş bir kadın. Ezik, bir şeylere hayır demeyi geçtim, kendi fikrini bile söylemeyen biri. Bizimkiyle evlendikten sonra da cenderenin tam ortasına düşüyor. Kayınvalidenin yanına yerleşiyorlar; kocası işsiz çünkü, aylağın önde gideni, her gün beş posta sopayı hak edecek kadar sorumsuz, bir o kadar da eşek.

Gelin hanım bütün evin işini yapmaya başlıyor. Bu arada kayınpeder felç oluyor, yataklara düşüyor. Gelin hanım ona da bakıyor. Hem de ne bakmak, geceleri yanına yatak serip yatıyor ki tükürüğüyle boğulmasın. Bir yıl yaşamaz denilen adamı 4 yıl yaşatıyor. Çıt çıkarmıyor. Diğer yakadan en ufak bir minnet veya teşekkür yok. Yıllar böyle geçiyor ve aniden Ankara’ya gelmeye karar veriyorlar. Bunun nedeni hiç bir zaman açıklanmıyor. Öte yandan, ailenin hiç bir ferdi tarafından da onaylanmıyor. Kolay mı, karın tokluğuna çalışan hizmetçilerini kaybedecekler.

Ankara’ya geldikten sonra kuzen bey bir işe giriyor. Tutunabilir mi, tutunamaz tabi ki. Hayatında bir çalışma terbiyesi, görgüsü yok ki adamın. İte kaka işte kalıyor. Uyarı üzerine uyarı alıyor. Üstelik torpille girmiş o işe, kimbilir kimlerin hakkı yenmiş. Derken, kuzen ölüyor kalp krizinden. Aniden? Pek sayılmaz aslında. O zamana kadar tanrıdan küçük mektupçuklar almış, ama tık demiyor. Vücuduna giren sıvı miktarının bile önemli olduğu bu dönemde yemesine içmesine dikkat etmiyor ve sonunda o gün geliveriyor. Kader? Yemezler, pardon!

Üzüldük mü? Beklenen bu, değil mi? Ben kuzenin ölümüyle rahatladığımı hatırlıyorum. İlkokul mezunu bile olmayan gelin hanım ilk şoktan sonra kolları sıvayıp işe koyuluyor. İlk işi kocasının bıraktığı kredi kartı borçlarını ödemek. Amcalar ve babanne kılını kıpırdatmıyor. Hala biraz yardım ediyor. Lojmandan da çıkartılan gelin hanım annemlerin alt katına yerleşiyor ve hemen kendilerine torpil olan kişiye çıkıp kızı için iş istiyor. Bu sefer önceki gibi hak yenmiyor ama. Kızının niteliklerini taşıyan bir sürü insan var zaten.

Cumartesi gecesi bu kızın nişan davetini verdik annemlerin bahçesinde. Yüz kişiye yakın konuk vardı. Benim ayaklarımın altı tomurcuklandı dört saat servis yapıp bulaşık yıkamaktan. Ama olsun; o babanne, o amca kızları oradaydı ya, yüreğimin yağları cızır cızır eridi. Ve nişanın sonunda öyle bir kucaklaştık ki, bu herşeye değdi.

Kader yok, bize bunu öğretti gelin hanım. İyi insanlar da var, sevgi var, destek var, boktan kayınvalideleri teğet geçmemizi sağlayan gücümüz var.

Mutlu miso

marruu

17 Haziran 2007

Sabah Krizi


Burcu gelecek bugün. Sabah kalkıp annemlere gideceğiz. Babama sürpriz olacak ya, diyeceğiz ki biz ODTÜ’ye bisiklete binmeye gidiyoruz. Sonra Korcan gidip alacak Burcu’yu. Saat 1’de karşılanması lazım.

Annemlere bir gidiyoruz ki oğlan yalın ayak. Annemle masada oturuyorlar. “Anne bak, ben çıplak ayaklıyım.” “Öyle mi annecim? Çimlere mi basmak istedin, ne güzel.” Sonra Godot’yu beklerken dialoğumuz başlıyor annemle.

“Miso oğlanın bizde başka ayakkabısı var mı?”
“Anne bilmiyorum”
“Acaba var mı?”
“Anne sen bilmiyor musun?”
“Kızım ben nereden bileyim.”
“????” (Bomboş bakıyorum)
“Biz buraları akıttık, sandaletleri ıslandı biraz.”
Sandaletler sırılsıklam, giyilmeyi geçtim, bir iki saat kurumaz bile.
“Anne keşke arasaydın, ayakkabı getirirdik.”
“Aradım ben.”
“Anne nereyi aradın, cebi aradın mı?”
“Yok, aramadım.”
“Nereyi aradın pardon?”
Bu sefer annem bomboş bakıyor.

Ya nereyi aradı bu kadın? Merkez postanesini mi? Muhtar beni çağırmaya mı geldi? O anda anlıyorum. Kıvırıyor. Hayatta daha illet olduğum bir şey yok yahu! Aramadım de, doğruyu söyle. Hemen akabinde daha da illet olduğum ikinci perde başlıyor.
“Sen hemen kızıyorsun, tepki veriyorsun, bak bilmem ne.”
"Ya anne ben neye kızıyorum?”
“Bu çocuk ayaklarını ıslatmasın mı?”
“Ben öyle mi dedim, ayakkabı getirirdik dedim, tabi ki ıslatsın.”
“Ben alıştım sizin bu şeylerinize kızım, peki yavrum, tamam.”

Bir de üzerine babamdan fırça. Cidden bir şey yapmamışken hem fırça, hem cila, hem debil dialoglar.

Godot’yu öyle uzundur bekliyoruz ki bu şekilde... Gelince ben gitmiş olucam sanırım. Ben böyle olmak istemiyorum. Herhangi bir potansiyel sezmiyorum şimdilik, ama sezdiğim anda ne yapacağımı da bilmiyorum. Çok yorucu ve çok sıkıcı.

Ve çok çözümsüz.

pıhhh

13 Haziran 2007

Doğum


Normal doğuma karar verilmişti o uzun süreç boyunca. Her gidişimde toplam 5-7 dakika süren muayenelerimde hiç bir sıkıntıya rastlanmadığı için normal doğum diyordu doktor. Benim iki çocuğum da normal doğdu, sezaryen bir ameliyattır, hiç gerek yok, diyordu. Bana ayıracak vakti çok yoktu; o yüzden ben pek soru soramamıştım. Biraz okuyarak, biraz ona buna bir şeyler sorarak geçirdim hamileliği. Çokça da yiyerek tabi.

Endorfinle tanışmak muhteşem bir şey olmuştu benim için. İnanılmaz açlığımı bastrımaya çalışmak için neredeyse bütün bütün yuttuğum her şey tabii ki dehşet kilo almama yol açtı. Peh, bana mısın dememiştim. O zamanki ikiye iki buçuk metrelik banyomuzu geniş göstersin diye bir duvarına astığımız kocaman aynada kendime bakıp durmuştum 40 haftalık macera boyunca. Allahım, o ne güzellikti öyle. Karnımın aynadaki aksine bakıp ağladığımı bilirim. Endorfin harika bir şeydi; ben dünyanın en güzel kadınıydım artı 20 kiloma rağmen.

13 Temmuz Cuma sabahı 40 haftanın dolmasına 2 gün kalmıştı. Ben bir arkadaşa kahvaltıya davetliydim o sabah. (Ne kadar mutsuz bir arkadaştı; ne kadar sığır bir kocası vardı. Hiç çözemedim neden o adamla evlendiğini; belki de kendi evrimini evlendikten sonra tamamlamıştı diye düşündüm çokça, ama kendim de inanamadım buna hiç.) Buzdolaplarında ne var, ne yok yutacaktım da allah acıdı. Sabah tuvalete doğru giderken şööyle bir sarsıldım aniden. Anlamadım önce. Benden geldiğini anlamadım. Tuvalete gittiğimde sonradan büyüklerin “nişan” dedikleri şeyin gelmiş olduğunu gördüm. O anda ayıldım ve birden heyecanlandım. Arkadaşı aradım, “benim sancım başladı, gelemiyorum,” dedim. Ama nasıl sakinim, anlatamam. Evde küçük oğlu var, bırakıp gelemiyor, vicdan azabından çıldırmak üzere. Korkma dedim, annemleri aradım, gayet iyiyim ben. Telefonu kapatınca her sabah itinayla yerine getirdiğim görevim ilişti gözüme; köpeğin gezmesi gerekiyordu tabi, benim doğurmamla onun işemesi arasında hiç bir ilgi yoktu. Aldım Zoro Bey’i, çıktım dışarı. Bir yandan da kendi kendime gülüyorum, aferin miso, doğur şurada, neyin eksik diyorum. Tabi içimde en ufak bir inanç bile yok; keşke o kadar kolay doğurulsa. Karşıya bir baktım, bir başka arkadaş, koşa koşa bana doğru geliyor. Kahvaltıya gideceğim arkadaş aramış, koş git, miso’nun sancısı başladı demiş. Kızcağız pek kibar, pek hanım bir şeydi, beni görünce bayılayazmıştı. Aman miso, naapıyorsun? Naapıyorum, mecburum hayvanı gezdirmeye. Ay ben korkarım yoksa gezdirirdim valla, haydi git evine, sancın başlamış. Dur, bir şey olmaz, azıcık daha yürüyelim, yazık hayvana diyorum. Kızcağız fenalık geçiriyor, noolur git, bir şey olacaksın diyor. Sırf başımdan gitsin, beni de heyecanlandırmasın diye eve dönüyorum.

Annem ve babamla gidiyoruz hastaneye. Bu arada Burcu’yu markete yolluyoruz bir şey almak için. Şaşkınlıktan anahtarı kontakta bırakıp, kolu yukarı kaldırarak arabanın kapısını kilitliyor. Neyse, hastanede beni sancı odasına alıyorlar. Sancım var ama gelince bağırma ihtiyacı duymuyorum. Ama etraftakiler... O sesleri dinleyince ürkmemek mümkün değil. Zaman geçiyor, kadınlar bar bar bağırıyor, benim moralim bozuluyor. Nasıl olacak bu iş diyorum, nefesimi kesen sancıdan çok seslerden boğuluyorum. Doktor geliyor, muayene ediyor. Zaten muhtemelen altı yedi asistana kobay olmuşum o ana kadar; gelen bakıyor, giden bakıyor. Dört beşi de bakmakla yetinmiyor; açıklığınız şu kadar, bilmemne. Biliyorum, üç dakika önce diğer bey söylemişti diyorum, ama pek aldırış edilmiyor. “Misocum, bebek iri, çatın dar, açıklık aynı gidiyor, zor bir doğum olacak, hırpalanma, gel sezaryen yapalım,” diyor. Adam lafını bitirir bitirmez ben tutmazsam yere dökülecekmiş gibi sarıldığım karnımla ayağa fırlıyorum. Annem, dur kızım filan diyor ama ne mümkün! O bağırtılardan kaçayım yeter.

Gerisi malum. Canımın en içi Ilgaz. Dört kilo doğan koca bebek Ilgaz. Her şeyim Ilgaz; taptığım, bıktığım, yüzüne bakarak sevdadan, uyutamadığımda veya geceleri yirmi kere uyandığımda çaresizlikten ağladığım... Ilgaz’ım... Çok zor bir yol bu, çok yavaş yüründüğü düşünülen ama bir çırpıda geçen. Hayatta hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığı, ama eskisi gibi olmasını istemediğin yeni bir dönem.

Şimdi bunları yazarken ağlamamak mümkün mü? Olabilir, ama ben beceremiyorum. Aklım hep Köşenin delisi’nde olacak. Bütün gece. Uyuyamadığım için bu gece de ona söverim artık diyeceğim, ama yapmayacağım çünkü bu gece onun hakkı. Canım arkadaşım, yarın ve bundan sonra bütün kolaylıklar seninle olsun.

marruu

11 Haziran 2007

İkinci Tur


Cumartesi sabahı koşturmaca başladı. Malum, kuzen ikinci kez evleniyordu. Hem de 9 yıl önce ayrıldığı ilk nişanlısıyla. Aslında o ayrılık biraz terkedilme kategorisine giriyor ama şimdi her şey farklı hatırlanıyor. Komik komik şeyler oldu. Kuzenin yeni eşi kuzene ayrılma kararını ortak vermiştik demiş, kuzen geldi bize “beni askerdeyken terketmemiş miydi, ben mi bunadım?” türü sorular sordu filan. Şimdi ne desen yangına körük etkisi yaratacak. Ben de “bunları geçin, seviyorsanız evlenin,” filan türü büyük teyze lafları yumurtlamada buldum çareyi.

Yeni eş Ankara’ya eş durumundan tayin olsun diye bir ay içinde her şeye karar verildi, Atakule nikah salonu kiralandı, şeker, davetiye, kıl yün halledildi. Sabah haydi koş nikaha... Sonra da yemek için annemlerin bahçeyi ayarladık hep birlikte. Akşam için giyindik, süslendik, miso üşendi, kuaföre gitmedi, saçlara çaldı jöleyi, sıktı spreyi, hafif afro bir görümce oldu. Bir de taptığı topuklu pabuçlarını giydi. Fakat hizmet sektörü yorucu şeymiş, gelen misafir sayısı bizle birlikte yetmişe vurunca eve yirminci kez inip çıktıktan sonra o topukluları çıkardı ve yerine tatile-gelen-alman-turist-sandaletlerini giydi. Durumu kurtaran tek şey sandaletlerin siyah olmasıydı. (Aslında bu bile züğürt tesellisiydi, biliniyordu)

Haydi koş, buz getir, beyefendinin rakısı bitmiş, küllükleri boşalt, Ilgaz oğlum bak da Tuna (yaş 3) çamı yemesin; oğlum sen de yeme, başka ne alırdınız, sıcak börek, kolanızı tazeleyeyim, meyve yok özür dilerim (bir koşu alıp geleyim, ehe) ... Gece yarısı eve döndüğümüzde ayaklarımın altı yeni yürümeye başlayan çocuk ayaklarının pufluğuna sahipti. Her bir parmağımın dibini hissediyordum. Hiç bir şey yiyemedim, biraz bir şey içebildim, bir ay önce buluştuğumuzda karısının askılı bluzuna laf eden hıyarlar cumhuriyeti elemanına lafı soktum (çok mutluyum), kuzenimin annesi yengeme tekrar tekrar ziyadesiyle sinir oldum. Bir de tabi ki Ilgaz ateşlendi, şimdi boğaz kültürü sonuçlarını bekliyoruz.

Bitti çok şükür.

Yeter kardeşim, ikinci turlarınızı başka yerde yapın. Bir kere de biz misafir olalım.

marruu

7 Haziran 2007

Konuşma Sınavı


Bu uygulama bu sene başladı. Yani konuşma sınavı uygulaması. İlkini ilk dönem sonunda yaptık. Çocukları ikişer ikişer içeriye alıyoruz, elimizdeki sorulardan soruyoruz ve en sonunda 5 üzerinden bir not veriyoruz. Daha yeni uygulamaya başladığımız için ne kadar sağlıklı notladığımız veya ne işe yaradığı konusunda pek bir şey diyemeyeceğim. Bunu zaman gösterecek. Ama zaman zaman çok eğlenceli veya hüzünlü şeyler çıkabiliyor.

Dün giren bir çocuğa nereye tatile gidersin diye sorduk, memleketine gidermiş her yaz. Memleket de Beypazarı. Rüya tatilini sorduk, deniz kenarına gitmek istiyorum, yer veya mekan farketmez dedi. Üzüldük tabi arkadaşla, ama ben biraz da sinir oldum. Çocuk ODTÜ ekonomide okuyacak. Bu demektir ki benim matematik bilgimin yüzbinlerce katı matematik biliyor. (en az hem de, en azzz). Bul çocuğum bir kaç özel ders, üç beş kuruş biriktir, atla git Alanya’daki pansiyonlardan birine. Bu kadar mı zor yahu?

Sınavı vermeden önce aldığımız eğitimde bize hiç bir tepki vermeyeceksiniz, ifadesiz bir şekilde izleyeceksiniz denmişti. Ya bu mümkün mü? Bir kere bizim kültürümüzde yok bu. İkincisi bana hiç gelmez, ben televizyonu bile interaktif izliyorum. Yaşlanınca konuşmaya da başlayacağım karakterlerle, biliyorum. Sınavda da sürekli kendimi kafa sallayıp gülümserken, hı hı diye onaylarken yakaladım sonuçta.

Neyse, sorulardan biri şu: "Arkadaşlarınızla tatil planı yapsanız aşağıdakilerden hangisine karar verirdiniz?" Amaç da iki öğrenciyi birbiriyle konuşturmak. Şıklar arasında Akdeniz’de pahalı bir otel, Alpler’de kamp, Roma’da üç yıldızlı otel falan filan. Öğrenciler iki uyanık çocuk. Bir tanesi Akdeniz’deki otele gidelim diyor, işte yüzme havuzu filan. Diğeri, yok o pahalı olur diyor. Alpler’de kamp kuralım. Diğeri irkiliyor, “çok soğuk olur, hem ayı filan gelir gece,” diyor. Öbürü son noktayı, “kovalarız,” diyerek koyuyor. Maksat konuşmak :)

Sonra iki kız girdi. Sınavın başında birine nerelisin diye soruldu, o da İzmirli olduğunu söyledi. Öbürü hemen atladı, aa ben de İzmirliyim. Aaa, ekü ekü. Tipler kendi aralarında konuşmaya başladılar. Ya bu ne özgüven yarabbim? Hani coğrafi sınırlara çok itibar etmemeye çalışırım ama bir kentin bayanları bu kadar mı benzer özellikler taşır? Kaç yıllık hocayım, Ankaralı kızlar şöyledir, Antalyalılar böyle diyecek üç beş parametreyi bir araya getiremedim. Ama aynı şeyi bu güzide şehrimiz için söylemek ne mümkün!

Bu arada kapıdan giren bir kaç çocuğu simaen tanıyorum, onlar da beni tanıyorlar. Seviniyor zavallılar tanıdık kasap görünce; onlar sevinince ben de çok seviniyorum. Gel gel, korkma, hehe.

Bu uzun ve başağrılı günün kârı şu oldu: Partnerim rahatsız olduğundan gelememiş, onun yerine yedek hoca geldi. Bu bayan da çok enteresan biri. Eşlerimiz aynı yerde çalışıyor, çok yakın olmasalar da birbirleri hakkında gayet pozitif düşünüyorlar. Ben dört yıldır bu kızdan şöyle adam gibi bir selam alamamıştım. Uğraştım üstelik; benim böyle gerzek bir yönüm vardır, merhabaaa, nooolur merhabaaa şu zavallı miso’ya. Bırak, geç, olmazzz! İşte bu arkadaşla partner olduk. Günün sonunda zafer benimdi; akşam telefonumu bile aldı. Çaya bile çağırdı. Hehehe. Sırtım yere gelmez artık.

marruu

5 Haziran 2007

Bindik bir alamete...


Efenim, biz bir ev aldık üç yıl önce. Aslında biz 2000’de bir ev almıştık. 2 oda, L salon ufacık bir ev. Oradan buradan borç bulduk, bir de sorduk soruşturduk, dediler ki ekonomi iyi gidiyor, istikrar filan, koşarak bir de döviz kredisi aldık. Sonra bir de Ilgaz efendi hasıl oldu, onun hazırlığı başladı. Ooo, ne mutluydu, film gibiydi. Derken Ecevit anayasa fırlattıı, ya da bize öyle dediler, yoksa Hüsamettin Özkan mıydı; neyse önemini yitirdi artık bu detay. Önemli olan bu hamlenin bizi de savurup atmasıydı. Bizim küçücük ev aldığımız döviz kredisi nedeniyle yalı fiyatına ulaştı. Benim karnım şiştikçe şişiyor, eşim günde bir kaç kere arayıp “haber dinleme, moralini bozma, hallederiz,” filan diyor.

Evin borcu bitti ama biz de bittik. Ama yine de dayanıklı çıktık; annemin arkadaşının kardeşi gibi intihar etmedik, paşa paşa ödedik. Ödeyemezsek çalacak bir kaç kapı buluruz dedik ama gerek kalmadı.

Ancak artık evden soğumuştuk. Kolay mı, her köşesine altın değerindeki dövizleri gömmüştük. Zaten Ilgaz gelince de sığamamaya başladık. Bir kaşıntı sardı ikimizi de. Evlere bakıyoruz, bizim gibi paşa soyundan olanlara layık olanlar ateş pahası. Aslında çok bir şey aramıyorduk, üç oda yeterdi filan; ama ne mümkün. Emlakçılar ben telefon etmişsem hiç oralı olmuyorlar; sesim öyle bir ilkokul beş orta-bir hesabı çıkıyor. Ofislerine gittiysek de ilgilenmiyorlar bile; ödeyemez bunlar bakışlarıyla üç beş fiyat veriyorlar filan.

Sonraaa, uzaaak bir yerde, ıssız ıssız yollardan geçildikten, sarp kayalar aşıldıktan sonra varılan Türkkonut2’de bir ev bulduk. Aman bir sevinç, bir coşku. Kolay mı, bizim uyduruk eve üç beş koyup müstakil ev alacağız. Yine koşup danışıyoruz, eş dost (döviz kredisini gazlayanlar değil bu sefer; onlarla artık görüşmüyoruz) buralar çok değerlenecek diyor. Evi satıyoruz, bayıldığımız bu evi alıyoruz.

Evin içi bomboş ama. (bööö) Perde taksan dışarıdan adam sanılır sanılmasına da, içinde kapı, mutfak, vs vb hiç bir şey yok. İçini yaptırmak için bir kaç fiyat aldıktan sonra bu evleri tavsiye eden eş dostu da hayatımızdan çıkartıyoruz. (Bir sonraki hamlede şehir değiştireceğiz sanırım). Adamlar evin içine 150 milyar harcanır filan diyor, ben baygınlıklar geçiriyorum...

Çook uzattım biliyorum. Üç senedir üç beş bir kenara koyduk, biraz da annemlerden borç harç filannn, dün bir takım adamlarla el sıkıştık. (Men in Black) Evi yaptırıyoruz en sonunda. Temmuz sonuna bitireceğiz dediler, çok inanmadık ama pek sevindik. Adamların iyi niyetli olduklarına inanmak istiyoruz, sevinç gözyaşları döküyoruz.

Sizleri de davet edebilmeyi umuyoruz.

Tabi önce taşınmayı umuyoruz.

marruu