AK beni ikna ediyor. Squash oynayacağız. Hatırlıyorum zaten, 2 sene önce sınıfa yaptığı sunumda squash’i anlatmıştı. Sakin sakin, bu sporun mucidi gibi, “belli olmuyor ama bakın ben neler yapıyorum,” dercesine. Sınıfa raket ve top da getirmiş; onu hatırlayamadım. 100 aldığını hatırlıyorum bir de. Dedim benim raketim yok, bende üç tane var dedi. İnanmak mümkün değil, bir insanda neden üç tane squash raketi olsun ki? Sonradan yumurtladı; biri Kenan’ın, diğeri de Kenan’ın ablasınınmış. (“Bende” kelimesinin açılımına girmeyeceğim şu anda; AK’nın etrafındaki bütün raketler “benim” sınıfına giriyor galiba. Evet, evet, anladım ben)
Ee, nerede oynanır bu? Ya cehaletin bu kadarı olur mu? Yani kapalı alan olması gerektiğini biliyorum ama doğruluğundan emin değilim. Açık havası da var mıdır? Sorsam bu profüsür benimle alay eder mi? (Genelde etmez ama bazen çok fena ezebilir insanı, yaşanan gerçektir, şahitleri de vardır) AK anlatıyor yine, kapalı alan, duvara vuruyor top, sen koşuyorsun filan. Peki sen koşuyor musun AK? AK’nın kımıldama genleri doğumda hasar görmüş gibi, biraz yani, zaman zaman kımıldıyor, mesela fevkalade yürür kendisi, ama koştuğu görülmemiştir; o kadar ki İnsan Bünyesi isimli bilimsel dergiye bir makale konusu bile olabilir bu konu. Peki ne giyilir, var mıdır özel bir kıyafet? Öğretmeniz ya, kurallı olacak her şey, hiç olmazsa kuralları öğrenelim, uygulamasına bakarız. Tenis gibiymiş kıyafet, ama oynanan yerin arkası cammış (Teniste hatunlar etek giymiyor mu yahu? Ben etek giyeyim, oynayalım, arkada bütün Hazırlık, hocam bravooo, ööööööö. Bende de bu spor yaparken öğrenciye basılma artık fobi haline geldi, nooluyorsak yahu!! Sanki güreşçi mayosu giyip minderlere atlıyoruz)
Spor merkezine gidiyoruz, oraya üye olmak gerekiyor. Bankodaki adam “ikiniz de öğrencisiniz, di mi? 20 giriş 15 lira” “Yok, değil, ben hocayım.” “O zaman öğrenci 15, size 25 hocağm” Oluuur, öğrencisiniz di mi demişsin bana, 60 lira da veririm ben şimdi her girişe. Sonra adam anlatmaya başlıyor, iki türlü üye olunuyormuş, önce dırılı dırılı...
“Nasıl yürümek bu?”
“mmıığğğğğ”
“Ben sana böyle mi yürü dedim, ne yapmaya çalışıyorsun?”
Adam anlatıyor, adamın anlattıklarından bir kelime bile girmiyor kulağıma. Bir kadın, yanında muhtemelen 13-14 yaşlarındaki otistik çocuğu, bir de çocuğun eğitmeni. Kadın çok öfkelenmiş, çocuğu itiyor. “Yürü dedim, düzgün yürü görücem.” Ben çocuğu göremiyorum, sadece öfkeli anneyi görüyorum. Bankamatik kioskunun başındayız artık. Adam hala anlatıyor, AK dinliyor, ben artık adamın sesini bile duyamıyorum. AK’nın okul kimliğini kioskun kenarından geçiriyor, dırılı dırılı, şöyle yapıyoruz, buraya basıyoruz... Benim aklım koridorda. Kadın yürüyüşü beğenmemiş, kavga etmelerine ramak kalmış iki delikanlı gibi çocukla göğüs göğüse duruyorlar, çocuğu döner kapıdan dışarı çıkartıyor büyük bir mücadeleyle. Ben artık ağlamaya başlıyorum. Gözümde güneş gözlükleri var ama hem adam, hem AK anlıyor. Adamdan özür diliyorum, hiç bir şey dinleyemiyorum, kusura bakmayın diyorum. AK’nın kolunu sıkıyorum. Çaresiz kalmış, hiç bir şey yapamıyor, işleme başlamışız artık, bitirmek lazım. Çocuk dışarıda oturuyor, anne uzak bir yere yürüyüp geri geliyor.
O sırada spor salonunda minikler bilmem kaçıncı basket turnuvası var. Çocuklar giriyor, çocuklar çıkıyor, yanlarında antrenörleri, aileleri, içeriden heeeey, bravooo diye bağırışlar geliyor. Çocuk dışarıda yalnız başına oturuyor. Anne yürüdüğü yerden dönüyor, çocuğa doğru daha sakin ilerliyor. AK ve ben çıkıyoruz. Kadın çocuğunun yanına oturuyor. Bir şeyler söylüyor, duyamıyorum. Duymak istemiyorum, sadece ağlamak istiyorum. Kadın muhtemelen ben ne yapıcam diye düşünüyor, muhtemelen bunu yüz bininci kez düşünüyor. Bu çocuk daha doğru dürüst yürüyemiyor bile, ondan önce ölürsem ne olacak diye düşünüyor...
Arabaya biniyoruz. AK ne yapacağını bilmiyor. Ben ağlamamı durduramıyorum. Kadını düşünüyorum, çocuğu düşünüyorum. Kendi çocuğumu ve diğerlerini düşünüyorum. Annelik nedir diye düşünüyorum. Bütün bunları on beş saniyede düşünüyorum, bağıra bağıra ağlamak istiyorum. AK inerken iyi misiniz diye soruyor. Hmmm diyorum ama hayır, iyi değilim, ama olacağım, çünkü unutacağım.
Çok yaralanıyorum. Bunun neden olduğunu artık düşünmek bile istemiyorum. Hiç bir şeye isyan etmek de istemiyorum. Kös kös eve gidiyorum.
Üzerinden kaç saat geçmiş, hala aynı hüzün, aynı üzüntü. Hala ağlıyorum.
Diyecek hiç bir şey bulamıyorum.
Çocuğumu özlüyorum deliler gibi...
Ve sahip olduğum her şeye şükrediyorum...