28 Aralık 2007

Çok olmuş uğramayalı


Bir hayli olmuş yazmayalı. Aslında kafamda hep bir takım şeyler var, ama bir türlü yazamadım. Neden? Anlamadım da. Böyle geçip gitti işte günler.

Bayram geçti önce. Sevdiğim sevmediğim ve hatta tanımadığım bir sürü insanla öpüştüğüm bir bayram oldu yine. Et kokulu evlere girdik, rahatsız bir şekilde ayrıldım ben çoğundan. Eşimin ailesini uzun süre önce ikna ettiğimiz için onlar bağış yaptı sağolsunlar; ev güvenli bir ortamdı bizler için. Ama o kadar kişiyle öpüşmenin bedeli ciddi bir grip oldu. Ateşli terlemeli filan. Burun içi ahali hala beni terketmiyor ama en azından ateş bitti. Ilgaz da garip bir şekilde yırttı, gelgit nezle şeklinde atlattı.

Bayramda Burcu buradaydı. Bizim gittiğimiz gün geldiler. Neyse, cumadan dönebildik Ankara’ya. Çıktık bir gece, iyi geldi. Buralarda olduğunu bilmek bile iyi geliyor aslında. Aynam o benim. Birbirimizin ne hissettiğini bile anlıyoruz. Konuşmaya gerek yok, bakmak yetiyor onunla.

Okul için hazırladığım telafi sınavını teslim ettim. Üç kere geri döndü. “Şuraya da şöyle yazalım misocuğum, burayı böyle diyelim misocuğum. Sen ne dersin?” Misocuğuna da sana da. Ben diyeceğimi demişim, sen de alternatif getiriyorsun. Yaz o zaman yahu; elli kere çıktı al, mail at, bak, düzelt bilmem ne. Bir sürü fuzuli iş. Gelecek dönem almayacağım bu görevi. Sıktı, bayılttı.

Gulşad’cığımla ufak bir gerilim yaşandı. Telefon faturası 65 lira gelince “lütfen evden cep telefonunu arama, cep telefonundan ara, bak çok pahalı oluyor,” dememize bozuldu. Söylememeli miydik anlamadım? Çok da yumuşak söyledik ama. İki gündür hafif bir don yağına bulgur pilavı modu var evde. Yavaş yavaş çözülüyor ekselanslarının buzları.

Ufak ufak yoğunluğum azalıyor sanırım. Bugün Ilgaz’ı okuldan alabildim mesela. İyi geldi, tip arkaya oturup vır vır konuşup duruyor, konudan konuya atlıyor, ben konuyla ilgili bir şey sorduğumda kafasında başka bir şey varsa hiç sallamadan o konuya geçiş yapıyor falan filan. Komik bebe, dönüp yanaklara dalasım geliyor.

Yazayım ben böyle yahu, bu da iyi geliyor.

marruu

10 Aralık 2007

Sen kimi kurtarıyorsun Miso?


Göksu’ya gittik yine. (Ya ben galiba bir yirmi yıl sonra size Bakırköy’den yazıcam; ne yapayım, çok seviyorum içmeyi. Bir de tabi kamuoyu araştırması yapıyorum sıkça. Bakıyorum benden sık ve fazla içenler de var, hoooop, Göksu’ya zıplayıveriyorum akabinde) Bu sefer iki arkadaşımızla gittik. 2000 yılında evlendiler. Yaklaşık bir buçuk senedir de ufak çaplı zelzeleler yaşıyorlar. Çok sık görüşmesek de biliyorum hikayeyi.

Oğlan benim eski arkadaşım. Gençlikten. Ta liseden, öyle söyleyeyim. Lisedeyken taşınmışlardı “mahalle”ye. Çok hoş biriydi; şimdiki gibi sürekli kilosundan şikayet ederek gezmiyordu. Hoş, uzundur o gençliğimizdeki gibi de değil. Çok okumazdı, ama bilirdi. Konuşacak bir şeylerimiz olurdu hep. “Mahalle” güvenli bir yerdi, yan mahalle yoktu delikanlılarıyla dövüşülecek. Geceleri dışarı çıkar otururduk. Öyle içme-kusma seansları olmazdı. Yürüyüşe çıkan aileler adam gibi oturduğumuzu görüp içleri rahat bırakırlardı bizi dışarıya.

Bu arkadaşla da hep “arkadaş”tık. Hep bir hayranlığım vardı gerçi; interrail hikayelerine, o özgürlüğüne, sevgilisinin gelip ailesi evdeyken onlarda kalabilmesine, adam gibi oturup film izleyebilmemize. O da bana karşı öyleydi. Böyle dayanılmaz bir kadınsılık zaten uzağımdan bile geçmedi hiç bir zaman; ama başka bir şehirde okuyor olmam, şimdi komik ve sığ görünse de o zamanlar bütün kızlar utangaç’ı, cici-kız’ı oynarken benim bunlarla takılabilmem, zaman zaman içebilmem filan belki farklı bir şeyler yaratmıştı. Nasıl başardık bilmiyorum, ama bu arkadaşlığı hiç bozmadık, hiç saçmalamadık.

Şimdi farklı biri olmuş. Üç ay öncesinden bile farklı. Ve yapayalnız bir çocuk gibi. Geçenlerde kuzenimle yemeğe çıkmışlar. “D. boşanmak istiyor ama ben istemiyorum,” demiş. “Tehdit ettim, oğlanı vermem diye korkuttum, şimdilik bir şey söylemiyor, ama korkuyorum,” demiş. O kadar çaresiz ki, saçmalık örgüsü ha babam, de babam devam ediyor. Yemek boyunca da karşılıklı yapılan en ufak espriden bile alınmalar, sen çaktın-ben daha çok çaktım laf karşılamaları filan...

Yemeğe çıkmadan önce “kurtarabilir miyiz acaba” diye düşünüyorduk evin beyiyle. Kurtaracak bir şey pek kalmamış ne yazık ki. Beraber yaşamayı becerememişler, çok yormuşlar birbirlerini, bir o kadar da tüketmişler.

AŞK ve TUTKU üzerine yazacak bir kamyon şey var tabi, ama bir o kadar da susulması gereken bir konu oldu. Yaş itibariyle sanırım. İşin en kötü tarafı, bu kadar saldırgan ve bıkkın iki insanın hayatlarına birileri girdiği anda yine bahar çiçekleri gibi açacak olmaları. Tükettiğimiz şey birbirimize dair oluyor ne yazık ki, birbirimizin kapılarını çarpıyoruz suratlara. Dışarıya hep açık olan başka kapılar var; biz bilmesek de, farkında olmasak da varlar.

Aslolan, bitirmeden yaşamayı becerebilmek. En tehlikeli kumar da çocuk üzerine oynananı. Asla yapılmaması gereken.

marruu

1 Aralık 2007

Bakamazzz


Geçen Cumartesi akşamı Vatan Bilgisayar’a uğradık evin beyiyle. Söğütözü’nde devasa bir elektronik dükkanı. (Bu konularla o kadar alakasızım ki, bu tür yerlere dükkan derken garip geliyor, mağazayı da pek yakıştıramıyorum, başka bir adı varmış gibi hissediyorum). Vatan’da bir Finansbank şubesi var. Eşimin kredi kartı bilgilerinde bir eksik varmış, onu tamamlamaya gittik. İçeri bir girdik ki, cehennemi bir kalabalık. Kasada neredeyse 30 kişilik bir sıra. Meğer laptoplardan birinde yaklaşık 500 liralık bir indirim yapmışlar. Aynı sıra her reyonda var gibi; dükkaninsna kaynıyor. İçim sıkıl sıkıl, mızımam an meselesi. Neyse, aşağıya indik, Finanskız’ın önünde de bir grup insan. Finanskart’la bu satılan zımbırtılara bilmem kaç taksit yapıldığı için herkes kart almaya çalışıyor. Kızın masasının 1.5 metre ötesindeki sandalyelerden birine oturdum. Eşim de kızın hemen önüne. Beş dakika sonra iki âmâ bey geldi.

“Ee, biz kart alacaktık, form doldurmamıza yardımcı olur musunuz?” dediler kıza. Kızın başını kaşıyacak vakti yok.
“Ben olurum,” diye atladım hemen, aldım adamları masaya. Tam doldurmaya başlayacağım, Finanskız geldi.
“Yalnız işlemleriniz bugün onaylanamaz, bir haftaya ancak gelir kartınız.”
Adam: “Neden? Gözümüz görmüyor diye mi?”
Finanskız: “Eeee, genel merkezimiz, hebe, gübeee...”
Miso: “Nasıl yani? Herkese hemen kart veriliyor diye biliyorum ben. Yanlış mı biliyorum?”
Finanskız: “Şey, cvkafgakfjavn.., + sorunun cevabı olmayan bir sürü kelime...”

O sırada Finanskızın masasında sırasını bekleyen bir kadın, “bakar mısınız, pardon?” diye çemkirdi. Ben zaten içimden yükselip boğazımda bekleyen höykürmeyi bastırmaya uğraşıyorum, uygulanan çifte standarttan midem bulanmış, kadına şööyle bir baktım. Anlasın diye. En mermer suratımla. “Bir saattir onay bekliyoruz, bakar mısınız?” deyiverdi yine. (Onayı da genel merkezden bekliyor moron, kızın yapacağı hiç bir şey yok). “Bakamazzzz” diye bağırıverdim. “Biraz daha bekleyin siz.” Kadın hala bir şeyler diyor, ama onunla uğraşacak vakit yok. “Anlamadı hala, anlamıyor yahu” diyebildim sadece. Herkese 1.5 saatte kredi kartı veren bu Finansbank’ın böyle bir ayrımcılık yapıp yapmadığını öğrenmeye çalışabildim ancak. (Hala da öğrenemedim) Finanskız’a da hiç bir şey diyemedim. O kadar iyi niyetli ve hanımefendiydi ki.

Sonuç: Finansbank bu adamlara anında kredi kartı vermiyormuş. Neden? Genel merkezimizin.... Adamlar kartı alamadı, ben bakar mısınız kadınını paralayamadım, Finanskız’la tartışamadım...

Boğazım düğüm kaldı.

marruu

25 Kasım 2007

Sular Duruldu


Hayatımın gidişatının nasıl bu denli dış etkenlere bağlı olduğunu görüp şaşırıyorum. Bazen diyebilmek ne kadar rahatlatıcı olurdu şimdi... Oysa sıklıkla demek bile bu dış etkenlerin ağırlığını hafife almak gibi olacak; haksızlık etmeyeyim. Yakışmaz. Aferin miso.

Şimdi bu giriş paragrafından ne kendini sürekli yiyen, huzursuz, iç sorgusu bitmeyen biri olduğum ortaya çıkıyor, değil mi? Evet, ne yazık ki öyleyim. Bunun yorgunluğu da herşeyin cabası zaten. (Bu paragrafı kocaman bir parantez olarak algılayabilir miyiz, lütfen?)

Gelgitlerim bitti gitti diyebilmek ne güzel. Hele de hissedebilmek... Gelgitler biter mi? İniş çıkışların ancak yükseklikleri azalabilir; asla bitmezler, asla, değil mi? Ama bu aralar bu yükseklikler aşağılara çekildi gibi görünüyor. Tamamen dış etkenlerden, yaraları iyileştirecek kadar güçlü dış etkenlerden.

Dış etken bir çok güçlü: Kemanı aldım. Kıvır, A.K ve ben gittik almaya. Yalnız gidemezdim zaten. Nasıl bir heyecan, nasıl bir iç kıpırtısı anlatamam. (Bu arada, yalnız gidemeyeceğimi bildiğim veya yüzleşmesem bile hissettiğim yerlere hep bazı kurbanları sürüklediğimi fark ettim. Blogdaki yazılarımdan farkettim biraz da. Aslında blog öncesinden de var bir iki kurban. Sürüklediğim kurbanların da hep canımın içi olduğunu gördüm. Teşekkürler kurbanlar). Müzikevinin sahibi biz gittiğimizde yoktu. Yanımda götürdüğüm notalardan biraz çaldım; bir kaç hafta önceki etkinin serap olmadığını görmek istedim. Çalmadan önce de değişik bir korku; ya abarttıysam, ya öyle değilse, ya hıdırhıdırdırdır... Yok, her şey o günkü gibiymiş. Sonra beyefendi geldi, biz kemanı alıp çıktık. Kemanın kutusu mor, miso’ya uymayan tek şey o oldu. Olsun, içindekinin yarattığı dalga yeter.

Dış etken iki farklı bir güçlü: Burcu geldi. Pazartesi gecesi babamın emeklilik yemeği var. İşini ayarladı ve gelebildi. Orada olması gereken on kişiden biri de oydu; gelemeseydi kahrolurdum cidden. Hepimiz bir zil-tak-oyna ruh haline girdik. Burcu’nun üzerimde iyileştirici bir etkisi var, huzur verici. Ona baktıkça ve kendimde sinir olduğum ama onda eser bile olmayan huylarımı düşündükçe marrr-gurrr-purrr diye kediler gibi ötesim geliyor. Cumartesi gecesi bir şeyler içmek için evden çıktık ama sis yüzünden bir kilometre sonra geri dönmek zorunda kaldık. Eve mi döndük? Hayır. Mahalle bakkalının önüne çekip arabayı birer bira içtik, hayatımızdaki güzelliklerden konuştuk, özlemlerden, yenemediğimiz gerzekliklerden... Çok seviyorum, çok. Canım Burcu.

Dış etken üç aslında dış etken değil. İki senedir dış mı iç mi karıştırdığım bir hale gelen bir dostluk. Cuma gecesi T,B,Gizmo ve AK bana öğretmenler günü hediyemi verdiler. Elif Şafak’ın Siyah Süt’ü. Bir de dört kedi fotoğrafının olduğu kart albümü. Herkes kendine benzeyen kediyi seçmiş, içine nefis şeyler yazmış. Kimi mırıl mırıl bir kedi bulmuş, kimi sev-beni-sev-beni diyen, kimi şekerleme-lokum gibisini, kimi de mıymız mı mıymız bir kediyi. Dışındaki kediler, içindeki yazılar, kitabın kendisi... Ne diyebilirim ki? Yaralarım işte böyle uçar gider. Teşekkür etmek de yetmez ki...

Sular duruldu bu aralar. Dış etkenlere müteşekkiriz. Bir süre böyle giderse pek bir sevineceğiz.

marruu

15 Kasım 2007

Kıl Payı


“Kıl payı” yırtıyoruz bazı şeylerden. Saniyelik oluyor bir çoğu. Kapıdan çıkıyoruz, arkamızı dönüyoruz ki bir şey unuttuğumuzu farkediyoruz. Hemen eve girip o şeyi alıp dışarı çıkıyoruz. Dışarı çıkmadan hemen önce telefon çalıveriyor. Telefonumuzu evde unutmak üzere olduğumuzu, kimbilir ne önemli (!!) çağrıları kaçırmaya ramak kaldığını anlayıp gülümsüyoruz.

Yolda giderken kafa ikircikleniyor. Şuraya uğrayıp bir şeyler alsam mı diye düşünüp duruyoruz. Gideceğimiz yere geç kalır mıyız, kalsak ne olur hesapları yaptıktan sonra uğrayıveriyoruz. Alıyoruz her neyse kafamızı meşgul edeni. Yola çıktığımızda az ileride trafiğin tıkalı olduğunu görüyoruz. Ya bir kaza, ya da yola devrilmiş yaşlı bir ağaç trafiğin sebebi. Bu sefer içimiz üşüyerek tebessüm ediyoruz. “Kıl payı,” diyoruz içimizden, yanımızdaki sahneye pek bakmamaya çalışarak.

Bir şeyler yazıyoruz, yalnızca kendimize ayırdığımız. Sonra o sefil kağıdı ortalarda bırakıyoruz. İçimiz pır pır; lütfen okunmasın, lütfen yalnızca bana ait kalsın diye kıvranıp duruyoruz. Ya da bir şeker hastası gibi gizlice bir şeyler yiyoruz; yemememiz gereken, kesinlikle sakıncalı olan. Gizli gizli yiyoruz güya, ahh o gizliliğin tadına doyulmaz hazzı. Ambalajı ortada bırakıveriyoruz. Gene aynı pır pır... Noolur görülmesin, anlaşılmasın. Sonra gidip baktığımızda yazının olduğu sayfayı bir kenarda buluyoruz, bıraktığımız kenarda. Veya büyük bir hazla mideye indirdiğimiz lezzetin ambalajını masa örtüsünün eteğine takılmış sarkarken buluyoruz. Kimse görmüş olamaz.

Suçlu suçlu tebessüm ediyoruz.

“Kıl payı,” diyoruz muhteşem bir rahatlama duygusuyla. Ve o kadar da haksız olmadığımızı düşündüren arsız bir zafer duygusuyla.

marruu

9 Kasım 2007

Gelgitlerim


Hayatımın en gelgitli, en enteresan dönemlerinden birini yaşıyorum sanırım. Ya da sanmam; tam anlamıyla yaşıyorum. Şimdiye kadar hiç bir zaman içimin bu denli çalkalandığı, psikolojik olarak yalpaladığım bir dönem olmamıştı. Nedeni? Bilmiyorum. Çok somut bir şeyler kurgulayamıyorum.

Biraz evliliğimle ilgili bir şeyler var sanırım. Yaptığım evlilik başıma gelebilecek en talihli olaydır desem abartmış olmam. Kalite bağlamında üzerine adam tanımam diyebileceğim bir eşim var. Ama kişiliklerimizdeki farklar... Beni çeken, bir zamanlar büyüleyen farklar şimdi “fark” olduklarını belli etmeye başladılar galiba. (Ya da ben mi geç anlıyorum acaba? Pek de uyanık geçinirim ama...) Eşime olan sevgime dair en ufak bir şüphe bile duymuyorum; öte yandan içine düştüğüm, hatta yüzüstü kapaklandığım yalnızlığım bazen dayanılmaz hale geliyor. Sağır sessizlik, bazen bugün-sen-ne-yaptın/ben-ne-yaptım konuşmalarının bile yapılmadığı günler... O televizyon hep açık, nöbetçi televizyon seyircisi gibi oldu eşim. Mutfağa gidip başımı ellerimin arasına alıp oturuyorum ve içinden çıkılmaz halimize, ya da halime bakıyorum. Hiç bir çözüm üretemeden bakakalıyorum. Çözüm yok, çünkü karşımdaki tabloda bizden bir eski model kayınpeder ve kayınvalide var. Onları düşündükçe iyice ürküp mutfağı ve daha iyisi kendimi terkediyorum. Bir insandan değişmesini istemeyecek kadar, bunun işe yaramayacağını, her şeyi daha da zor hale getireceğini bilecek kadar büyüdüm artık.

Biraz da yaşla ilgili bir şey galiba. Yani bilemiyorum, bunu kendime de hiç yakıştıramıyorum, ama yaşlanmakla ilgili bir takım sıkıntılar yaşıyorum sanırım. Yaşlandığımı hissetmek, daha erken yorulmak, daha da erken yatmak istemek... Herhangi bir korku yaşıyor değilim, öyle tipik sarkıcam, buruşucam paniği filan yok. Hatta onu da sevimli bir merakla bekliyorum. Ama nerden çıktı bu yaş takıntısı birden? Hormonlar böyle yapıyor olabilir mi? Hormonlar böyle yapıyorsa yaşımla mı ilgili? Yani geçen sene yok muydu bu hormonlar? Geçen sene her şey yolundaydı da, bu sene mi hortladı her bir depresif öge?

Bugün Deli’ye gittim. Toprak kucağımda oturdum kaldığım süre boyunca. Toprak’ın kafası burnumda, yanağı yüzümde, ayaklar kucağımda kıpır kıpır... İçim başka kıpır kıpır... Bu nasıl bir hazdır? Bu hiç bir kadının yadsıyamayacağı bir duygu sanırım. Bebek kokusu burnundan gitmiyor hiç bir annenin. Bebek hasreti hiç bitmiyor. Hatta deli’ye “birileri doğursa da sürekli bebek sevsek,” dedim. Kucağımdaki Toprak’a baktım; biraz, biraz olsun sevindim. Toprak iyi geldi bana; canım Toprak, canım deli.

Ben böyle değildim, inanın değildim. Bu halim de-her ne kadar zaman zaman kendimi daha iyi hissetsem de-ciddi bir süredir benimle birlikte. Bir garip kıyaslanma hissi doldu içime. Tercih ediliyorum gibi geliyor, terk ediliyorum gibi geliyor. (GİTME, NE OLUR GİTME diye bağırasım geliyor. Kime? Bilmiyorum. Belki etrafımda tutunabileceğim herkese.) Hastalıklı bir insan halleri... Bazı dostlar var, can dostlar, anlatsam geçer mi acaba diye düşünüyorum... Sonra neyi anlatacağımı düşünüyorum... Hiç bir şey bulamıyorum ve vazgeçiyorum. Mız mız mızıklanmak gibi geliyor... İstemiyorum. Gidip yatmak, uyumak istiyorum. Uyandığımda kendimi tekrar iyi, güzel, değerli hissetmek istiyorum.

Stada gitsem diyorum. İçsem diyorum. Dibini görsem diyorum.

Artık geçsin diyorum.

mar

3 Kasım 2007

Kalbim paramparça


Evde keman çaldıkça Ilgaz yeşillenip duruyordu. Bi ver, bi tutayım, bi çalayım. Veriyorum ama içim pır pır. Düşürse yandık. Alıyor, tutuyor da sıpa. Gayııır, guyuuurrr.

“Ya koca, bir keman fiyatı soralım mı?”
“Soralım ama sen demiyor muydun bu çok zor, başka bir şeyden başlasın diye?”
“Ya bi soralım. Ders filan aldırmayalım. Eline alsın yeter. Belki ısınır. Yay çekmeyi öğrense yeter.”

Bugün Yukarı Ayrancı’daki Çankaya müzik evine gittik. Yanımızda benim keman da var. Uzun süredir bir hırıltı geliyor kulağıma. Kaç kişiye sorduysam duyuramadım. Bir de çoğu zaman çift tel basıyorum. Sinir oluyorum. Acemi gibi. O acemiliği aşalı çok uzun oldu aslında. Kızılay’daki Çankaya müzik evine gitmiştik geçen hafta. Bir sorduk ki 75 liraymış keman. Komik, di mi? 75 liraya ne var ki? En uyduruk cep telefonu bile 75 lira değil artık. (Yaşasın Çinliler!) Ama almaya cesaret edemedik; yarım keman mı,üç çeyreklik mi bilemedik. Ilgaz’a keman sorarken benim kemandaki sıkıntıdan bahsettim. Oradaki inanılmaz derecede beyefendi görevli bize diğer şubeye gitmemizi söyledi; kemanımı götürmemi de tavsiye etti. Müzik evinin sahibi bey ud ve kanun yapıyormuş, oğlu da keman. O anlar dedi.

“Sanırım eşikle ilgili bir sorun var.”
“Nasıl bir sorun?”
“Çalarken iki tele birden sürünüyor yay. Özellikle re ve sol tellerine.”
“O sizin acemiliğinizden olabilir mi?”
“... Sanırım o kadar acemi değilim ama...”

Ufak bir odaya geçtik. Adam bir süre kemanıma baktı. “Bu kemanla nasıl çalıyorsunuz anlamadım,” dedi. Klavyesinde çok ciddi bir sorun varmış. Gövdesi de garip bir şekilde şişmiş. Eşiği yüksek gibi görünüyor ama eşiği indirsek bu sefer de... “Mesela bu kemana bir bakın...”
“Bir çalabilir miyim?”
“Ama çalarsanız kendi kemanınızdan soğursunuz,” dedi.
Nasıl olabilir böyle bir şey??? diyemedim. İnsan müzik aletinden soğur mu? Adamın gösterdiği kemanı aldım. Na ra lala la la la la la la laaaa...

Kulaklarıma inanamadım. İçimde çalsam bu kadar olur. Adam gülümsüyor; biliyor çünkü. Afedersiniz ne kadar bu keman? Şu kadar. Hadi yaaa. Ufak odadan çıkıp büyük mekana geçtik. Amacımıza odaklanmaya çalışıyorum, beceremiyorum. Toparlan miso, buraya Ilgaz’a keman almaya geldiniz. Adam bir şeyler anlatıyor; ben bir kendi kemanımı düşünüyorum, bir de adamın oğlunun yaptığı kemanı. Bir yandan kendi kemanımın artık işe yaramadığını düşünmek kahrediyor, diğer yandan adamın verdiği kemanın sesi hala içimde zınnn zınnn ediyor. “Biz sizin kemanı tamir edemeyiz,” dedi adam. “İsterseniz birilerine gösterin ama sapı çıkacak, ...” Başladım ağlamaya. Utanarak. Yüzümü diğer tarafa çevirerek. Üzüldüm çok. Evet, yeni keman çok güzel ama eskisini çok seviyorum ben. Farklı bir ilişki bu, aaa bu daha iyiymiş deyip kopuveremez ki insan. Kopuveremez ki miso.

Ilgaz’a kemanı aldık. Evde denesin bir süre. “Bak, her gün on beş dakika çalacaksın bu kemanı, yoksa üzülür, sesi kısılır,” dedi adam. “Tamam,” dedi Ilgaz. “Anneciğinle birlikte çalarsınız, olur mu?” “Olur,” dedi bizimki, mutlu mesut. Sonra bana döndü. “Gözünüzden yaş geldi, çok üzüldüm,” dedi. “Lütfen üzülmeyin, her şeyin bir ömrü vardır. Bizim keman size şu kadar olur, onu da on taksite bölerim. Güzel çalıyorsunuz, devam etmek istiyorsanız bence iyi bir enstrüman edinin. Bence siz bir düşünün,” dedi. Teşekkür edip çıktık. Ben darmadağın olmuşum; bu kadar üzüldüğüme de ayrı bir şaşkın halde...

Göksu’ya gittik. Rakıları söyledik. Benim aklım da, kalbim de bir kendi kemanımda, bir de o içimde öten kemanda. Ne düşünüyorsun, alalım, bak on taksit de yapıyor, dedi koca. Millet bu parayı her sene cep telefonuna harcıyor, dedi. Hadi ya? dedim. Bak sen telefonlarını 5 senedir kullanıyorsun, en az üç nefis keman parası cepte 5 senedir dedi. Ya hem pratik, hem duygusal, adama bak. Bir de tabi benim anlayacağım örnekler veriyor ya, bitiyorum.

Bu hafta konservatuara götüreceğim kemanı. Bir soracağım. Eğer tamir olmazsa yenisini düşünürüz. Olursa gerçekten çok mutlu olacağım. Hem de şimdiye kadar kendimin bile farketmediği kadar çok mutlu olacağım.

Lütfen olsun...

30 Ekim 2007

Bayrağım

Yaş yedi. Daha yazma öğrenemedi ama bayağı okuyor. Zaten okula başlamadan önce sökmüştü bilgisayarla. Ama hala küçük harfleri okuyamıyor pek, büyük harfler tamam.

Neyse. Hafta sonu ödevlerimizden biri Cumhuriyet-Bayrak konulu bir şiir ezberlemek. Ya Hayat Bilgisi kitabı sayfa 24'deki 2 kıtalık Bayrağım şiirini ya da evden bulduğu bir şiiri ezberleyecek. Evde henüz böyle bir şiir, foto vs donanımımız yok. Daldık hayat bilgisi kitabına. Ben söylüyorum, Ilgaz tekrar ediyor.

İlk kıta: Kanım gibi al/Göklerde kartal/Türk'e istiklal/Sensin bayrağım
Ilgaz versiyonu: Kanım gibi arr-harr/Göklerde kargalar/Türk'e sittikmal/Sensin bayrağım

(miso gülme, çocuğun onuru kırılacak)

İkinci kıta: Daima hür kal/Dünyaya ün sal/Her şeyden kutsal/Sensin bayrağım
Ilgaz versiyonu: Daima hürkar/Dünyaya hünsar/Her şeyden kutsal/Sensin bayrağım

(Gülmekten gözlerimden yaşlar geliyor, bizimki tekrarlamaya devam ediyor)
"Daima ünsal, dünyaya hünkar..."

Çocukcağız "sensin bayrağım" derken belirgin bir rahatlama yaşıyor. Gerisini Japonca şiir gibi, bir kuruşluk bir şey anlamadan söylemeye uğraşıyor.

Bir tür psikiyatrist seansı gibi oldu. O kadar çok güldüm ki acayip rahatladım. Bu arada şiir ezberlemenin faydasını bilen varsa ve beni aydınlatabilirse pek sevinicem.

marruu, marruu, marruu

23 Ekim 2007

Kadının olamammm


Filmin ismi dayanılır gibi değildi aslında, evet, biliyorum, sezmeliydim fragmanda gördüğümde. Ama konu gıdıklayıverdi. Mutlaka gidilecekti. Geçkince bir hatun genç bir erkeğe aşık olur. (Geçkince bir hatun derken lütfen önünüzü ilikleyin; kendileri Michelle Pfeiffer sonuçta-adını bile doğru yazmak mümkün değil.) Acılar çekilir, aman da belki güzel tarif edilir diye düşünüldü; fragmandan anlaşılan buydu.

Ben aslında cidden bu acıları görmeye gitmiştim (heheh). Olur mu kardeşim, sen tut yarı yaşında bir adama aşık ol! Biraz kassan kızınla bile çıkabilir. Haydi bakalım, gözyaşlarını görelim, acuk da mahalle baskısı+evlat kınaması...

Geleneksel miso seniii! Oralarda işler böyle yürümüyormuş bak! Hatun 40, oğlan daha 30 değil. Hatun zaten vücut bağlamında inanılmaz ebatlarda. (Bu kadarı terbiyesizlik diyesi geliyor misonun. Ve diyor da haliyle) Ama yüzü hafiften anlamsızlaşmaya başlamış ne yazık ki. Artık botoks mu, kulak arkası yukarı çektirme mi, bilemiyoruz. Çok yakın çekimlerde bile bir tek çizgi yoksa orada, bir nümero var demektir; miso yemezz! Bizde bile ufak çaplı bir harita oluşmak üzere.

Oğlansa dünya şekeri, süper bir şey. Ama birlikte gittikleri disko sahnesi bir felaket. Kadını yaşı yüzünden küçümseyen hıyardan tutun da, oğlanın yaptığı folklorik+Singing in the Rain’den apartılmış figürlü dansı eğlendiklerine dair ikna etmekten çok uzak. (Bizde bir eğlenme emaresi yoktu; bilakis utandık)

Bağlıyorum, çünkü biliyorum ki filmde bayıldığım orada bayıyorum. Ne boş filmmiş ki, çekilen acı yalnızca bir kaltağı kıskanmaya dair bir acı mealinde yansıtıldı. Filmin sonunda da “ay ben yanlış anlamışııaam” cümlesi her şeyi çözmeye yetti.

Yok ya! Böyle bir şeye girişiyorsan, cesaretin varsa aşka, elinde sürüklediğin çuvalın içinde getirdiğin acılar, sevinçler, alışkanlıklar, çocuğun, kabuk bağlamış yaralar, kanamaya hazır yaralar, yeni yeni açılacak yaralar... Yok mu bunlardan sende be kadın! Minileri çekip fıstık gibi bacakları gösterince, yatağın üzerinde 7-10 yaş grubu gibi sıçrayınca, birbirine krema sıkıp mısır patlağı dökünce oluyor mu bu işler? Her şey yoluna giriyor mu?

Biz de hiç bir şeyden anlamıyormuşuz. Vay be! Hani çok büyük bir beklentim yoktu, ama sığlıktan da midem kalktı. O değil, AliKayhan’la Kıvır da telef oldu arada.

pıhhh

21 Ekim 2007

Aman dedesi yapma eyleme, Gülşad ve Geçen Cumartesi


Yok yok, yerleştik sayılır. Ondan şikayet etmeyeceğim. Ama öyle bir tempo var ki, ben bir türlü şöyle adam gibi oturup bir ya da bir buçuk saatimi sevdiğim blogları okumaya ayıramıyorum. Ve zaman zaman aklıma üşüşen incilerimi de dökemiyorum ne yazık ki. Vah vah. (Ak övgü ak, hehe)

Fizan’a taşındığımız için Ilgaz 3:45’de hareket eden servisten ancak beşe on kala inebiliyordu. Çocuk servisten bir iniyor, üzerinde kıspeti eksik. Ter içinde, aniden basılmış gibi gömleğinin yarısı dışarıda, saçlar sırılsıklam, suratı bulantıdan perşembe pazarı gibi... Bir gece babannesiyle konuşurken, “annem beni aldığında dünyalar benim oluyor,” dedi ya, bitirdi bizi. (Bu laflar da nereden çıkıyor anlamıyorum. Manikürlü ellerimi çenemin altında kavuşturup bu tarz konuşsam anlayacağım). O gece sayın kocayla konuşuldu (Top yüzde doksan bendeydi, ama tabi yüzde on laf duyabilmek bile büyük başarıydı) Anneannede insin denildi. Saat dörtte annemlere varıyor; süpppper di mi? Ama anneannede kim var? Dede var. En doğal hakkı, adamın kendi evi. Fakat dedemiz Ilgaz’a on sekiz yaşında muamelesi yapıyor. Afyon mermeri ne kadar esnekse, babam ondan on kat daha bükülmez duruyor Ilgaz’ın karşısında. Bağırış çağırış, elleri masaya vurmalar, çocuğa ufak tefek bir şey atmalar... (cidden ya, inanılır gibi değil, di mi?) Bu işlerin sonu tabi hep Ilgaz’ın ağlayıp, annemin sinirlerini yatıştırmak için Nervium tarzı bir şeyler almasıyla bitiyormuş. Ben yüzde birine bile şahit olamadım şimdiye kadar. Bana zaman zaman üzüntüden, zaman zaman da sinirden menapoz terleri basıp duruyordu. Sonunda konuştum. Yumuşacık, “biliyorum senin de derdin başından aşkın ama o da daha 6 yaşında, tabi ki sen haklısın-idare ediver be babacım, ama istemiyorsan da servisle eve gitsin, seni huzursuz etmesine asla izin vermem”leyerek... 3 gündür kavga yok. Mucizevi bir gelişme.

İkinci gelişme de Türkmen prensesimiz konusunda. Kendisi geçen Pazar bizi terk etti. Eve 6 saat geciktiğinde neden geç geldiğini sormam ağır gelmiş. Güle güle Leyla sultan dedim ben de. Şimdi Gülşad’la birlikteyiz. Allahım ne harika bir kadın, şükürler olsun yahu! İnsan en azından. Ben öyle parmağımı oraya buraya sokup toz tetkik eden bir tip değilim; olmaktan da pek korkarım. Biraz güleryüz, biraz Ilgaz’a ilgi. İşin mükemmelliği çok önemli değil sonuçta. Daha fazla anlatmayacağım. Elem terefişşş, kem gözlere...

Son olarak Cumartesi bize gelen arkadaşımdan ve oğlundan döktüreyim. Harika sohbet ettik, çocuklar güzelce oynadı. Ama 6 saatin sonunda benim kafa balon olmuştu. Tez elden çocukları dövüp rahatlayasım gelmişti. Ne kadar asosyalim, bu kadar sevdiğim bir arkadaşımla bile bu hale geliyorum. Yaş ilerleyince muhtemelen huzurevine yerleşip, günde en fazla iki üç kişiyle yirmi dakika görüşen illet, aksi bir ihtiyar olacağım. Ya da daha kötüsü olacak. Yapayalnız öleceğim. Tolerans maksimum 5 dakikaya düşmüş olacak çünkü. (Ya 6 saat şişirdi, ne yapayımmmm!)

marruu

12 Ekim 2007

Petek


İlk gördüğümde nefesim kesilmişti. Arı peteği şeklindeki taşların kocaman bir arı peteğine dönüştüğü bir yer bu Petek. Altında olanca güzelliğiyle serilmiş “Boğaz”. Kuzey’le Güney arasında, tam orta noktadaki nefeslenme noktası.

O ilk gün annemleydik. Kayıda gitmiştik herhalde. Miso burası neresi? demiştim kendi kendime. Annem yanımda bütün iyi niyetli gevezeliğiyle ne kadar güzel bir okulu kazanmış olduğumdan bahsediyordu; yüzüncü kez. “İşte bak, burası bile bir gösterge,...” Bense sersemlemiştim. “Ben buraya gelirim,” demiştim içimden. “Burası benim.”

Çok gittim Petek’e. Çoğu kez de yalnız. Çok içtim Petek’de. Yine çoğu kez yalnız. Orası sessiz bölgeydi genelde. Büyük grup yoksa eğer. Başka insanlar hep olurdu, ama herkes kendi halinde otururdu. Zaten öyle çok büyük bir yer değildir, fazla kişiyi kaldırmazdı. Boğaz’a dikip gözlerimi içerdim. Kaçırmaktan korkar gibi başka hiç bir yere bakmazdım. Yutardım aşağıdaki görüntüyü. İçimi sonsuz bir hüzün ve huzur sarardı; eşzamanlı.

Bir keresinde toplu gidildi. Bizden başka kimse yoktu. Grup büyüdü sonra; onun tanıdığı, bunun arkadaşı, eklendikçe eklendi. Etraftaki insanların yarısını tanımaz oldu Miso. Çok içildi, çok gülündü. Sonra gece sakinleşti, duruldu. Bazısı içti, bazısı baktı. Bakanlar gözlerini kaçırmayınca bazısı utandı. Bakışlarını yere sakladı. El çabukluğu marifet yer değiştirmeler oldu. Yalan iltifatlar duyuldu, gerçek olduğu hayallenip sevinildi. Çok içilmişti; herkes en iyi konuşmacı, herkes en çabuk inanacak saftolozlar haline dönmüştü.

O gece tanışılan birisiyle boğaza beraber bakıldı. Boğazın güzelliğiyle mukayese edilmek kolay mı? Başlar döndü, ayaklar yerden kesildi. Masumca sarılındı, masumca öpüşüldü. Bunun büyüsü de, utancı da günlerce sürdü. Gece her aklına gelişinde, Miso’nun karnından kelebekler havalandı.

O kişi daha sonra görüşmek istedi, Miso kaçtı. Cesaret edemedi. O gece Petek’e kalsın istedi. Kelebekler de kendine.

marruu


9 Ekim 2007

Babamın emekliliği


Babam bu yıl kasımda yaş haddinden emekli olacak. Bölümünde çalışan diğer doktorlara Pazar günü evde bir yemek verdik. Samimi bir ortam için ufak olsun dedik, yine kırk kişiyi bulduk. Koşturmacası hepimizi bitirdi; ama geride bıraktıkları her bağlamda çok anlamlıydı. Hiç unutmayacağım bir akşamüzeri oldu.

Babam için yapılan o son derece samimi konuşmada Haluk abinin hüngür hüngür ağlaması...

Söylenen her şeyde ne kadar dürüst, ilkeli ve sevilen biri olduğunun vurgulanması...

Paraya hiç bir zaman, hatta arkadaşlarının hayretini uyandıracak derecede kıymet vermemiş olması...

Çok iyi bir cerrah olmasının yanısıra bir o kadar da iyi bir eğitmen olması...

Ve inat ettiği hiç bir şeyden asla vazgeçmemesi...

Babam da bir konuşma yaptı. Onun konuşması ise Kıbrıs vatandaşı olduğu için bir zamanlar ciddi biçimde mağdur olmasına neden olan politikacılara sitem, yaşadığı korkunç şeyler sırasında desteğini ve sevgisini asla esirgemeyen insanlara kocaman bir teşekkürle doluydu.

Biz? Biz koşturduk, hizmet ettik, duygulandık, bol bol ağlayıp güldük. Ama bir kere daha bu adamı ne kadar çok sevdiğimizi ve ona ne kadar saygı duyduğumuzu anladık.

Benim, kız kardeşimin ve aslında kendisiyle tanışma fırsatı olan bir çok kişinin hayatında tanıyabileceği “duruşu olan insan” tanımını hak eden tek tük insanlardan biridir babam.

Tek dileğim emekliliğin tadını çıkartabilmesi ve anneme biraz daha az nazlanması.

marruu

2 Ekim 2007

Maltepe Meksika hattı


Yeni evle birlikte yeni işler de türedi. Eskiden merkezi sistemli bir apartmanda oturduğumuz için doğalgaz filan almazdık. Su ve elektriği de fatura geldikçe ödüyorduk. Şimdi Melih beye peşin peşin ödemek gerekiyor. Kullanmadan önce gidip satın alıyoruz, mis gibi kendi mülkiyetimizdeki suyu ve doğalgazı harcıyoruz.

Neyse, geçen gün Oyakbank’a gittim su ve doğalgaz almak için. Suyu alabildim ama doğalgaz hesabımızın kapalı olduğunu öğrendim. Hemen panik! “Alo, doğalgaz hesabımız kapalıymış beyim paşam, ne yapıcaz şimdi?” Allahın yaradılışta bir rahatlık verdiği sevgili eşim, “ben zaten kıllanmıştım, mavi kağıdı Ego’ya götürmek lazım sanırım, dur ben bir öğreneyim,” dedi davudi sesiyle. Tabi ki iş bana düştü.

Bugün dersten sonra yollara düştüm. Bu işi yaptırmak için Ankara’nın en güzide semtlerinden Maltepe’ye gitmek gerekiyormuş. Ego’nun bu işleri yapan yeri oradaymış. Oraya bir gittim ki, Ego orayı merkez bellemiş. Birilerine sormadan hemen önümdeki adam sorduğu için 3 nolu kapıya gitmem gerektiğini duymuş oldum. Yüz metre ilerideki üç nolu kapı. Yürü yürü, yüz metre oldu iki kilometre. (Bu yorgunluğu ne zaman üzerimden atabileceğimi bilmiyorum.) Üç nolu kapıdan girer girmez bambaşka bir boyuta geçtim. Hepsi ortadaki avluya açılan tek veya iki katlı harap binalar, girilen her odada hemen bütün vücudu saran, köşe bucak her yere sinmiş kesif bir sigara, ayak vesaire kokusu... Görevliler evlere şenlik. Kendimi bir an Amerika-Meksika sınırında gibi hissettim. Bu kadar mı benzenir! Bir tek kafalarında Meksika şapkalarıyla üzerlerinde pançolar yoktu. Görevli Sançez benden önceki adamla dalga geçti, müşteri de kendi çapında onunla dalga geçti, “övünmek gibi olmasın ama Çorumluyum,” dedi. (Ben bu Çorumluluğun neresiyle övünülebileceğini anlamadım, konu bu hızda nasıl bu memleket durumlarına geldi, hiç anlamadım.) Sonra sıra bana geldi, adam işlemimi halletti ve artık gidip gaz alabileceğimi söyledi. Nereden diye sorduğumda istediğiniz herrrr yerrrrden diye coşkuyla cevap verdi. Ben de aynı coşkuyla fırlayıp gittim ve gazımızı aldım.

Biraz dinlenmek için daha önceden aldığım tavsiye üzerine Beşevler’de bir kafeye girdim. Her yerden üzerime hücum eden nargile kokularıyla kelle oldum. (Bu arada bu kelle olma durumuna bangır bangır çalan Serdar Ortaç’ın katkısı yadsınamaz.) Sonra da özel derse gittim sakin, mutlu.

Maltepe Ego’ya bir gün sosyolojik araştırma yapmak için gitmek lazım. Bir de tabi danışmada uyuklayan adama bir şey sormak için önce “kolay gelsin,” diyen miso’nun bir yalakalık ayarına baktırmak lazım. Adam bile inanmadı yani. Allahtan onunla işim yoktu.

marruu

27 Eylül 2007

Bu aralar


Yeni döneme kendimin bile başa çıkamadığı bir heyecanla başlarım genelde. Çocuklar, kitaplar, okulda olmanın verdiği şekerleme gibi, dudakları yalatan, daha çok, daha çok yemek istemenize yol açan haz. Oysa şimdi 70 yaşındaki insanlar gibi hissediyorum kendimi. Dönem sonu gibi ya da. Elim kolum kalkmıyor.

Bu sene her şey üstüste geldi. O içinden şeker fışkıran üçü-bir-arada kahveler gibi. Taşındık diyorum ama bir türlü ev haline gelemedik. Sürekli yapılması gereken korkunç işler fışkırıyor. Bu Pazar eşim ve kuzen dört saat boyunca çatıdaki anten kablosunu içeri almaya uğraştılar. İş bittiğinde leş gibi bir ev, kırık bir tavanla kartonpiyer ve işi halledemediği için mutsuz bir koca duruyordu karşımda.

Ilgaz ise ayrı bir tiyatro. Gün aşırı hisleniyor, ağlıyor. Ama ne ağlamak. Bir çocuk böyle sessiz, hıçkırmadan, gözlerinin içene bakarak ağlar mı? Anneciğim, ne oldu? Bilmiyorum anne, ağlayasım var. Sarılalım mı? (Hançere ne hacet, yarayı daha fazla kanırtmak mümkün değil.)

Okul da fazla geldi. Yeni kur, yepyeni kitaplar şimdiden bayılttı. Bu dönem keşke daha önce verdiğim bir kuru verseymişim. Her gece neredeyse bir saat hazırlık yapıyorum ve eskiden seve seve yaptığım işe şimdi elim varmıyor. Bitse de yatsam diye hissettiğim için de içime sinmiyor.

Tek güzel şey evde banyo yapabilmek. Sıcacık suyla. Bavul hazırlayıp annemlere taşınmamak. Utanmasam buruşana kadar suyun altında kalıcam. Aslında utandığım yok, su harcamak ağrıma gidiyor. Ilgaz’cım da dün, “ben de seninle banyo yapıcam, rahatlarım, iyi gelir, buyurdu. Şaştım kaldım. Çok bilen otu.

Eski rutine dönmek istiyorum. Biraz kitap okuyabilmek mesela. Ya da sevdiğim bloglara göz atabilmek. Galiba bir kaç haftaya daha ihtiyacım var.

Ondan sonrası güzel olacak.

marruu

19 Eylül 2007

Yerleşmek


Taşındığımız gün, ki geçen hafta Salı oluyor, biz yukarıda, kombiciler aşağıda uğraşıp durduk. Saat sekizde annemlere uçtum oğlanla birlikte. Bitkin, bıkkın, içimden sürekli “korkma miso, bu kaçıncı taşınman, toparlanır biliyorsun,” diyerek. Saat dokuz buçukta eşim aradı. Kombicilerin işi bitip sıcak suyu basınca çalışma odasının duvarından su fışkırmış ve hem o oda, hem de bir altındaki sığınak odası ıslanmış. Ilgaz’ı annemlerde uyutup eve döndüm. Olabilecek en kalabalık iki odada ne var ne yoksa kenara yığılmış ya da dışarı taşınmıştı. Uzatmayayım, bir türlü yerleşemedik. Parkenin altı kuruyup yeni parkenin döşenmesi Cumartesini buldu. Yorgunluk ve bıkkınlık katmerlendi. Yeni yeni düzeltiyor, ev haline getiriyoruz inimizi.

Bu arada benim akşam dersim olduğu için Ilgaz’ın eve dönüş saatiyle ilgili sıkıntımızı çözmemiz gerekiyordu. Ben de, eşim de altıdan önce evde olamıyoruz. Etüde bırakmaya içimiz elvermedi; bir lokma çocuk, geldiğinde zaten turşu gibi oluyor. Anneme bırakmak hiç olmaz, hem annemin haftada iki konkeni var, hem de babamla kuma gibi çekişiyorlar. (Ve ne yazık ki bu babamın yaklaşımından kaynaklanıyor. Kuzu gibi çocuk kafayı üşütüyor) Çözüm bir kadın tutmak. Bir iki sorduk soruşturduk, Türk kadınlar ayda 800 lira artı yol istiyorlar. (Eşim burada tumturaklı bir küfür salladı, ben de bütün kalbimle katıldım). Ayıp yahu, benim maaşımı geçiyor bu durumda! Biz de bir şirket aracılığıyla Türkmen bir bayan bulduk. Türkmen’i de özellikle tercih ettik aslında; çok benziyormuşuz, dilimizi biliyorlarmış, yemek kültürümüz hemen hemen aynıymış filan gibi duyumlar aldık. Bu arada “şirket” dediğime bakmayın, güncel insan tacirliğinin kibarcası. Neyse, gelen bayan, Leyla hanım, ne yemek yapmayı biliyor, ne de doğru dürüst temizlik gördük. Oğlanla çok iyiler diyeceğim, ona da oğlan yüz vermiyor. Hiç anlamadım valla; bir insan yemek yapmayı nasıl hiç bilmez? Ya da cam/yer silmeyi? Bir hafta daha misafir edip, olmazsa el sıkışıp yollayacağım. Hiç olmazsa severek ayrılalım.

Bu aralar olan en güzel şey okulun açılması. Dün Kıvır, Alikayhan, Gamze ve bir arkadaşıyla Çatı’da oturduk. Ben bir şımardım, bir şımardım sormayın gitsin. Dır dır, zar zar konuşup durdum. Dedim de zaten, bunlara tatil yasaklansın kardeşim, otursunlar okullarında paşa paşa. Oh yahu, kendime geldim biraz. Gençlerin ruhunu sömürdüm, yüzüm gözüm gerildi, gençleşti.

Evi de bu hafta sonu bitiriyoruz inşallah. Perde ve avize işleri de hallolursa tamamız. Ama benim boyum yetmiyor, koca efendi de yardım almıyor ne yazık ki. Neyse, bir şekilde halledeceğiz bakalım.

Çok özlemişim burayı. En kısa zamanda can dostların yazılarına dalabilmeyi umuyorum.

marruu

10 Eylül 2007

Taşınamamamamama

“Alo?”
“Ee boyron?”
“xxx nakliyat mı?”
“He, ama abi gelmedi dıha.”
“Ne zaman gelir acaba?”
“Noolduydu ki?”
“Şey, bizim bugün evi taşıyacaktınız da kamyon hala gelmedi. Onu soracaktık.”
“Allahallahkh. Nooldu ki aceba? He dur, abi girdi şimdi.”
“Alooğ?”
“Beyfendi ben şuyum, bugün bizim evi taşıyacaktınız, kamyon gelmedi hala.”
“Ya sormayın, sizin evi taşıyacak olan arkadaşlarla kamyon şöförü kavga etmiş. Gelmeyecekler. Yarın taşıyalım mı?”
“Nasıl yani?”
“Öyle valla. Kusura bakmayın. Ben size adam bulmaya çalışayım.”
“Nerden bulacaksınız pardon?”
“Eheh, buluruz biz.”
“Yok öyle rasgele adamla olur mu? Olmasın. Peki yarın taşınalım.”

Bahtsız mı?
Bedevi mi?
Kutup ayısı mı?
Çöldeydi, di mi?


Misocum, sakin, lütfen sakin ol. Hayır zenci bulmak neyi çözebilir ki? Lütfen canım, lütfen.


pıhhhhh

8 Eylül 2007

Taşınma


Her taşınmada huyumdur, mutfak eşyalarını olabildiğince kendim götürürüm. İlk iki taşınmada yapmadım, sonrasının nasıl bir su/deterjan/elektrik/emek israfı olduğunu gördüm. Kolay mı, o bardakların, tabakların hepsi tek tek elleniyor. Raflara kalkar mı o tifolu, koleralı, haydi en iyi ihtimalle hepatitli zımbırtılar?

İki gündür annemle mutfağı taşıyoruz. Bardaklardan hiç birini kırmadık henüz. Veya tabaklardan. Ama kardeşim, çok ağır bu zıkkımlar. Dün sabah boynum hafiften tutulduğu için bütün günü baş ağrısıyla geçirdim. Ya bir de işin kötüsü bu proficiency’de hem sınavlarda görevliyim, hem de okumalarda. Okumalardan yırtsaydım ne süper olurdu. Ev bark yerleşirdi biraz.

Taşınmamız da pek tam olmayacak. Henüz kombi takılmadı. “Kombiyi ne yapacahsın yinge, kolorifor mu yahacaksın? ehühü” diyen kaza “pardon ama banyo için kazanda mı su ısıtacağız?” dedim. Korcan adamın suratına gülmemek için kaçtı. Misonun hiddeti ve şiddeti diye dalga geçiyor. “Biz en geç iki günde bir çimeriz de,” dedim bir de. Adam iki gündür benimle konuşmuyor. (Şok oldu sanırım, banyo sıklığımız onu derinden sarstı. Çok üzülüyorum, ne yapacağımı bilmiyorum) Ha tabi bir de tezgah sorunumuz var. Mutfak ve banyo dolapları takıldı ama tezgah Pazartesi geleceği için henüz lavabo lüksümüz yok. Küvette el yıkıyoruz, harika oluyor. İki kere deneyin, lavabolarınızın kıymetini anlayın.

Pazartesi taşınıyoruz. Daha doğrusu kendimizi eve atıyoruz.

Gerisi kısmet diyorum. Lütfen kazasız belasız taşınalım.

Duydun mu?

Sağol

marruu

1 Eylül 2007

Bir akşamüstü ve gece


Son üç ders kaldı. Ben de, çocuklar da sıkıldık artık. Bilkent’in sınavı haftaya Perşembe ve Cuma. Son dersimizi Salı günü yapacağız. Eşim de Ilgaz'ı almaya gitti Kumla'ya. Evde yalnız olmanın getirdiği tadına doyulmaz rahatlığıyla birlikte havada asılı olan o enteresan boşluğu yaşıyorum. İnsanoğlu garip, diyorum bir kez daha kendi kendime. Bu değil miydi kardeşim istediğin, özlediğin, oooh, rahatlık, özgürlük filan dediğin? Değil galiba, ya da o, ama henüz algı safhasına geçemiyorum. (Çocukluktaki beslenme bozukluğundan kaynaklanan bir geç anlama durumu)

Dersten sonra annemi alıp taşınacağımız eve gidiyoruz. İşler nasıl gidiyor diye kontrol etmeye. Yumurta kapıya geldi artık; oturmakta olduğumuz ev üç gün önce kiralandı. En geç on gün içinde çıkmamız gerekiyor. Oraya ulaştığımızda yüzümüz biraz gülüyor, ama yine de ustalarla net bir şeyler konuşamıyoruz. Özellikle "ne zaman" sorusu onlar için çok muğlak bir şey. Günaha girecek gibi korkuyorlar bir şey söylemekten. Hep birlikte Godot’u bekliyoruz. Ben bir şey soruyorum, onlar bambaşka bir şey söylüyorlar. Evden ayrıldıktan sonra eşimi arıyorum, bana tarih soruyor ve hiç bir tarih veremediğimi farkediyorum büyük bir şaşkınlıkla.

Kızılay’a iniyorum akşamüzeri. Dufresne’yle buluşuyoruz. Hızla Tunalı’ya yürüyoruz. Orada uzun zamandır ilk kez Random’da yer buluyoruz. Daha doğrusu dışarıdaki tek boş masaya oturuyoruz. Aslında bu kadar çok içmek istemiyoruz, ama laf lafı açıyor, laf gönlü açıyor, gönülse en derindeki sınırları, sırları açıyor. Sabaha kadar, hatta günlerce konuşsam bir saniye sıkılmam herhalde, diye düşünüyorum bir kez daha. Ama orada oturdukça içmeye devam edeceğiz ve bu da benim hiç işime gelmiyor. Sabah ders var, daha yürünecek çok yol var falan filan.

Dufresne’yle biz ne zaman buluşsak deli gibi yürüyoruz. Bu gece de bir istisna olmuyor; Tunalı’dan Emek’e yürüyoruz. Yolda Dufresne’ye şişmanlayıp şişmanlamadığımı soruyorum, o da direkman, bir saniye bile düşünmeden evet hocam, bu sene biraz kilo aldınız diyor. (Bidona döndünüz, maaşallah diyemiyor, çok saygılı kendisi). Küsüyorum ve bunu kendisine bildiriyorum. Bu arada, yolda giderken Ankara’nın bütün taksileri korna çalıyor. Hayır, binmek istesek yola sırtımız dönük gayet tempolu bir şekilde yürür müyüz? (Adamlar benim beslenme bozukluğumu anlamış olabilir mi?) Ben yapsam Dufresne yapmaz, ODTÜ’de fizik masteri yapıyor çocuk. (Ben en son sayısal bir sınava 1988’de girmiştim, hehe) Arabaya varıyoruz, onu dolmuşa bineceği bir yerde bırakıyorum. Sonra eve geliyorum.

İçki bütün kötülüklerin anasıdır; biraz hızlı geliyorum. İçince hafif süratli gelmeyi seviyorum. Arabanın üzeri açıkmış gibi geliyor, kafamda saçlarım uçuşmasın diye taktığım mikro bir eşarp, gözümde yüzümün yarısını kaplayan bir güneş gözlüğü, ben hayatta sorun nedir bilmeyen fıstık gibi bir hatunmuş gibi sürekli gülümsüyormuşum filan... Romantik oluyorum yani. Yaramazlık yapasım bile geliyor, ama hevesimi hemen kursağıma doğru iterek eve koşuyorum.

Böyle işte. Nefis bir akşam üstü ve gece geçiriyorum.

Mutluyum.

Marruu, puurrrr, purrrr

27 Ağustos 2007

Kuşku


Hiç sevmediğim bir duygu bu kuşku; yaşam kalitemi çok ciddi düzeyde bozan. Arkadaşlıklarımda bu duyguyu hep safdışı bırakmaya çalıştım şimdiye kadar. Öyle mi demek istedi, bunu mu kastetti diye yorulmaktan ölesiye korktum. Hatta bir çok insana “ben bir şey demek istemem, derim,” demişliğim vardır. Cidden, ima etmem pek. Ya da neyi ima ettiğimi hemen sonra patlayarak söylerim; ya bir gülme patlaması olur bu, ya da öfke.

Şu aralar iki kuşku içimde kımıl kımıl. Ama biri diğerine nazaran çocuk oyuncağı.

Üç öğrencim var Bilkent’in hazırlık atlama sınavına hazırladığım. Biri diğer ikisinden bir hayli zayıf. Ve bir süredir yaptığı testlerin %90’ı doğru. İlki çok çalışma, ikincisi tesadüf derken... O kadar büyük bir kuşku duyuyorum ki şimdi. İçimi bir hayvan gibi kemiriyor. Cevapları bir yerden bulmuş gibi geliyor. Bir iki kere de dile getireyazdım. Kibarca, “birbirinizle soru konuşmayın lütfen,” dedim. Yok valla, bilmem ne diye cevap verdi. Böyle bir şeyi direk de söyleyemiyor insan; eğer yanılıyorsam çocuğun gururu onarılmaz bir şekilde kırılacak çünkü. Bugün son kez konuyu açtığımda test tekniğinin çok iyi olduğunu söyledi. Peki o zaman dedim, diyecek hiç bir şey kalmamıştı. Kendisi bilir artık.

Diğer kuşku ise çok daha can acıtıcı. Ve yine direk olarak yüzleşemediğim bir olay. Daha önce blogda yazmıştım, beni çok inciten bir öğrencimden bahsetmiştim. Beni yanlış, olmaması gereken yerlerde kurgulamış bir öğrencimden. Sonra anlaştığımızı, artık hayatıma hiç girmeyeceğine dair söz verdiğini anlatmıştım. Şimdi blogumu okuduğundan, ve hatta yorum yazdığından kuşkulanıyorum. Bunun beni ne kadar rahatsız ettiğini ona anlatamamış olmak çok yaralayıcı çünkü kendisine açık açık onu artık hayatımın hiç bir noktasında istemediğimi belli etmiştim.

Bu benim bir zayıflığım aslında. Affettim onu affetmesine de, artık kendi sınırlarımın içinde istemiyorum. O zamanki incinmişliğim iyileşmiyor demek ki bir türlü. Evet, gündelik hayatıma girmiyor, yaşamımı bire bir etkilemiyor, ama ne zaman ki bana ait bir yerde varlığını hissediyorum, buz kesiyorum. İki yıl önceki öğrencilerimin kurduğu bir site vardı. Bu kırgın olduğum öğrenci orayı keşfetmiş. Bana attığı ve asla cevap alamadığı yüzlerce mailin birinde o siteyi okuduğundan bahsetmiş. Geçti, yendim zannettiğim her şey tekrar nüksetti. Son bir mail attım, rica ettim, ve hatta neredeyse yalvardım. O da kabul etti. Ya da öyleymiş gibi yaptı.

İşte ikinci kuşku bu. İçimi kavurup duruyor. Elimde değil, aldırmazlık edemiyorum, yok sayamıyorum. Bir şey sürekli beni dürtüyor.

Rica ediyorum, eğer buradaysan lütfen gelme. Ben bu blog dünyasını çok seviyorum, insanların bana olan sevgisini hissediyorum, sıkıntılarımdan bir kaçış oldu, yalnızlığımın o kadar da derin olmadığını, o inişlerde çeşitli yerlerde başkalarının da bulunduğunu, benzer şeyler yaşayan benzer insanlar olduğunu keşfettim burada. Burayı kaybetmek istemiyorum.

Ama eğer gelmeye devam edeceksen blogu kapatacağım. Çünkü paylaşmak istemiyorum, hayatıma dahil olmanı istemiyorum. Çok mutsuz oluyorum.

Başka ne söyleyebilirim ki? Lütfen GİT demekten başka?

LÜTFEN GİT

Mutsuz miso

21 Ağustos 2007

Kokular


Koklamak benim vazgeçilmezim.
Duyularımın en kuvvetlisi, en güvendiğim.

Apartmandan içeri girdiğimde, eğer yukarıya yürüyerek çıkarsam kimin ne pişirdiğini şaşmadan anlamamı sağlayan arsızlık destekçim.

Eski bir anımı küt diye suratıma çarpan geçmişimin ayak izleri.

Bir zamanlar hiç aldırmadığım, şimdi ise boğazımı sıkan, ilk yakıldığı anda gelen yanık kağıt kokusu dışında dumanıyla birlikte çarpan sigara eziyeti.

Özlemlerimin, isteklerimin ama cesaret edemeyişlerimin tek ismi; su kokusu. Hani şu havuzdan çıktığınızda üzerinize sinen, benim dirseklerimin içinden beni sarhoşa çeviren koku. Mücadelesi ömür törpüsü.

Oğlumun bebekliğini deliler gibi özlememi sağlayan süt kokusu, bebek aroması.

Başımı omzuna yaslayıp yüzümü boynuna gömerek aldığım o müthiş, çıldırtan ten kokusu. Burnumdan biraz nefes üfleyip hafif nemlendirerek içime çekmeye doyamadığım o doğal mis.

Yüzümü göğsüne gömüp içime çektiğim canım kedimin muhteşem doğal kokusu.

Her dinlediğimde gözlerimi dolduran Bülent Ortaçgil imzalı Deniz Kokusu.

Annemlerin bahçesindeki ıhlamurun, kapıya sarmış olan hanımelinin doyulmaz kokusu.

Şeftali yedikten sonra dudaklarımın üzerine sinen, yine şeftali yemek istememe yol açan ama bir yandan da hiç hazetmediğim buruk koku.

Sınıfa adımımı atar atmaz aldığım içki kokusu. O çocuğa derse içkili gelmekten ötürü bir şey yapmamam, dostluk vesilesi.

Kokular... Özlemlerim, vazgeçilmezlerim, mahrumiyetlerim, utançlarım, keyiflerim...

marruu

18 Ağustos 2007

Heri Potır


Geçen hafta kuzenin ısrarıyla Harry Potter’a gittik. Ben severim fantastik kitapları ve filmleri, teklif gelince atladım hemen. Hatta ilk ya da ikinci filmine gitmiştim Harry’ciimin, tam hatırlamıyorum şimdi hangisi olduğunu, bayılmıştım tipleri süpürgelerin üzerinde uçuşarak maç yaparken seyrettiğimde. Kendimi orada, onların arasında bile hayal etmiştim. Uç miso uççç...

Ama kardeşim o filmde herkes çocuktu yani, herkesin de kıçı süpürgelere sığıyordu. Bu filmde noolmuş millete böyle. Herkes büyümüş, serpilmiş, kıçların büyümesinden dolayı doğan dengesizlik sebebiyle süpürge üzerinde bir eğretilik, efendime söyleyeyim, bir “sağ kanat aşağı doğru kayıyor, düştük düşeceğiz” havaları... Sanırım bu nedenle binek olarak sapık bakışlı atımsı yaratıklar seçilmiş de, o genç irisi gövdeler rahatlıkla yerleşmiş garabet hayvanatlara.

Bir başka sorun da büyüyen oğlan çocuklarının yüzündeki yünlenme olaylarının nasıl örtüleceğine dair yaşanmış sanırım. Hericiimin yüzü pudradan porselen maskeler gibi pırıl pırıldı örneğin. Hoş mu yani, bütün oğlan çocukları o yaşta dört gözle orman gibi yünlenelim diye bekleşip dururken, “dörtgöz”lükte her bıdığa örnek olmuş bu çocuğun ayın on dördü gibi parlayarak çocukları hayal kırıklığına uğratmış olması iyi mi? (Cevap beklemiyorum, retorik bir soruydu)

Her neyse efendim, herkes kazık kadar olmuş ama hala çocuğuz biz ayakları çekiliyor, durumu bir Heri kurtarıyor Çinliyi öperek. O yaşlarda da alık bakışlı kızlar daha bir tutulur nedense. Halbuki bence Hermoyini (kardeşim bu da nasıl bir telafuzdur, anlamadık gitti) çok daha güzel, ve akıllı, ve hatta seksi yani. En azından salak salak ağlamıyor.

Gary Oldman olmasa çekilmezdi film. Bir de her bir halta ehi diye gülen müdirenin oyunculuğuna bittim. Tebrik ediyorum kendisini. Fakat bir sonraki filmi nasıl çekecekler bu kadroyla, bir türlü oturtamadım kafamda. Herkesin birbiriyle çıktığı Dawson’s Creek kılıklı bir şey olacak sanırım. Hayır insan üzülüyor, çocuklar kazık kadar olmuş, hormonal bir problem mi var filan diye endişeleniyor sonuşta.

Bir sonraki bölümü kimse yemeyecek galiba.

marruu
(terbiyesiz miso, o kadar emek verilmiş, hehe)

16 Ağustos 2007

Nikah


Hacettepe’de çalışırken benden sonra başlamıştı bu arkadaş. Tanışmadığımızdan emindim, ama o kadar da tanıdık geliyordu ki... Ben seni birine benzetiyorum, sanki daha önce tanışmışız gibi geliyor demeye utandım başta. Ama yok, mutlaka biliyorum bir yerden. En sonunda yumurtladım. Erkek kardeşiyle liseden aynı dönem mezunu olduğumuz ortaya çıktı. Ama oğlan sarışın, bu esmer. Yüzleri ise aynı denecek kadar çok benziyor, tanıdık hissi oradan geliyormuş.

Çok “erkek” kızdır. Uzun süre bir yayınevinde çalıştı, ömrü yollarda geçti. Ama ne geçmek... Sabaha karşı yola çıkıyor, haydi koş Sivas’taki büroya, işi bitir, fırla Antalya’ya falan filan. Ben yapamam, dahası geceleri şehirlerarası yola çıkmaktan ürkerim de. Bana mısın demedi. Çalıştı çabaladı kendine ait bir evi oldu.

Sonra ne yazık ki babası lösemi oldu, gece gündüz hastane-ev koşturup durdu, ama babayı kaybettiler. O sırada kız kardeşi lise ikideydi. Erkek kardeşi zaten yurtdışında yaşıyordu. Duble çalışmaya başladı, kız istediği kursa gitti, ODTÜ’yü kazandı. Keman dedi, keman alındı, mezuniyette şunu isterim dedi, hooop sağlandı. Eve baba oldu bir bakıma.

Başından bir nişanlılık geçmişti. Nişanlısı buna “ya ben işsiz kalırsam bana bakar mısın?” demiş bir gün. O da tabi bakarım, demiş. Oğlan bunu bir kere daha, biraz da kendi deyimiyle YAVŞAK AĞIZla söyleyince yüzüğü kibar bir montajla iade ederek atmıştı nişanı. Biraz nettir, biraz da küttür söylemesi ayıp. Yok be miso, ben evlenemem, çekemem ben bu herifleri, demişti bana. Ben de doğru insandan, olasılıklardan filan bahsetmiştim, ciddi bir şey konuşmamıştık, evlilik kurumunu harcayıp bol bol gülmüştük o gün.

Bir hafta önce bir mesaj aldım: “Merhabalar, bana açık adresini sms atabilirsen yarın nikah davetiyemi postaya vereceğim. Sevgiler.”

Onun adına çok sevindim. Hemen aradım. “Ya kızım hiç haberim olmadı, ne zamandır berabersin, ne vakit karar verdin, bır bır bır...” muhabbetleri yaptım. O da güldü bol bol. “Kızım, yaş 40 olmak üzere, son tren bu, galiba da iyi bir şey, uçuyorum bu aralar,” filan demişti. Nikah için sözleştik.

Bugün bir mesaj daha aldım. “Nişanlımın eski bir borcundan ötürü tutukluluğu sebebiyle nikahımız ertelenmiştir. Bilgilerinize...”

Sinir oldum. Ya gene papazı buldu zavallı, ya da son derece uyduruk bir şeyden bir sürü can sıkıntısı ve mide bulantısı.

Hemen evlensinler lütfen. Yoksa direk cayar bizimki :)

marruu

14 Ağustos 2007

Misoo, missooo


Misooo, missooo, bana bak çabuk! Ben sana ne dedim? Altından kalkamayacağın işlere girme demedim mi? Önce bir düşün, sonra başlarsın, yoksa mahçup olursun demedim mi?

Yok, demedin. Öyle bir durum da yok zaten. Ne zaman öyle bir şey yaptım ben? Allah allah.

Misoo, beni kızdırma bak. O zaman sen kesin içinde bir türlü yenişemediğin bir şeylere sarmış durumdasın. Ne bileyim, yaparsın ya öyle, 20 yıl önce şu insanı şöyle kırmıştım, hede hödö, bunu bir kaç gün düşünür mide ağrısı çekersin. Bırak allah aşkına ya, ne olduysa olmuş bitmiş, zaten ne yapmış olabilirsin ki?

Yok, öyle bir şey de değil.

Dersler mi baydı? Kolay mı biri gidip öbürü gelsin, sabahtan akşama kadar dis iz a buk bilmem ne?

Yok be canım, bilakis, dersler iyi geliyor. Çocuklar da sevdiğim çocuklar zaten. Öyle çok kasmıyorlar.

O zaman evle mi hırlaştın? Bir şeye mi sinir yaptın? Düşünürsün öyle, hıdır mıdır, sonra öyle dedim, o da böyle dedi, vıdıvıdıbırbırbır...

Hayır, sarmadım öyle bir şeylere. Sinir olduklarımı düşünmüyorum, iyi oluyor.

Ee, neyin var o zaman?

Bilmiyorum. Çok tarifsiz bir durumdayım bu aralar. Giremiyorum, çıkamıyorum, çözemiyorum, fırlatıp atamıyorum... Yine o GİTME hissi geldi, sardı içimi. Doğum yaptıktan sonra gelmişti en yoğun şekilde. Bir yere gidecekmişim gibi geliyordu. Hani rezervasyon yaptırırsın belli bir tarihe de o tarihte gideceğini bilirsin ya. Öyle hissettim kendimi uzun bir süre. Daha sonra bunu paylaştığımda depresyon demişlerdi ne yazık ki. Bu sefer o kadar yoğun değil, ama yine de dürtüyor usul usul.

Sen boş ver, sorup durma, geçecektir. Biraz daha sorarsan ya bi gitsene başımdan diycem zaten. Söyletme beni böyle. Bir de iç sesimizden olmayalım durup dururken. Ben biraz Fikret Kızılok dinleyeyim, biraz daha acıtayım kendimi, iyileşirim bir süre sonra.

Geç değil, erken değil,
Bir gül biter içimde, içimde, içimde,
Tam bildiğin içimde, içimde, içimde,
Gecenin tam üçünde.
Gecenin tam üçünde.


pıhhh

10 Ağustos 2007

Dönüm noktaları

İnsan hayatında dönüm noktaları nelerdir? Veya bu dönüm noktalarını neler oluşturur?

Galiba en önemli dönüm noktaları bir duvara çarpmanızı sağlayan şeyler. Bir şeylere başlamak örneğin... Tıpkı benim bir ilişki bitirmek amacıyla dört tercih yapıp üçünü İstanbul'da yapmam. Ve ikinci tercihimi kazanmam... (Yanlış anlaşılmasın, bahsettiğim zaman çoook çok önceye denk geliyor) :))))

İçimde bir his var. Yeni bir sayfa hissi. Bildiğim bir kokuyu alıyorum sanki. Ve bunu asla ama asla kurtulmak diye tanımlamam. Ama yeni bir şeylerin başlangıcını hissediyorum. Bir yandan da inanılmaz bir hüzün. Hep ağlatmak isteyen...

Altından kalkabilecek misin misooo? Sana söylüyorum, yapabilecek misin? Bilmiyorum. Dur bir dakika... Sarhoşum şu anda, net cevap veremem. Bir litre su içmem, bir çok kez tuvalete gitmem lazım. Ama altından kalkarım, evet evet, şimdiye kadar yapabildim sonuçta, şimdi niye olmasın?

En azından deneyeceğim. Bu da geçecek.

Biliyorum.

marruu

1 Ağustos 2007

Tatil(ler)

Kıbrıs çocukluğumun tatillerini yutan, sıcaktan içimizi kurutan ve babannemin evinde kalmak zorunda olduğumuz bir aylık bir cendere demek oldu benim için yıllar boyunca. Babam oralı; her yaz oraya gider bir ay kalırdık. O da ücretsiz hasta muayene eder, gerekiyorsa ameliyat filan yapardı. Yani tatil dediğimiz şey babaya hasret geçerdi. Babannemin korkunç evinde. Lefkoşa’nın tam ortasında, eski mi eski, her bir deliğinden daha önce bahsettiğim hamamböceklerinin fırladığı korkunç bir ev. Ama o zamanlar camlarımız açık uyuyabilirdik. Kapıyı da kilitlemezdik. Tek güzelliği de bu güvenli haliydi galiba. Yoksa babannemin bizler için yarattığı Kemalettin Tuğcu-vari mizansenleri anlatsam insanlığa olan inancınızı yitirebilirsiniz kolayca.

Kıbrıs tabii ki muhteşem geçti. Burcu’yla bütün kartları açtık yine; ve tabii ki yürekleri de. Dönüş hep bir buruk oluyor, elimde değil. Havaalanında ağlayarak sarıldık. Ayrılmamak mümkünmüş gibi. Ya da ayrılmaya razı olmak mümkünmüş gibi. Kimseyle o kadar gülememek, kimseyi o kadar iyi tanımamak, bir tek bakışla-hatta bazen bakışmadan bile aynı şeyleri düşünmek... Öyle büyük bir eksik ki hayatımda. Kapatmak mümkün değil, hiç de olmayacak. Neyse, korktuğum hiç bir şey olmadı, her şey güzel ve olması gerektiği gibi geçti. Kayıp vermeden, hasar almadan geri dönebildik.

Bu arada tatillerin uğursuzluğu devrolan bir şey sanırım. Ya da benim için geçerli olan bu. Kıbrıs’tan oy vermek için döndükten sonra Kumla’ya geçtik. Hayır, Kumla hakkında bir şey yazmayacağım.. Ya da bir insanın maksimum ne kadar sıkılabileceği hakkında. Veya denizin en fazla ne kadar kirli olabileceği hakkında. Oradaki insan profili hakkında da yazmayacağım; hala yere çöp atılmaması gerektiğini bilemeyen, gece 12de apartmanın merdivenlerini topuklarını vura vura inip çıkan, balkonların altına geçip yine aynı saatlerde Ayşeeenn ablaaaağğğ diye bağrışan o insanlar hakkında hiç bir şey yazmayacağım.

Söyleyeceğim tek şey kendimi Kumla’da yapayalnız hissettiğim. Sağır gibi, terkedilmiş gibi. Hiç bir kimseyle empati kuramadan, kimseye sempati duyamadan gidip döndüğüm. Dönüş yaklaştıkça nassssıll seviniyorum, anlatamam. Çok yorucu oluyor, bildiğiniz gibi değil.

Eve dönmek harika. Fıstık da öyle düşünüyor; marrr marrr diye diye tükendi hayvan.

Korkma canımın içi, hiç bir yere gitmeyeceğiz artık.

En azından uzun bir süre.

marruu

28 Temmuz 2007

İki Episodluk bir kazlık


EPISODE 1

Miso hanım, hesap kitap var mı?
Var.
Ne kadar?
Ee var biraz. Öğrenci sınavlarını filan hesap edebiliyoruz çok şükür.
Hmm, iyi bari.
Yani aslında en korktuğum şey. Bazen de mahvederim itina ile. Ruhum da duymaz. Öğrenciye sınavları dağıtırken midem şöyle hafiften burulur. Çocuklar, aman toplayın, hesap edin bir güzel. Bir şey atlamış olmayalım derim her seferinde.
Hmm. Peki bir dolabın derinliği kaç santimdir?
Eee, bilmem.
Yani bir şey asılabilmesi için kaç santim derinlikte olursa bir askı iki tarafı eşit bir şekilde o dolaba sığar?
Ayy, tren problemi gibi oldu. Şu hızda gidiyor, tünele giriyor, kaç km kaldı bilmem ne.
Otuz beş santimetre derinliğindeki bir dolaba giren askıda asılı olan şeyin omuz genişliği en fazla kaç santim olabilir?
Bu da beşi beş kuruştan beş yumurta sorusuna benzedi. Ama o şakaydı, değil mi? Karşıdakini kandırmak ve GÜLMEK için sorulan bir soru.
Eh be miso, bu dolaba hangimizin paltosunu asabileceğiz? Oğlunun omuz genişliği bile ancak denk gelmez mi 35 cm derinliğe?

Bu dialoğun bir kelimesi bile konuşulmadı. Bu dialog benim içimdeki dialog. Yeni eve bir şeyler almak için öğlen birden akşam 10.30’a kadar IKEA’daydık. İkea dışarıdan göründüğü kadar ideal bir alışveriş yeri değil. Dolap varsa askı borusu olmayabiliyor, çekmece olsa bile raf olmayabiliyor filan. Parçaları birleştirme özgürlüğünün bir bedeli bu sanırım.

Neyse, portmanto için ne beğendiysek eksik çıktı. En son alternatif için üst kata çıktım, ölçüleri aldım, aşağıya indim. “200x35x100” Korcan bak, böyle böyle, alayım mı? Al ya, oldu cidden. Hesap kitaptan anlamamak değil bu, düpedüz gerzek bir korkaklık. Aptal miso, üç saniye düşünsen o dolaba hiçbir şey sığmayacağını bilirsin, anlarsın. O zavallı Korcan sayı düşünecek halde mi? Her yerinden ter damlamış, yorgunluktan, kutuları arabaya yüklemekten perişan…

Bizim portmantonun derinliği 35 cm olacak. Bütün günün emeği, yorgunluğu boşa gitmiş oldu. Adamcağız en sonunda, “olsun, arka suntasını çakmayız, biraz da öne kurarız,” dedi. Ne yapsın?

Birileri bana biraz matematik öğretebilir mi? Aslında daha da önemlisi bu tip işlerde karar vermeden önce deli tavuk gibi koşturmamayı öğretebilir mi? Üç saniye düşünmeyi?

Aptalım diyorum, hala zekisin diyenler çıkıyor. Var böyleleri, biliyorum.

Yazıyı baştan okusunlar lütfen!!

EPISODE 2
Kargo ücretini yanlış hesaplamışlar. Düzeltmek için tekrar gitmemiz gerekti. O dolabı da değiştirdik. Ama orada konuştuğumuz herkese önce kendi kazlığımı anlattım. Ohh, anlattıkça da rahatladım. Şimdi mutluyum.

hehehehehe

marruuuu

14 Temmuz 2007

Tatilci miso


Yarın yola çıkacak gibi hissetmiyorum kendimi hiç. Daha bir çöp bile hazırlamamış olmamdan kaynaklanıyor olabilir mi acaba? Yaptığım tek şey bu sene daha ufak bir valizle gitmeye niyetlenmek. Dediğim gibi, bu da henüz uygulanmış bir şey değil; hala karar aşamasında.

Bir çok temenni var tabi. Birincisi hasta olmadan, bir yerimizi yaralamadan gidip dönmek sağ salim. İkincisi, bu tatili Kıbrıs’ın işaret parmağım büyüklüğündeki uçan hamamböcekleriyle veya “böv” denilen (böğ de olabilir, bilimsel bir veri yok) tüylü, zehirli ve neredeyse elim büyüklüğündeki (valla) örümcekleriyle muhattap olmadan kapatmak. Geçen sene çok sevimsiz iki tecrübe yaşamıştık Ilgazımla. Hatırlamak dahi istemiyorum. Üçüncüsü de soğuk rüzgarlar esmeden, dönerken canımın içini orada huzur içerisinde bırakarak dönmek istiyorum. En çok, en çok da bu üçüncüyü istiyorum.

Kıbrıs teknoloji bakımından biraz KIT desem ayıp etmiş olmam herhalde. Hani internet filan biraz rüya gibi. Kendimi bilgisayar bağımlısı çocuklar gibi hissediyorum. Müptelası olduğum blogları okuyamamak ciddi bir eksiklik benim için. Ya da cidden çok önem verdiğim mailimi kontrol edememek. Belki bir yolunu bulurum, bilmiyorum. Ümidimiz Burcu’da.

Tatil tatil diye inleyen bir tip olmadım hiç bir zaman. Üçüncü gün evimi özlerim, Fıstık hiç aklımdan çıkmaz, çiçeklerimi merak ederim filan. Havlularımı bile düşünürüm. Son iki gün çabuk geçsin isterim. Bu sefer daha da mesafeliyim. Belki son dönemde çok yoğun çalıştığım içindir, bilmiyorum. Yaz okulu ve özel ders temposu biraz şişirdi sanırım.

Tabi bu sene benim çocukların yaz okuluna kalması bana ilaç gibi geldi. Stada doyum olmuyor geceleri. Okul bomboş oluyor. Dev bir malikanenin tadını çıkartan üç beş kişi gibi hissediyor insan kendini. Ben orada yalnız oturmayı, çantamı yastık yapıp sırt üstü yatarak kafamdaki tilkileri kovalamayı da çok seviyorum. Çocuklarla laflamanın tadına da doyum olmuyor. Aaa diyorum dudak bükerek, bak saat 11:30 olmuş bile.

Neyse, uzadıkça uzadı. Oralardan bir şeyler karalayamazsam eğer, iki hafta yokum. Herkes kendine iyi baksın.

Sevgiler
marruu

11 Temmuz 2007

Dışarı bakıyorum

Eski pabuçlarımı çıkartıyorum ayakkabılıktan. Bir kutuya koymuşum; ne zamandır ellemiyorum, bilmiyorum. Yenilerini giyesim yok hiç. Gidip duş alıyorum, ama sonra evden çıkamıyorum. Kuaföre gidesim de yok. Düğüne gidilecek oysa ki. Herkesin kafa tas gibi olur şimdi, hiç bir tel serbest kalmamacasına kazık keser o saçlar, omuzlarla birlikte uygun adım dönerler sağa sola. Yok gidesim işte oraya da. Kuaföre gitmiyorum, kendim bir şeyler uydurlayıveriyorum.

Ilgaz’ı annemlere bırakıyoruz. Arabaya biniyoruz. Artık hep sağa baktığımı farkediyorum. Camdan dışarıya, ileriye. Ama öne değil, yana, çapraza. Bir yere giderken uzundur böyle yaptığımı farkediyorum. Pek konuşmuyoruz. Her zamanki gibi. Artık konuşma beklentim yok zaten. Kabullendim çoktan. Birini değiştirmeye çalışmak beyhude. Bir de haksız bir çaba bir yerde, bencilce hem.

Düğünde erkek tarafıyız. Kuzenimin kayınbiraderi evleniyor. Gelin hanım Trabzonlu. Önce karışık dans ediliyor. Sonra oğlan tarafı halay çekiyor, ama ne güzel halay. Halay başı gencecik bir kız, peşi sıra elli kişiyi sürüklüyor. Sonra anons yapılıyor, “kız tarafı horon tepecek,” deniliyor. Sahneye çıkıyorlar. Ne kadar sert bir oyun bu yarabbim. Eller havada, eller yerde, sağa dön, sola dön, vur ayakları öne git... Bu gece zaten hafif hafif çırpınıyor içim, bu sertlik beni baştan aşağıya sarsıyor. Neredeyse ürküyorum. Sonra kadınlar geri çekiliyor, ortada erkekler kalıyor. Kolbastı oynayacaklarmış, öyle deniyor. Halka oluşturuyorlar. İki kişi ortada kalmış, elleri ayakları bambaşka ritmlerle oynayarak dans ediyorlar. Birbirlerine yaklaşıp aniden uzaklaşıyorlar. Sonra birdenbire birbirlerine omuz atıyorlar ve silah sıkar gibi yapıyorlar. Ve o bacakları hiç durmuyor. Ve elleri. Halkayı oluşturanlar gözlerini ayırmadan ikiliyi izliyor. Ve ritim tutuyorlar el çırparak. Kısa kalın parmaklı, geniş ayalı elleriyle. O ikili gruptan çıkıyor, bir başka ikili giriyor içeriye. Yine aynı oyun. Bir tür ayin gibi bakıyorum gruba. Bir yandan derin bir merak ve hazla seyrederken, diğer taraftan içimdeki korku sabit bir şekilde, usul usul dalgalanıyor.

On buçuğu geçerken ayrılıyoruz. Bu pabuçları bir daha giymemeye karar veriyorum, ayaklarım garip bir şekilde acımış. Eve kadar hep sağa doğru, dışarıya bakıyorum. Arada camı açıp biraz nefeslendikten sonra kapatıyorum camı. Yüzüme vuran rüzgar bile huzursuz ediyor bu gece. Bu gece bir yerlerde yalnız oturmak iyi gelecekmiş aslında, onu farkediyorum.

En iyisi gidip uyumak olacak sanırım.

Hiç konuşmadan.

30 Haziran 2007

Squash kararı ve sonrası


AK beni ikna ediyor. Squash oynayacağız. Hatırlıyorum zaten, 2 sene önce sınıfa yaptığı sunumda squash’i anlatmıştı. Sakin sakin, bu sporun mucidi gibi, “belli olmuyor ama bakın ben neler yapıyorum,” dercesine. Sınıfa raket ve top da getirmiş; onu hatırlayamadım. 100 aldığını hatırlıyorum bir de. Dedim benim raketim yok, bende üç tane var dedi. İnanmak mümkün değil, bir insanda neden üç tane squash raketi olsun ki? Sonradan yumurtladı; biri Kenan’ın, diğeri de Kenan’ın ablasınınmış. (“Bende” kelimesinin açılımına girmeyeceğim şu anda; AK’nın etrafındaki bütün raketler “benim” sınıfına giriyor galiba. Evet, evet, anladım ben)

Ee, nerede oynanır bu? Ya cehaletin bu kadarı olur mu? Yani kapalı alan olması gerektiğini biliyorum ama doğruluğundan emin değilim. Açık havası da var mıdır? Sorsam bu profüsür benimle alay eder mi? (Genelde etmez ama bazen çok fena ezebilir insanı, yaşanan gerçektir, şahitleri de vardır) AK anlatıyor yine, kapalı alan, duvara vuruyor top, sen koşuyorsun filan. Peki sen koşuyor musun AK? AK’nın kımıldama genleri doğumda hasar görmüş gibi, biraz yani, zaman zaman kımıldıyor, mesela fevkalade yürür kendisi, ama koştuğu görülmemiştir; o kadar ki İnsan Bünyesi isimli bilimsel dergiye bir makale konusu bile olabilir bu konu. Peki ne giyilir, var mıdır özel bir kıyafet? Öğretmeniz ya, kurallı olacak her şey, hiç olmazsa kuralları öğrenelim, uygulamasına bakarız. Tenis gibiymiş kıyafet, ama oynanan yerin arkası cammış (Teniste hatunlar etek giymiyor mu yahu? Ben etek giyeyim, oynayalım, arkada bütün Hazırlık, hocam bravooo, ööööööö. Bende de bu spor yaparken öğrenciye basılma artık fobi haline geldi, nooluyorsak yahu!! Sanki güreşçi mayosu giyip minderlere atlıyoruz)

Spor merkezine gidiyoruz, oraya üye olmak gerekiyor. Bankodaki adam “ikiniz de öğrencisiniz, di mi? 20 giriş 15 lira” “Yok, değil, ben hocayım.” “O zaman öğrenci 15, size 25 hocağm” Oluuur, öğrencisiniz di mi demişsin bana, 60 lira da veririm ben şimdi her girişe. Sonra adam anlatmaya başlıyor, iki türlü üye olunuyormuş, önce dırılı dırılı...

“Nasıl yürümek bu?”
“mmıığğğğğ”
“Ben sana böyle mi yürü dedim, ne yapmaya çalışıyorsun?”

Adam anlatıyor, adamın anlattıklarından bir kelime bile girmiyor kulağıma. Bir kadın, yanında muhtemelen 13-14 yaşlarındaki otistik çocuğu, bir de çocuğun eğitmeni. Kadın çok öfkelenmiş, çocuğu itiyor. “Yürü dedim, düzgün yürü görücem.” Ben çocuğu göremiyorum, sadece öfkeli anneyi görüyorum. Bankamatik kioskunun başındayız artık. Adam hala anlatıyor, AK dinliyor, ben artık adamın sesini bile duyamıyorum. AK’nın okul kimliğini kioskun kenarından geçiriyor, dırılı dırılı, şöyle yapıyoruz, buraya basıyoruz... Benim aklım koridorda. Kadın yürüyüşü beğenmemiş, kavga etmelerine ramak kalmış iki delikanlı gibi çocukla göğüs göğüse duruyorlar, çocuğu döner kapıdan dışarı çıkartıyor büyük bir mücadeleyle. Ben artık ağlamaya başlıyorum. Gözümde güneş gözlükleri var ama hem adam, hem AK anlıyor. Adamdan özür diliyorum, hiç bir şey dinleyemiyorum, kusura bakmayın diyorum. AK’nın kolunu sıkıyorum. Çaresiz kalmış, hiç bir şey yapamıyor, işleme başlamışız artık, bitirmek lazım. Çocuk dışarıda oturuyor, anne uzak bir yere yürüyüp geri geliyor.

O sırada spor salonunda minikler bilmem kaçıncı basket turnuvası var. Çocuklar giriyor, çocuklar çıkıyor, yanlarında antrenörleri, aileleri, içeriden heeeey, bravooo diye bağırışlar geliyor. Çocuk dışarıda yalnız başına oturuyor. Anne yürüdüğü yerden dönüyor, çocuğa doğru daha sakin ilerliyor. AK ve ben çıkıyoruz. Kadın çocuğunun yanına oturuyor. Bir şeyler söylüyor, duyamıyorum. Duymak istemiyorum, sadece ağlamak istiyorum. Kadın muhtemelen ben ne yapıcam diye düşünüyor, muhtemelen bunu yüz bininci kez düşünüyor. Bu çocuk daha doğru dürüst yürüyemiyor bile, ondan önce ölürsem ne olacak diye düşünüyor...

Arabaya biniyoruz. AK ne yapacağını bilmiyor. Ben ağlamamı durduramıyorum. Kadını düşünüyorum, çocuğu düşünüyorum. Kendi çocuğumu ve diğerlerini düşünüyorum. Annelik nedir diye düşünüyorum. Bütün bunları on beş saniyede düşünüyorum, bağıra bağıra ağlamak istiyorum. AK inerken iyi misiniz diye soruyor. Hmmm diyorum ama hayır, iyi değilim, ama olacağım, çünkü unutacağım.

Çok yaralanıyorum. Bunun neden olduğunu artık düşünmek bile istemiyorum. Hiç bir şeye isyan etmek de istemiyorum. Kös kös eve gidiyorum.

Üzerinden kaç saat geçmiş, hala aynı hüzün, aynı üzüntü. Hala ağlıyorum.

Diyecek hiç bir şey bulamıyorum.

Çocuğumu özlüyorum deliler gibi...

Ve sahip olduğum her şeye şükrediyorum...

27 Haziran 2007

Girdap


Enteresan bir girdap oluyor hayat benim için bazen. Çıkamıyorum düştüğüm döngüden. Açıklayamıyorum bir türlü. Hissediyorum aslında girdiğimi, ama ne kadar derinde olduğumu farkedemiyorum bir süre. İşte bütün mesele bu. Migren gibi tıpkı; geleceğini anladığım anda müdahale edebilirsem yırtıyorum, yok, edemezsem çarpıp duruyorum sağa sola.

Ilgaz’ı Eskişehir’e bıraktım bugün. Hafta sonu babannelerle tatile gidecek. Bir yanda derin bir özleme hissi, o yumuk yanaklara doyamama, diğer tarafta bir haftalık “istediğimi yapayım, iki satır bir şey okuyup gezeyim tozayım,” sevinci. Çıkışsız bir durum, tarif edemediğim, her iki hissi de en dibinden yaşadığım. Ve çok ciddi bir şekilde rahatsız ediyor beni bu durum. Hastalıklı bir şey gibi geliyor.

Hayatımı düzenlemem gerekiyor, biliyorum. Kocaman bir boşluk hissediyorum. Bir şeyler yapmam gerekiyor, ama bu şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Bir türlü de bulamıyorum. Bir şeylere sarmam gerekiyor, seçemiyorum. Keman diyorum, olabilir gibi geliyor. Eskisi gibi çeviriye devam diyorum, o da olabilir gibi geliyor. Her şeye çak vedayı diyorum... İşin kötüsü de bu zaten; o bile olabilir geliyor.

Hayatımdaki insanlardan beklediklerim çok net aslında. Çünkü çok net ifade ediyorum. Verebileceklerimi de öyle. Bu kadar netliğe rağmen beklediğim şeyi alamayınca böyle oluyorum aslında, biliyorum. Ve sonra sinirleniyorum. İstediğim şeyi alamadığıma sinirleniyorum. Tamam o zaman, sen de ona göre davran diyorum. Ona göre davranamayınca daha çok sinirleniyorum, bütün tırnaklarımı kendime batırıyorum.

Bu yaşa geldin, hala durum bu. Tüü sana miso, oyuncak oluyorsun hala. Bekleyen sen oluyorsun.

Ben yarın gece gidip içicem. Beni bu paklar.

pıhhh

25 Haziran 2007

Kadere karşı gelmek


Annemin teyzesinin oğluydu bu adam; ismi lazım değil. Anneannemin babası tipik bir Karadeniz erkeği; ilk eşinden en büyükleri anneannem olmak üzere beş, ikinciden ve üçüncüden de üçer çocuğu var. Bu adam da ilk eşten olan kızlardan birinin oğlu. Ailede üçüncü oğlan. Anne, korkunç bir anne. Daha da korkunç bir kayınvalide. Bu kuzenin iki abisi var, iki abinin de birbirinden sosyetik, kasaba kurnazı karıları. Ne yazık ki bu kuzenin karısı dünya eziği bir kadın. Aslında o da zengin bir evin kızı, ama baba erken öldüğü için, mallar mülkler amcalar ve diğer anneler tarafından kapışılmış, varlık içinde yokluk çekerek büyümüş bir kadın. Ezik, bir şeylere hayır demeyi geçtim, kendi fikrini bile söylemeyen biri. Bizimkiyle evlendikten sonra da cenderenin tam ortasına düşüyor. Kayınvalidenin yanına yerleşiyorlar; kocası işsiz çünkü, aylağın önde gideni, her gün beş posta sopayı hak edecek kadar sorumsuz, bir o kadar da eşek.

Gelin hanım bütün evin işini yapmaya başlıyor. Bu arada kayınpeder felç oluyor, yataklara düşüyor. Gelin hanım ona da bakıyor. Hem de ne bakmak, geceleri yanına yatak serip yatıyor ki tükürüğüyle boğulmasın. Bir yıl yaşamaz denilen adamı 4 yıl yaşatıyor. Çıt çıkarmıyor. Diğer yakadan en ufak bir minnet veya teşekkür yok. Yıllar böyle geçiyor ve aniden Ankara’ya gelmeye karar veriyorlar. Bunun nedeni hiç bir zaman açıklanmıyor. Öte yandan, ailenin hiç bir ferdi tarafından da onaylanmıyor. Kolay mı, karın tokluğuna çalışan hizmetçilerini kaybedecekler.

Ankara’ya geldikten sonra kuzen bey bir işe giriyor. Tutunabilir mi, tutunamaz tabi ki. Hayatında bir çalışma terbiyesi, görgüsü yok ki adamın. İte kaka işte kalıyor. Uyarı üzerine uyarı alıyor. Üstelik torpille girmiş o işe, kimbilir kimlerin hakkı yenmiş. Derken, kuzen ölüyor kalp krizinden. Aniden? Pek sayılmaz aslında. O zamana kadar tanrıdan küçük mektupçuklar almış, ama tık demiyor. Vücuduna giren sıvı miktarının bile önemli olduğu bu dönemde yemesine içmesine dikkat etmiyor ve sonunda o gün geliveriyor. Kader? Yemezler, pardon!

Üzüldük mü? Beklenen bu, değil mi? Ben kuzenin ölümüyle rahatladığımı hatırlıyorum. İlkokul mezunu bile olmayan gelin hanım ilk şoktan sonra kolları sıvayıp işe koyuluyor. İlk işi kocasının bıraktığı kredi kartı borçlarını ödemek. Amcalar ve babanne kılını kıpırdatmıyor. Hala biraz yardım ediyor. Lojmandan da çıkartılan gelin hanım annemlerin alt katına yerleşiyor ve hemen kendilerine torpil olan kişiye çıkıp kızı için iş istiyor. Bu sefer önceki gibi hak yenmiyor ama. Kızının niteliklerini taşıyan bir sürü insan var zaten.

Cumartesi gecesi bu kızın nişan davetini verdik annemlerin bahçesinde. Yüz kişiye yakın konuk vardı. Benim ayaklarımın altı tomurcuklandı dört saat servis yapıp bulaşık yıkamaktan. Ama olsun; o babanne, o amca kızları oradaydı ya, yüreğimin yağları cızır cızır eridi. Ve nişanın sonunda öyle bir kucaklaştık ki, bu herşeye değdi.

Kader yok, bize bunu öğretti gelin hanım. İyi insanlar da var, sevgi var, destek var, boktan kayınvalideleri teğet geçmemizi sağlayan gücümüz var.

Mutlu miso

marruu

17 Haziran 2007

Sabah Krizi


Burcu gelecek bugün. Sabah kalkıp annemlere gideceğiz. Babama sürpriz olacak ya, diyeceğiz ki biz ODTÜ’ye bisiklete binmeye gidiyoruz. Sonra Korcan gidip alacak Burcu’yu. Saat 1’de karşılanması lazım.

Annemlere bir gidiyoruz ki oğlan yalın ayak. Annemle masada oturuyorlar. “Anne bak, ben çıplak ayaklıyım.” “Öyle mi annecim? Çimlere mi basmak istedin, ne güzel.” Sonra Godot’yu beklerken dialoğumuz başlıyor annemle.

“Miso oğlanın bizde başka ayakkabısı var mı?”
“Anne bilmiyorum”
“Acaba var mı?”
“Anne sen bilmiyor musun?”
“Kızım ben nereden bileyim.”
“????” (Bomboş bakıyorum)
“Biz buraları akıttık, sandaletleri ıslandı biraz.”
Sandaletler sırılsıklam, giyilmeyi geçtim, bir iki saat kurumaz bile.
“Anne keşke arasaydın, ayakkabı getirirdik.”
“Aradım ben.”
“Anne nereyi aradın, cebi aradın mı?”
“Yok, aramadım.”
“Nereyi aradın pardon?”
Bu sefer annem bomboş bakıyor.

Ya nereyi aradı bu kadın? Merkez postanesini mi? Muhtar beni çağırmaya mı geldi? O anda anlıyorum. Kıvırıyor. Hayatta daha illet olduğum bir şey yok yahu! Aramadım de, doğruyu söyle. Hemen akabinde daha da illet olduğum ikinci perde başlıyor.
“Sen hemen kızıyorsun, tepki veriyorsun, bak bilmem ne.”
"Ya anne ben neye kızıyorum?”
“Bu çocuk ayaklarını ıslatmasın mı?”
“Ben öyle mi dedim, ayakkabı getirirdik dedim, tabi ki ıslatsın.”
“Ben alıştım sizin bu şeylerinize kızım, peki yavrum, tamam.”

Bir de üzerine babamdan fırça. Cidden bir şey yapmamışken hem fırça, hem cila, hem debil dialoglar.

Godot’yu öyle uzundur bekliyoruz ki bu şekilde... Gelince ben gitmiş olucam sanırım. Ben böyle olmak istemiyorum. Herhangi bir potansiyel sezmiyorum şimdilik, ama sezdiğim anda ne yapacağımı da bilmiyorum. Çok yorucu ve çok sıkıcı.

Ve çok çözümsüz.

pıhhh

13 Haziran 2007

Doğum


Normal doğuma karar verilmişti o uzun süreç boyunca. Her gidişimde toplam 5-7 dakika süren muayenelerimde hiç bir sıkıntıya rastlanmadığı için normal doğum diyordu doktor. Benim iki çocuğum da normal doğdu, sezaryen bir ameliyattır, hiç gerek yok, diyordu. Bana ayıracak vakti çok yoktu; o yüzden ben pek soru soramamıştım. Biraz okuyarak, biraz ona buna bir şeyler sorarak geçirdim hamileliği. Çokça da yiyerek tabi.

Endorfinle tanışmak muhteşem bir şey olmuştu benim için. İnanılmaz açlığımı bastrımaya çalışmak için neredeyse bütün bütün yuttuğum her şey tabii ki dehşet kilo almama yol açtı. Peh, bana mısın dememiştim. O zamanki ikiye iki buçuk metrelik banyomuzu geniş göstersin diye bir duvarına astığımız kocaman aynada kendime bakıp durmuştum 40 haftalık macera boyunca. Allahım, o ne güzellikti öyle. Karnımın aynadaki aksine bakıp ağladığımı bilirim. Endorfin harika bir şeydi; ben dünyanın en güzel kadınıydım artı 20 kiloma rağmen.

13 Temmuz Cuma sabahı 40 haftanın dolmasına 2 gün kalmıştı. Ben bir arkadaşa kahvaltıya davetliydim o sabah. (Ne kadar mutsuz bir arkadaştı; ne kadar sığır bir kocası vardı. Hiç çözemedim neden o adamla evlendiğini; belki de kendi evrimini evlendikten sonra tamamlamıştı diye düşündüm çokça, ama kendim de inanamadım buna hiç.) Buzdolaplarında ne var, ne yok yutacaktım da allah acıdı. Sabah tuvalete doğru giderken şööyle bir sarsıldım aniden. Anlamadım önce. Benden geldiğini anlamadım. Tuvalete gittiğimde sonradan büyüklerin “nişan” dedikleri şeyin gelmiş olduğunu gördüm. O anda ayıldım ve birden heyecanlandım. Arkadaşı aradım, “benim sancım başladı, gelemiyorum,” dedim. Ama nasıl sakinim, anlatamam. Evde küçük oğlu var, bırakıp gelemiyor, vicdan azabından çıldırmak üzere. Korkma dedim, annemleri aradım, gayet iyiyim ben. Telefonu kapatınca her sabah itinayla yerine getirdiğim görevim ilişti gözüme; köpeğin gezmesi gerekiyordu tabi, benim doğurmamla onun işemesi arasında hiç bir ilgi yoktu. Aldım Zoro Bey’i, çıktım dışarı. Bir yandan da kendi kendime gülüyorum, aferin miso, doğur şurada, neyin eksik diyorum. Tabi içimde en ufak bir inanç bile yok; keşke o kadar kolay doğurulsa. Karşıya bir baktım, bir başka arkadaş, koşa koşa bana doğru geliyor. Kahvaltıya gideceğim arkadaş aramış, koş git, miso’nun sancısı başladı demiş. Kızcağız pek kibar, pek hanım bir şeydi, beni görünce bayılayazmıştı. Aman miso, naapıyorsun? Naapıyorum, mecburum hayvanı gezdirmeye. Ay ben korkarım yoksa gezdirirdim valla, haydi git evine, sancın başlamış. Dur, bir şey olmaz, azıcık daha yürüyelim, yazık hayvana diyorum. Kızcağız fenalık geçiriyor, noolur git, bir şey olacaksın diyor. Sırf başımdan gitsin, beni de heyecanlandırmasın diye eve dönüyorum.

Annem ve babamla gidiyoruz hastaneye. Bu arada Burcu’yu markete yolluyoruz bir şey almak için. Şaşkınlıktan anahtarı kontakta bırakıp, kolu yukarı kaldırarak arabanın kapısını kilitliyor. Neyse, hastanede beni sancı odasına alıyorlar. Sancım var ama gelince bağırma ihtiyacı duymuyorum. Ama etraftakiler... O sesleri dinleyince ürkmemek mümkün değil. Zaman geçiyor, kadınlar bar bar bağırıyor, benim moralim bozuluyor. Nasıl olacak bu iş diyorum, nefesimi kesen sancıdan çok seslerden boğuluyorum. Doktor geliyor, muayene ediyor. Zaten muhtemelen altı yedi asistana kobay olmuşum o ana kadar; gelen bakıyor, giden bakıyor. Dört beşi de bakmakla yetinmiyor; açıklığınız şu kadar, bilmemne. Biliyorum, üç dakika önce diğer bey söylemişti diyorum, ama pek aldırış edilmiyor. “Misocum, bebek iri, çatın dar, açıklık aynı gidiyor, zor bir doğum olacak, hırpalanma, gel sezaryen yapalım,” diyor. Adam lafını bitirir bitirmez ben tutmazsam yere dökülecekmiş gibi sarıldığım karnımla ayağa fırlıyorum. Annem, dur kızım filan diyor ama ne mümkün! O bağırtılardan kaçayım yeter.

Gerisi malum. Canımın en içi Ilgaz. Dört kilo doğan koca bebek Ilgaz. Her şeyim Ilgaz; taptığım, bıktığım, yüzüne bakarak sevdadan, uyutamadığımda veya geceleri yirmi kere uyandığımda çaresizlikten ağladığım... Ilgaz’ım... Çok zor bir yol bu, çok yavaş yüründüğü düşünülen ama bir çırpıda geçen. Hayatta hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığı, ama eskisi gibi olmasını istemediğin yeni bir dönem.

Şimdi bunları yazarken ağlamamak mümkün mü? Olabilir, ama ben beceremiyorum. Aklım hep Köşenin delisi’nde olacak. Bütün gece. Uyuyamadığım için bu gece de ona söverim artık diyeceğim, ama yapmayacağım çünkü bu gece onun hakkı. Canım arkadaşım, yarın ve bundan sonra bütün kolaylıklar seninle olsun.

marruu

11 Haziran 2007

İkinci Tur


Cumartesi sabahı koşturmaca başladı. Malum, kuzen ikinci kez evleniyordu. Hem de 9 yıl önce ayrıldığı ilk nişanlısıyla. Aslında o ayrılık biraz terkedilme kategorisine giriyor ama şimdi her şey farklı hatırlanıyor. Komik komik şeyler oldu. Kuzenin yeni eşi kuzene ayrılma kararını ortak vermiştik demiş, kuzen geldi bize “beni askerdeyken terketmemiş miydi, ben mi bunadım?” türü sorular sordu filan. Şimdi ne desen yangına körük etkisi yaratacak. Ben de “bunları geçin, seviyorsanız evlenin,” filan türü büyük teyze lafları yumurtlamada buldum çareyi.

Yeni eş Ankara’ya eş durumundan tayin olsun diye bir ay içinde her şeye karar verildi, Atakule nikah salonu kiralandı, şeker, davetiye, kıl yün halledildi. Sabah haydi koş nikaha... Sonra da yemek için annemlerin bahçeyi ayarladık hep birlikte. Akşam için giyindik, süslendik, miso üşendi, kuaföre gitmedi, saçlara çaldı jöleyi, sıktı spreyi, hafif afro bir görümce oldu. Bir de taptığı topuklu pabuçlarını giydi. Fakat hizmet sektörü yorucu şeymiş, gelen misafir sayısı bizle birlikte yetmişe vurunca eve yirminci kez inip çıktıktan sonra o topukluları çıkardı ve yerine tatile-gelen-alman-turist-sandaletlerini giydi. Durumu kurtaran tek şey sandaletlerin siyah olmasıydı. (Aslında bu bile züğürt tesellisiydi, biliniyordu)

Haydi koş, buz getir, beyefendinin rakısı bitmiş, küllükleri boşalt, Ilgaz oğlum bak da Tuna (yaş 3) çamı yemesin; oğlum sen de yeme, başka ne alırdınız, sıcak börek, kolanızı tazeleyeyim, meyve yok özür dilerim (bir koşu alıp geleyim, ehe) ... Gece yarısı eve döndüğümüzde ayaklarımın altı yeni yürümeye başlayan çocuk ayaklarının pufluğuna sahipti. Her bir parmağımın dibini hissediyordum. Hiç bir şey yiyemedim, biraz bir şey içebildim, bir ay önce buluştuğumuzda karısının askılı bluzuna laf eden hıyarlar cumhuriyeti elemanına lafı soktum (çok mutluyum), kuzenimin annesi yengeme tekrar tekrar ziyadesiyle sinir oldum. Bir de tabi ki Ilgaz ateşlendi, şimdi boğaz kültürü sonuçlarını bekliyoruz.

Bitti çok şükür.

Yeter kardeşim, ikinci turlarınızı başka yerde yapın. Bir kere de biz misafir olalım.

marruu

7 Haziran 2007

Konuşma Sınavı


Bu uygulama bu sene başladı. Yani konuşma sınavı uygulaması. İlkini ilk dönem sonunda yaptık. Çocukları ikişer ikişer içeriye alıyoruz, elimizdeki sorulardan soruyoruz ve en sonunda 5 üzerinden bir not veriyoruz. Daha yeni uygulamaya başladığımız için ne kadar sağlıklı notladığımız veya ne işe yaradığı konusunda pek bir şey diyemeyeceğim. Bunu zaman gösterecek. Ama zaman zaman çok eğlenceli veya hüzünlü şeyler çıkabiliyor.

Dün giren bir çocuğa nereye tatile gidersin diye sorduk, memleketine gidermiş her yaz. Memleket de Beypazarı. Rüya tatilini sorduk, deniz kenarına gitmek istiyorum, yer veya mekan farketmez dedi. Üzüldük tabi arkadaşla, ama ben biraz da sinir oldum. Çocuk ODTÜ ekonomide okuyacak. Bu demektir ki benim matematik bilgimin yüzbinlerce katı matematik biliyor. (en az hem de, en azzz). Bul çocuğum bir kaç özel ders, üç beş kuruş biriktir, atla git Alanya’daki pansiyonlardan birine. Bu kadar mı zor yahu?

Sınavı vermeden önce aldığımız eğitimde bize hiç bir tepki vermeyeceksiniz, ifadesiz bir şekilde izleyeceksiniz denmişti. Ya bu mümkün mü? Bir kere bizim kültürümüzde yok bu. İkincisi bana hiç gelmez, ben televizyonu bile interaktif izliyorum. Yaşlanınca konuşmaya da başlayacağım karakterlerle, biliyorum. Sınavda da sürekli kendimi kafa sallayıp gülümserken, hı hı diye onaylarken yakaladım sonuçta.

Neyse, sorulardan biri şu: "Arkadaşlarınızla tatil planı yapsanız aşağıdakilerden hangisine karar verirdiniz?" Amaç da iki öğrenciyi birbiriyle konuşturmak. Şıklar arasında Akdeniz’de pahalı bir otel, Alpler’de kamp, Roma’da üç yıldızlı otel falan filan. Öğrenciler iki uyanık çocuk. Bir tanesi Akdeniz’deki otele gidelim diyor, işte yüzme havuzu filan. Diğeri, yok o pahalı olur diyor. Alpler’de kamp kuralım. Diğeri irkiliyor, “çok soğuk olur, hem ayı filan gelir gece,” diyor. Öbürü son noktayı, “kovalarız,” diyerek koyuyor. Maksat konuşmak :)

Sonra iki kız girdi. Sınavın başında birine nerelisin diye soruldu, o da İzmirli olduğunu söyledi. Öbürü hemen atladı, aa ben de İzmirliyim. Aaa, ekü ekü. Tipler kendi aralarında konuşmaya başladılar. Ya bu ne özgüven yarabbim? Hani coğrafi sınırlara çok itibar etmemeye çalışırım ama bir kentin bayanları bu kadar mı benzer özellikler taşır? Kaç yıllık hocayım, Ankaralı kızlar şöyledir, Antalyalılar böyle diyecek üç beş parametreyi bir araya getiremedim. Ama aynı şeyi bu güzide şehrimiz için söylemek ne mümkün!

Bu arada kapıdan giren bir kaç çocuğu simaen tanıyorum, onlar da beni tanıyorlar. Seviniyor zavallılar tanıdık kasap görünce; onlar sevinince ben de çok seviniyorum. Gel gel, korkma, hehe.

Bu uzun ve başağrılı günün kârı şu oldu: Partnerim rahatsız olduğundan gelememiş, onun yerine yedek hoca geldi. Bu bayan da çok enteresan biri. Eşlerimiz aynı yerde çalışıyor, çok yakın olmasalar da birbirleri hakkında gayet pozitif düşünüyorlar. Ben dört yıldır bu kızdan şöyle adam gibi bir selam alamamıştım. Uğraştım üstelik; benim böyle gerzek bir yönüm vardır, merhabaaa, nooolur merhabaaa şu zavallı miso’ya. Bırak, geç, olmazzz! İşte bu arkadaşla partner olduk. Günün sonunda zafer benimdi; akşam telefonumu bile aldı. Çaya bile çağırdı. Hehehe. Sırtım yere gelmez artık.

marruu

5 Haziran 2007

Bindik bir alamete...


Efenim, biz bir ev aldık üç yıl önce. Aslında biz 2000’de bir ev almıştık. 2 oda, L salon ufacık bir ev. Oradan buradan borç bulduk, bir de sorduk soruşturduk, dediler ki ekonomi iyi gidiyor, istikrar filan, koşarak bir de döviz kredisi aldık. Sonra bir de Ilgaz efendi hasıl oldu, onun hazırlığı başladı. Ooo, ne mutluydu, film gibiydi. Derken Ecevit anayasa fırlattıı, ya da bize öyle dediler, yoksa Hüsamettin Özkan mıydı; neyse önemini yitirdi artık bu detay. Önemli olan bu hamlenin bizi de savurup atmasıydı. Bizim küçücük ev aldığımız döviz kredisi nedeniyle yalı fiyatına ulaştı. Benim karnım şiştikçe şişiyor, eşim günde bir kaç kere arayıp “haber dinleme, moralini bozma, hallederiz,” filan diyor.

Evin borcu bitti ama biz de bittik. Ama yine de dayanıklı çıktık; annemin arkadaşının kardeşi gibi intihar etmedik, paşa paşa ödedik. Ödeyemezsek çalacak bir kaç kapı buluruz dedik ama gerek kalmadı.

Ancak artık evden soğumuştuk. Kolay mı, her köşesine altın değerindeki dövizleri gömmüştük. Zaten Ilgaz gelince de sığamamaya başladık. Bir kaşıntı sardı ikimizi de. Evlere bakıyoruz, bizim gibi paşa soyundan olanlara layık olanlar ateş pahası. Aslında çok bir şey aramıyorduk, üç oda yeterdi filan; ama ne mümkün. Emlakçılar ben telefon etmişsem hiç oralı olmuyorlar; sesim öyle bir ilkokul beş orta-bir hesabı çıkıyor. Ofislerine gittiysek de ilgilenmiyorlar bile; ödeyemez bunlar bakışlarıyla üç beş fiyat veriyorlar filan.

Sonraaa, uzaaak bir yerde, ıssız ıssız yollardan geçildikten, sarp kayalar aşıldıktan sonra varılan Türkkonut2’de bir ev bulduk. Aman bir sevinç, bir coşku. Kolay mı, bizim uyduruk eve üç beş koyup müstakil ev alacağız. Yine koşup danışıyoruz, eş dost (döviz kredisini gazlayanlar değil bu sefer; onlarla artık görüşmüyoruz) buralar çok değerlenecek diyor. Evi satıyoruz, bayıldığımız bu evi alıyoruz.

Evin içi bomboş ama. (bööö) Perde taksan dışarıdan adam sanılır sanılmasına da, içinde kapı, mutfak, vs vb hiç bir şey yok. İçini yaptırmak için bir kaç fiyat aldıktan sonra bu evleri tavsiye eden eş dostu da hayatımızdan çıkartıyoruz. (Bir sonraki hamlede şehir değiştireceğiz sanırım). Adamlar evin içine 150 milyar harcanır filan diyor, ben baygınlıklar geçiriyorum...

Çook uzattım biliyorum. Üç senedir üç beş bir kenara koyduk, biraz da annemlerden borç harç filannn, dün bir takım adamlarla el sıkıştık. (Men in Black) Evi yaptırıyoruz en sonunda. Temmuz sonuna bitireceğiz dediler, çok inanmadık ama pek sevindik. Adamların iyi niyetli olduklarına inanmak istiyoruz, sevinç gözyaşları döküyoruz.

Sizleri de davet edebilmeyi umuyoruz.

Tabi önce taşınmayı umuyoruz.

marruu

31 Mayıs 2007

Müsamere


Ilgaz’ın kreşinin müsameresi vardı bugün. Bir sürü insan doluştuk salona. Aman bir alkış bir alkış daha sahneye bile çıkmamış tiplere. Herkes mi bu kadar görgüsüz olur kardeşim? Neyse efendim, her zamanki gibi fevkalade rahat veliler bir on dakika geç geldiği için gösteri 15 dakika geç başladı. Canım ne olacak 15 dakikadan demeyin; akşam 6’da başlayacak gösteri sarktıkça benim açlığım başıma vuracak, sinirim zıplayacak filan. Nasıl illet oluyorum bilemezsiniz, açlığım arttıkça da illet ötesi oluyorum, her şey batıyor filan.

Işıklar karardı, sahneye biri davul, biri de akordeon çalan iki adam çıktı. Kafkas çalıyorlar ama yeni bir versiyon gibi, ezgiler yüzüp duruyor, ana tema yok. Mikrofonlar sanırım ellerinde duruyor; salon zangırdıyor. Bir gürültülü; ölü yerinden zıplar. Şimdi ben de sesten son derece etkilenen bir tipim. Başlıyorum ağlamaya. Eşim, “ya erken başladın, daha bizimki çıkmamıştı,” diye alay ediyor. “Dur bekle, bizimki çıksın hele, elin çocuğuna ne ağlıyorsun?” diyor. Bu arada müzik olanca kuvvetiyle devam ediyor, sahnedekiler bir tek şeyi bile doğru yapamıyor, hatta iki tanesi birbirinin üzerine düşüyor. Kız çocuklarından birinin kafası hep bizden yana, anne-babasını arıyor. Derken aile-pardon sülale, hatta belki de komşular bile var, “heeoovv Tuuuğğğğçeee, yavvvruuummm” diye ulumaya başlıyor. Ne çare, Tuğçe görmüyor bir türlü. Sahnede sergilenen görsel sanatlar piç olmuş, öğretmenler uyuz ötesi... Benim hisli gözyaşlarım bitmiş, yerine deli gibi gülmekten akan gözyaşlarım gelmiş. Bir tür tedavi gören, topluma yeni yeni karışmaya başladığı için de sinirleri bozuk bir kadın gibi gülmekten çatlamak üzereyim.

Derken Ilgaz’ım çıkıyor. Yiğidim aslanım. Söylemesi gereken şey şu: Yurdumuzu düşmanlardan kurtardı, en güzel yönetim olan Cumhuriyeti kurdu.” Bizimki yumurtluyor: “Yurdumuzdan düşmanları kurtardı...” Vay ki ne vay. Herkes gülüyor, bizimki anlamıyor. Sürekli kaşınıyor. Bu arada video çekimi devam ediyor, bizim bitli de performansına devam ediyor. Hırt hırt hırt.

Derken saatin 19.40 olduğunu görüyorum. Ama artık bayılıcam, cidden bitmiş durumdayım. Bizimki de esneyip duruyor sahnede. Neyse, diploma töreni de yaptılar. Bizimkiler bir de kepleri havaya attı. Ama coşku ne gezer! Hepsi aç, bîtap. Aldık, yemeğe gittik annemlerle. Eşim gidip babamı da getirdi bin bir güçlükle. Protezi acıttığı için tekerlekli sandalyeyle çıkmak istemiyordu ne zamandır. Keyifle kabul etmişti gelmeyi. Daha adam geldi, bizimki yaktı kırmızı ışığı. Karnım ağrıyor, akım, bokum. Tabi ben biliyorum derdini, yoruldu, uykusu geldi filan. Öptük dedeyi, anneanneyi, bastık eve geldik.

Hooop, bayılıverdi uykudan.

Kolay mı? Mezun oldu çocuk.

marruu

29 Mayıs 2007

Cold Play


Ellerim suyun içinde. Su çok sıcak. Avuçlarımda deterjanlı sünger. Su çok sıcak, biliyorum, ama pek hissetmiyorum. Bir saattir yemek yapıyorum ve bir saattir içiyorum güzel güzel. Ben bunu çok seviyorum. Yavaş yavaş içip, yavaş yavaş uyuşmayı. Cold Play çalıyor bir yandan. Bu tencereyi yıkamam lazım, pilav pişecek bunda. Su sıcak, yarın ellerim şiş olacak... Olsun; yarım yamalak hissediyorum sıcağı. Fiziksel gerçekliği böyle bulanık hissetmek ilginç geliyor.

Böyle sarhoş olduğumda hep gülümsüyorum. Yani bir de getirseniz önüme beş günlük yemek harcı, pişiririm hani.

“Set me free, just say you’ll wait, you’ll wait for me” Buna da gülümsüyorum. Don’t wait for me. Bekleme beni, beklenecek bir şey yok bizde artık. Dükkan kapanmak üzere. Son kullanma tarihim fevkalade yakın.

Kollarımın içinde su kokusu. Dirseklerimin iç tarafında. Bayılıyorum bu kokuya. Hayatımın en güzel yanılsamasının bir hatırası gibi. Çok güzel şeyler anımsatmaya çalışıyor ama görüntüler oluşmuyor kafada bir türlü. En güzel günlerin bir özeti gibi. Anımsamaya çalışmıyorum, sadece özlüyorum usul usul. Gülümsüyorum yine.

Bir efes dark daha içmek istiyorum. Yemek yemek de istemiyorum aslında. Pişireyim ve içeyim.

And the truth is, I miss youuu”. Cold Play devam etse böyle, sonsuza kadar.

27 Mayıs 2007

Keman


Cuma günü sınıfa keman çaldım. Hiç böyle bir sınıfım olmamıştı; ya da ben yaşlanıyorum, kontrolü yitiriyorum. Neyse. Dönem başında yapılan geyikler sırasında ne seversin, ne oynarsın, ne okursun, ne çalarsın muhabbetlerinde kendimi elevermiştim. Her zaman olduğu gibi. Bize de çalar mısınız? diye sormuşlardı. Tabi, tabi demiştim, her zaman olduğu gibi. Dönem boyunca bunun muhabbeti bitmedi. Ya, lafın gelişi söylenmiş bir şeydi bu, şimdiye kadar sınıfa keman getirmişliğim yok. (Ne doktorlar mühendisler istedi de gitmedim)

Cuma günü kemanı götürdük sınıfa. Ama ne heyecan kardeşim! Sanki jüriye çıktım. Kelimenin tam anlamıyla zangır zangır titriyorum. “Ya çocuklar ben çok heyecanlandım.” Ama gerçekten de öyle. Ellerim öyle bir titriyor ki nota basamıyorum. Hepsi susuyor. Ben elimde keman, gözlerimi kapayıp bir süre bekliyorum. Sonra bir şeyler çalıyorum. Çalarken dalga dalga gelip giden bir heyecan akıntısı. Çok ilginç geliyor. Normal normal çalarken aniden yükselen ve sonra tekrar geri çekilen bir şeyler. Bitiyor. Harika bir alkış geliyor. İlk defa sınıfta herkes samimi. “Hocam sizi çektik, you-tube’a vericez, hit olacaksınız hocammm”. Herkesi caydırıyorum.

Çok uzundur kimseye çalmamıştım, sanırım ondan oldu. Aslında pek sevmiyorum, yalnız çalışmayı seviyorum. Bir de bu kadar heyecanlanmak huzursuz ediyor beni, yoruyor. Adrenalin vurgunu oluyor. Resmen yüzüm uyuşuyor.

Bir sürü güzel şey duydum Cuma günü. Bir sürü, bir sürü. Ver gazı, coştur kazı. Hehe.

Ben bu abdestle altı ay namaz kılarım.

marruu

24 Mayıs 2007

Göz-askı

Burcu didikledi, yazalım o zaman.

Bir bahtsızlık yaşadım orta ikideyken. Akıllara zarar. Bir Cumartesi akşamı. Kış; hava çoktan kararmış. Annem bir alt katımızda oturan büyük teyzemde, sekiz kadın aynı odaya doluşmuş konken oynuyorlar. Ben de evdeyim. Kış dedik ya, balkona çamaşır asmak mümkün değil. Hatta o zamanlar Ankara’da okulların hava kirliliği nedeniyle tatil olduğu zamanlar. Dolayısıyla bizim koridorda bir baştan bir başa üç ip. O gün ipte çamaşır yok. Ben küçük tuvalete gidiyorum; bir şey almam gerekiyor. Orta iki dediysek bir şey zannetmeyin; ışıklara yetişmek benim için hala bir rüya. Zıplıyorum, ışığa vurup yere iniyorum ama yakamıyorum. Gözüme bir şey batıyor. Pek acımıyor aslında, çekip çıkartıyorum. Elime bir ıslaklık geliyor, anlamıyorum. Koşarak annemlerin odasındaki aynaya gidiyorum. Gözümden kan akıyor.

Korku mu dediniz? Hayatımda bu kadar korktuğum azdır. Hemen alt kata koşuyorum. Kapıyı açan konkenci benden çok bağırıyor. Ben bir yandan ağladığım için gözümden akan şeyin artık ne olduğu belli değil. Annemin paniğini anlatmama gerek yok sanırım. Hemen hastaneye gidiyoruz. Nöbetçi göz doktoru babamın öğrencisi.

“Hocam ne oldu?”

O ana kadar kimse ne olduğunu sormamış herhalde ki, herkes bana bakıyor. Olan şu: Annem ütüleyeceği pantolonları elbise askısına asıyor. Sonra da askıyı ipe atıyor. Asmıyor ama, pantolonlardan ipe atıyor. Yani askının üst kısmı tam ters dönmüş şekilde. Tavana bakar halde. Ucundaki plastik düşmüş, olmuş bir kanca. Tuzak kursan bu kadar olmaz. Ben zıplayıp aşağıya indiğimde kanca gözüme giriyor.

Doktor bir aletle gözümü inceliyor. Bu arada gözüm şişmiş, morarmış, korkunç bir halde. “Hocam, gözde hiç bir şey yok, sadece kapağı yırtmış.”
Bizimkilerde hiç ses yok.
“Hocam, inanılır gibi değil, bir milimetre aşağıya girse gözü yırtacakmış.”
Babam sersemlemiş. “Mucize,” gibi bir şeyler geveliyor.
“Hocam, tanrı var galiba,” deyip gülüyor adam.
Babam da, “galiba,” gibi bir şeyler söylüyor. Eve dönüyoruz.

Bu konu yıllarca anlatılıyor. Dinleyen kişilerde açık bir şaşkınlık; nasıl olur, hangi gözün, hiç belli olmuyor filan.(Hayır, ne belli olacak, onu da anlamış değilim). Yıllarca gerzek bir prim yapıyorum bu bağlamda. Sizin hiç gözünüze askı girip de gözünüzü çıkartmadığı oldu mu minvalinde dönen bir “allah muhafaza” anısı oluyor.

O nedenle de dün gibi hatırlıyorum her bir ayrıntıyı.

Bakın, gene yaptım primimi. Sağolasın Burcu.

18 Mayıs 2007

Ah Ilgaz

Garip bir sessizlik vardı annemlere gittiğimde. Kavga değildi bu sefer, başka bir şey vardı. Annemin yüzü bembeyaz, Ilgaz hiç konuşmuyor. Annemin yüzüne bakıyorum, “ah, sorma,” diyor. “Ben içerideydim, güm diye bir ses geldi. Aynı anda bütün sigortalar attı. İçeri koştuğumda Ilgaz korkuyla üzerime atladı. Makası üçlü prize sokmuş.”

Bir an bayılıcam sandım. Karnımdaki bütün kelebekler havalandı. “Anne ne diyorsun?” diye kekeledim. “Kızım, valla nasıl oldu anlamadım,” dedi ve ağlamaya başladı. “Anne sakin ol, nereden bilebilirsin ki, olur böyle şeyler,” deyip sarıldım. Zavallı kadın, aklını kaçıracakmış neredeyse. Sınırdan dönmüş. Allahtan makasın ucu plastikmiş.

Ilgaz’a gelince... Aldım kucağıma, salona gittim. “Yanlış olduğunu bile bile yaptım,” deyip ağlamaya başladı. “Annecim, ben neden yaptığını anlayamadım, sen çok küçükken bile elektrikle oynamaman gerektiğini biliyordun.” Koca adam gibi, “biliyorum, neden yaptığımı ben de anlamadım,” diye ağladı durdu.

Daha fazla üstelemenin anlamı yoktu. Merak etmiş, bile bile yapmış, korkudan yüreği yarılmış ve artık kuyruğu bacaklarının arasına kısılmış bir kedi gibi, çektiği sıkıntıdan kurumuş bir şekilde maru curu ediyor.

Bırak miso, sarıl sadece.

Sarıldık zaten, öptük bol bol.

Kendi kendini pakladı sıpa.