28 Aralık 2006

Bir anı

6 Kasım 1997. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesindeki binamızın bodrum katındaki, asla açamadığımız vasistas camlarla havalanıp aydınlandığımız sınıfımızdaki öğleden sonraki dersime geldiğimde zaten ortalık polis kaynıyordu. Binaya girdiğmide koridor boyunca yürüyen/koşan yüzü maskeli, ellerinde beyzbol sopası uzunluğunda tahta sopalar bulunan erkek öğrenciler gördüm. Koridorda toplam 3 sınıftık. Öğretmen arkadaşlardan biri ders başında kapısını kilitler, 4 saatlik dersini 2.5 saatte öğrencilerini hiç bırakmadan yapar, sonra da çekip giderdi. Derse geç kalan adam o günü tamamen kaçırırdı.
İlk dersimi yaparken üst kattan koşturma sesleri geldi. Koridora baktığımda o arkadaşın 2 öğrencisini bekler halde gördüm. "Hocam, olay çıktı, hoca bizi içeriye almıyor, yukarıya da çıkamıyoruz, çaresiz kaldık," dediler. Girin benim sınıfa dedim. "Ben bir yukarıya bakıp gelicem, sınıftan çıkmayın, kapıyı kilitleyin, gelince açarsınız," dedim. Üst kata bir çıktım ki, maskeli çocuklar kapılara barikat kurmuş, ellerinde taşlarla bekliyorlar. Hemen aşağıya indim, sınıfa girdim ve çocuklara durumu anlattım. Bu arada öğrencilerden birinin sınıfta olmadığını farkettim. Bu çocuk Gazi'den ayrılıp Ankara Üniversitesine gelmiş yaşı daha büyük bir çocuk. Biraz da fevri bir tip. Sinir oldum tabi, "yok yere başına bir şey gelecek, ben çıkma demedim mi?" filan diye söylenirken koridorda görüp içeri aldığım o iki çocuğa takıldı gözüm. Tipler hala palto, atkı, bere oturuyorlar.
"Oğlum siz niye böyle oturuyorsunuz?" "
"E naapalım hocam?"
"E polis girerse ben nasıl herkes benim sınıfımdan diycem? Soyunsanıza."
"Soyunalım mı hocam?"
"Oğlum salak mısınız, paltolarınızı çıkartsanıza, neyi soyunacaksınız?"
"Ay pardon hocam."
O sırada koridorda koşturma sesleri duyuldu. Koşan kişi bizim sınıfın kapısı dahil bütün kapıları denedi. Daha sonra daha çok ayaktan çıktığı belli olan koşturma sesleri duyuldu ve kapımız çalındı.
"Kim o?"
"Çevik kuvvet, açın."
Kapıyı açtığımda gerçekten de kapı kadar bir adamla karşılaştım. Bir de üzerinde kabarık siyah plastikten bir şeyler, adam devv gibi.
"Ben hocayım."
"Siz mi?"
"Evet..." (Beğenemedin mi? Boyla mı oluyor bu iş, kuş kafa)
"Bunlar sizin mi?" (Öğrencileri kastediyor)
"Evet."
"Hepsi mi?"
"Evet."
"Emin misiniz?"
"Evet." Suratına baktım. (yusuf hafiften geldi) Başka diyecek hiç bir şey yoktu. İyi, dedi son olarak. O iki tip sappppsarı olmuş, köşelerinde oturuyorlar. Alınları boncuk boncuk terlemiş. Paltolarıyla kalsalar alıp götürecekti polis, eminim yani. Polis çıktıktan sonra bir süre hiç konuşmadan oturduk. Bir kız öğrenci çok heyecanlandı, ağlamaya başladı. Sonra yavaş yavaş gevşediler, konuyu yorumladılar filan. Tipler daha 17 yaşında, bir çoğu ailesinden yeni ayrılmış, ödleri kptu tabi. O iki öğrenciden halâ çıt çıkmıor. "Bunaldıysanız üzerinizdekileri çıkartın," dedim.Aval aval baktılar suratıma. "Hocam soyunalım mı gene?" demez mi bir tanesi. "Oğlum daha neyini çıkartacaksın, şaka yaptım," dedim. Öbürü daha bir kendinde, paltoyu çıkarttıkları için hala orada olduklarının bilincinde, "hocam çok sağolun, siz söylemeseniz valla aklımıza gelmezdi. Kendi hocamıza yalvardık, bizi içeriye almadı, biz de o şaşkınlıkla burada ne yaptığımızı bilemedik," dedi.
Tekrar yukarı çıktğımda her tarafta cam kırıkları vardı. Cam kapılar kırılmış, kolçaklı sandalyeler hasar görmüş, her taraf birbirinde. Tabi insani hasarın boyutlarını bilemiyorum, hiç bir zaman da öğrenemedim.
Beni üzen tek şey kapıyı içeriden kilitleyip içeri girmeye çalışan çocuğa açmamak oldu. Açsam kurtarmam mümkün olmayacaktı, polis hemen arkasından aşağıya inmişti çünkü; benim sınıfıma girdiğini mutlaka göreceklerdi. sonra beim sınıfa girip o çocuğu KİBARCA dışarıya alacaklardı. Hiç bir şey görmedikleri halde bu kadar terörize olmuş çocuklar, muhtemelen 1 hafta kendilerine gelemeyeceklerdi. Belki benim sınıftaki öğrencileri, hatta hoca olduğuma ihtimal vermedikleri için beni bile hırpalayacaklardı.
Hiç bir şey yapmayan çocukları korkyabildiğim için iyi bir tecrübe, o çocuğun koridorda kendisinin iki katı biri tarafından sürüklenerek götürülmesini seyretmek zorunda kaldığım için kötü bir anı olarak kalbime kazındı.

27 Aralık 2006

Uçaaak

Hiç bir zaman bayıldığımı söyleyemem. Hatta küçükken daha bir rahatsız olurdum. Özellikle de iniş ve kalkış sırasında. Bu yaz bindiğimizde korkumu Ilgaz'a öğretmemek için gayet sakin bir şekilde oturdum yol boyu. Tabi o da baktı ki herkes rahat, dışarıyı seyretti, ikram edilen herşeyi silip süpürdü, vır vır konuştu ve olaysız bir şekilde ilk yolculuğu tamamladık.
Bu cumartesi kız kardeşim için verilecek yemeğe katılmak için bir günlüğüne Kıbrıs'a gittim. Pazar günü de annem ve babamla birlikte geri döndük. Esenboğa havalimanına gittiğimde büyülendim. Harika olmuş. Bir kere artık hiç kimse uçakların durduğu yere inip koşturmuyor. Herkesin çıkış salonu var. O salona körük yanaşıyor ve salondan direk körüğe geçilip uçağa biniliyor. İkincisi havalimanı personelinin tavrı. Son derece pozitif olmuşlar. X-ray cihazından geçerken vik vik öttüm. Bir kere daha geçmemi rica ettiler. Gerçekten de rica ettiler. Sonra da "endişelenmeyin, sanırım fermuarınız öttü," dediler. Ben pek endişelenmemiştim ama pek kibardılar. (Ya da kokoş saçlarım, kırmızı ojeli ellerim koştu imdadıma:) bilemiyorum)
Uçak kalktığında da her şey yolundaydı. Fakat yaklaşık kırk dakika sonra muhtemelen basınç değişikliğinden başıma korkunç bir ağrı saplandı. Hemen arkasından da bir o kadar korkunç bir mide bulantısı. Şakır şakır terlemeye başladım. Ama nasıl bir terleme, resmen aşağıya süzüldüklerini hissediyorum. Zaten yüzüm korkunç bir durumda; elimdeki mendille yüzümü silip duruyorum. Kusucam zannettim ve kesekağıdını alıp beklemeye başladım. yanımdaki genç adam da (üniversite öğrencisiymiş) "korkmayın, bir şey yok," deyip duruyor. "Korkmuyorum, tansiyonum düştü sanırım," diyorum. O halâ "korkmayın, korkmayın, 10 dakika içinde inmiş olacağız," diyor. "Korkudan değil, midem bulandı," diyorum. "Bilirim, ben de korkmuştum bir seferinde çok FENA," diyor. Tip muhtemelen halâ çok FENA korkuyor, korkusunu bana doğru sıçratmaya çalışıyor. Uyuz oldum. Hayır laf yetiştirmeye çalışırken beovv diye suratına kussaydım ne olurdu merak ediyorum.
Sonra ben de huylandım aslında. Ya korkudan oldu da ben mi bastırdım diye düşündüm. Pazar günü geri dönerken ne korku, ne bulantı, ne ter. İnsan evladı gibi bindik döndük. Belki de korkma fırsatım olmadı pek. Malum, babamla bir yere gidince sürekli yapacak bir şeyler oluyor. En azından mutlaka bir şeyler konuşuruz filan. Belki de korktum, ama hissetme fırsatım olmadı.
Neyse, sonuçta son derece başarılı (kendi standartlarıma göre) 2 uçuş geçirdiğim çoook yorucu bir hafta sonu oldu. Bir süre böyle düğün, yemek gibi sosyal ortamlarda bulunmak istemiyorum. Çekirdek aile veya çekirdek arkadaş grubu kâfi gelecek bir süre.
Lütfen çekirdek kalalım bir süre yaa
Yalvaran miso

24 Aralık 2006

Kadın kadına :)

Cuma gecesi uzundur görmediğim insanları gördüm; pardon kadınları gördüm. Eski çalıştığım üniversitedeki arkadaşlardan biri "gece bizde toplanıyoruz, sen de gelsene çok özledik," dedi. Sevindim tabi; sevinmem mi, hatta direk şımardım. "Çok sağol, oğlan arızalanmazsa gelirim," dedim.
Akşam olunca ruh halim değişti tabi. Cuma günleri farklı oluyor. Hafta bitiyor, sabah yine efendi paşa tarafından yedi sularında uyandırılsak da fırlayıp kalkmak zorunluluğu olmuyor filan. Bu yüzden gece biraz daha oturup, otururken de bir şeyler içme fırsatı oluyor. Hem sabah başım ağrırsa geçirmek için yeterince zaman da oluyor :) (migrenli miso)
Neyse, akşam oğlan uyumadan önce, "ya acaba gitmesem de hem bir şeyler okusam, okurken de bir şeyler içsem, güzelleşsem," diye düşündüm bir ara. Oğlan uyuyunca, "bu kadar insanı bir daha bir arada göremezsin, kalk git, bir çay daha alabilir miyim, ay bunu nasıl yaptın, ben margarin koymam ama, ay bir çimdik," filan gibi muhabbetlere kendimi hazırlayarak arkadaşın evine yollandım. Kapıdaki güvenlik daha beni görür görmez, "xxx hanıma mı geldiniz?" dedi ve beni eve yönlendirdi. Evden girmemle önyargılarımın tamamen benim kabızlığım olduğunu gördüm. Çay may yok. Masa meze dolu. Hatunlar içmiş güzelleşmiş bile. Herkesle sarıldık öpüştük, alkolün etkisiyle normal zamanda ekstra haz etmediğim tiplerle bile hasret giderdik. Nasılsın, kakara kikiri derken ev kadınlar hamamına dönüverdi. Cidden bir kadınlar matinesinin tam ortasına düşmüş gibi hissettim kendimi. Ha MTV klipleri, ha arkadaşın evi. O ne danslar, o ne figürler... Apıştım kaldım. Hayır tekno tarzı şeyler çalıyor ve tipler birbirleriyle dans ediyorlar filan. Ya çalışıp gelmiş gibilerdi. Fantezilerin kralı oldu. (hehe) Bir tek kostümler eksikti; bizim hanım kızlarımızın ne marifetleri varmış da haberim yokmuş. En az bir saat hiç oturmadan dans etti tipler ve çok da güzel dans ettiler. Birisi bana böyle bir şey anlatsa samimi söylüyorum inanmam. Son derece absürd bulurum. Ama sanırım sebebini biraz sezebiliyorum.
Kadınlar birlikte olduğunda acayip rahatlıyorlar. İnanılmaz derecede rahat davranmaya başlıyorlar. Bunu gördüm o gece. Benim için durum farklı. Ben diğerlerinin tam aksine karma ortamlarda daha rahat davranıp, bu tarz sırf kadın ortamlarında geriliyorum. (Zaten onlar dans ederken ben elimde içkim andavallı gibi tipleri seyrettim) Bu tiplerin bir çoğu ortamda erkek olduğunda oynamaları gerekeni karakteri oynayıp, en ufak bir müstehcenlikte utanıp, birbirleriyle basmakalıp muhabbetler eden tipler. Ama ortalıkta oynayacak biri kalmadığı anda da böyle zıvanadan çıkıverdiler işte. Bence o geceki dansların hemen hepsi anlatılabilecek fıkralardan çok daha müstehcendi. Bilmiyorum bunu birbirleriyle konuşurlar mı? Ama cidden incelenmesi gereken bir şey bence.
O gecenin özeti, "ne kadar eğlendik, değil mi şekerim?" değil bence.
Evet, çok eğlendiniz, hatta bunu daha sık yapın da içinizdeki sizi görün. Süper olur o zaman işte.

20 Aralık 2006

Hayatın Anlamı

Hayatın anlamı nedir?
Şudur:
Oğlana sürekli ellerini yıkadın mı, lütfen ellerini yıkayıp sofraya otur demektir.
Her akşam sektirmeden mızıdığı için ilginç bir konu bulup akşam yemeğini piç etmemektir. (Ağladığı zaman çarpasım geliyor)
O akşamın yemeğini yerken ertesi günün yemeğini düşünüp onu ayarlamaktır.
Sonra o günün bulaşığını toparlayıp makinaya koymaktır.
Bu arada ocaktaki yemeği karıştırmaktır. Bir ara ocağa su koymaktır; ki kahve servisi yapılabilsin.
Daha sonra oğlanın yapılacak işlerini yapmak, kıyafetlerini ayarlamaktır. Sonra onu uyutmaktır. Sonra varsa ütüyü yapmaktır. Can kaldıysa makineyi yerleştirirken mutfakta yere dökülmüş yağları temizlemektir. Can kalmadıysa ertelemektir.
Oğlan uyuduysa internete girip sevdiğin bir kaç sayfayı okuyup, her gün ümitle mail geldi mi diye bakıp, beklenen maili göremeyip üzülmektir.
Eve getirdiğin sınavları okuyup ders hazırlamaktır.
Ertesi sabah oğlan bir kaplumbağa hızıyla hareket ederken onu yedirip, giydirip, servise yetiştirmektir.
Bu süreçte sürekli kıçından solumaktır.
Sonra sade sabah kahvesini içmektir ve gazeteye 15 dakika bakmaktır.
Derse gidip ayda 5 milyar akıtılıyormuş enerjisiyle hoppada zıppada hiç oturmadan 4 saat ders yapmaktır.
Dersten çıktıktan sonra koşarak özel derse yetişmektir.
Sonra eve gelip sil baştan yapmaktır.
Karşı taraf için hayatın anlamını yazmayacağım. Bu konuda ne yazmak, ne konuşmak, ne de bir şey talep etmek istiyorum artık.
Bu yazıdaki en güzel şeyi bulun lütfen :)
Yorgun miso

18 Aralık 2006

İkinci Bölüm

Tabi ben havaalanına gitmediğim için olayların geri kalanını bilmiyorum. Eve geldiğinde eşim anlattı. Havaalanının kapısında durunca babam "yürüyecek çok mesafe yoksa ve içeride oturabileceğim bir yer varsa boşver sandalyeyi, gidivereyim ben," demiş. Muhtemelen, sokmuşum sandalyenize, işte böyle yürürüm diye inat etti canım keçim. Eşim de, pek fazla mesafe olmadığını söylemiş ve hemen içerideki dinlenebileceği yerleri işaret etmiş. Koltukları gören babam inmiş arabadan annemle ve X-ray cihazına gelmişler. Tabi gerisi komedi.
"Amca bu öttü, üzerinizde metal mi var?"
"Oğlum benim bacağım protez, o ötmüştür."
"Protez metal mi oluyor amca?"
"Bildiğin demir işte."
"Çıkartabilir misiniz?" (oha)
"Yok çıkartamam, takması bir dert, çıkartması ayrı bir dert."
"Amca belki baston ötüyordur, onu bırakarak geçseniz bir daha?"
"Oğlum bastonsuz yürüyemem ki ben..."
Ay cidden sinir krizi geçirmek üzereyim. Belki de el çantalarımızı koyduğumuz cihaza yatsaydı babam bu kadar problem olmayacaktı. Ya adamcağızın mongolla imtihanına dönüştü topu topu bir saatlik yolculuk. Neyse, en sonunda geçmişler aptal ordusunun arasından ve uçağa binmişler.
Akşam konuştuğumda babamın sesinde bir kırgınlık aradım doğal olarak, ama yoktu. Alışmış olduğunu düşünüyorum artık. Hadi babam olgun bir insan, ya bacağını kaybetmiş olmayı hazmedemeyen bir insanın başına gelse bu durum? Onun yarasını kim saracak? Organ kaybetmek kolay bir şey değilmiş. Tıpta bu başlı başına bir olaymış. Babam bir dizi ameliyat olurken biz de psikiyatristlerle görüşmüştük. Malum, nasıl yardımcı olacağını bilmeli insan, kaş yaparken göz çıkartmamalı. Babam hala kesik ayağının parmaklarının kaşındığını söylüyor desem? Ya da olmayan ayağının başparmağına saplanan korkunç acıyla aniden yerinden fırladığını söylesem?
Havaalanında infial yaşanabilirdi. O günün en büyük şansı benim orada olmamamdı bence. Cidden kendimi kaybederdim. Gönül ister ki babamın bastonunu kapıp o aptalları bir temiz zopalayabileyim; muhtemelen yapmazdım ama eminim herkesi başımıza toplayacak kadar bağırıp çağırırdım. (Sonra da babamdan bir temiz zılgıt yerdim, ama değerdi)
Bütün bunlar sanırım beslenme yetersizliğinden oluyor. Veya kötü yetişme koşullarından. Kötü niyet aramak istemiyorum; bu kadar kötü niyetli insan aynı kurumda çalışıyor olamaz. Ne yazık ki pek düzeleceğe de benzemiyor; hiç umudum yok benim.
Ama yapmasınlar böyle ya; insanın kalbi kırılıyor, beddua edesi geliyor şöyle ağzını doldura doldura.
Umutsuz miso

17 Aralık 2006

Doktor Raporu

"Beyefendi iyi günler, ben bugün xxx uçağınızla xxx'e uçacağım. Yalnız bir sorunum var; ben yürüme özürlüyüm. Havaalanında bana bir tekerlekli sandalye ayarlayabilir misiniz?"
(Ben de o sırada içeride Ilgaz'la oyalanıyorum. Babam karşıdakini dinledikten sonra şöyle devam etti)
"Abim, üç saat sonra uçak kalkacak, bugün pazar, ben nereden doktor raporu bulayım şimdi size?"
---
"Benim bir bacağım yok, bunu size gösterebilirim, doktor raporuna ne gerek var? Zaten ben de doktorum."
Ben artık lafın bitmesini beklemedim ve babamın yanına gittim. Ilgaz benim yay gibi gerildiğimi farketmiş, gözlerini bana dikmiş, çıt çıkarmadan duruyor.
"Hay allah, kesildi," dedi babam.
"Ver babacım o telefonu sen bana," dedim ve içeri gittim. Aradığımız numara Atlas Jet'in call center'ı (ya pardon, bunun Türkçe'sini bilmiyorum) Bu sefer bir bayan çıktı telefona. Ben olayı tekrar izah ettim ve anlayış göstermesini bekledim. "Ama hanfendi, doktor raporu olmadan tekerlekli sandalye..."
"Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Adamın bir bacağı yok, bunu görmek için pantolonuna bakmanız yeterli, doktor raporunu ne yapacaksınız?"
"Ama hanfendi.."
Hanfendiyi de, seni de, sülalenizi de (allahım niye erkek değilim? Hiç olmazsa belli zamanlarda?) "Siz bana Esenboğa numaranızı verir misiniz?"
"xxx..."
İyi günler bile demedim. Haketmedi zaten embesil. İyi günler ben Sibel, nasıl yardımcı olabilirim demekle olmuyor bu işler. O ezber laflar adamın yüzünde asılı kalıveriyor işte böyle. Esenboğa'yı aradım ve bu gerzeklerin dediği hiç bir şeyi demediler. Sadece biraz erken gitmemiz gerektiğini söylediler, o da işlemlerde öncelik tanımak içinmiş.
Şimdi bu call center'daki tiplerin uyuzluğu mu, yoksa firma zevzekliği mi bilemedim. O insanlara ait bir şey olsa hepsi aynı şekilde konuşmaz gibi geldi bana. E firma zevzekliği olsa Esenboğa'daki tipler nasıl oldu da böyle hemen yardımcı oldular, onu anlayamadım.
Babacım on kere "ben yürüme özürlüyüm, yardıma ihtiyacım var," demek zorunda kaldı, ona yanarım. Bunu bize bir kere bile söylememiş adamı zkindirik bir durum elli kere söylemek zorunda bıraktı. Yüzü düştü. Ne hakla yahu, ne hakla?
İllet olmuş miso

14 Aralık 2006

Öfke ve Migren

Öfke migreni azdırıyor; öfkelenmeyelim canım kardeşim. Bugün (12 Aralık'da aslında) aniden gelip vuran dalgadan sonra 2 ağrı kesici almama rağmen ancak 2 saat sonra kendime geldim. Kendime geldiğimde de reçel gibiydim; ağrı kesicilerin böyle bir etkisi var üzerimde :( Aynı öğretmenler odasında çalıştığım bir arkadaşla yaşadığım gerilimden sonra (gerilim dediğim de birbirimize resmen çemkirdik, ayy ne ayıp) kafamda zaten bir kaç saattir var olan vızıltı yerini gümbür gümbür bir migren ağrısına bıraktı. "Gümbür gümbür" ikilemesi tesdüfi değil; migreni olanlar bilir, benim de kafatasımın içnde her ne varsa (hepsi beyin olamaz, bu kadar büyük bir beynim olması imkansız, di mi Albert?) o anda dışarı çıkmak için duvarları zorlayıp durdu. Bu kadar azdığı zaman kendisini asla yalnız bırakmayan mide bulantısıyla birlikte tabi. Bir de gözlerim gitmek istedi çok. Çok enteresan, gerçekten de gözlerim çıkacak gibi hissediyorum. Bir de şaşı bakıyormuşum gibi geliyor. Hafif bir görüntü bulanıklığı oluyor.
Menapozda geçer dediler; yuh dedim. Nasıl olsa çocuğum da var, takımların bana lazım olan kısımları dışındakileri aldırsam mı acaba? Diğerlerinin yokluğunu kimse anlamaz nasıl olsa :)

13 Aralık 2006

Algı

Eyy algı, sen ne enteresan bir şeysin yahu! Aynı şey/olay/kişi, etrafında kaç insan varsa o kadar farklı ve belki de yanlış anlaşılabilir mi canım? Evet anlaşılır, hangimiz birbirimize benziyoruz ki demeyeceğim bile, hangi anımız bir diğerini %100 tutuyor desem yeter herhalde.
Engellemek mümkün mü? Ha, burada dur bakalım. Evet, mümkün, hem de sonuna kadar. İçimizdeki baykuşların besinini kestik mi halloluyor her şey aslında. Kafamızdaki mutluluk/sinirlik/hoşgörü/acımasızlık... vs uşaklarının beklediği kapıları açmak/kapalı tutmak kimin elinde? Bizim. SORARAK. Yoksa yanlış anlamaları engellemek mümkün değil. Ben öyle dediydim de, o da böyle baktıydı da, orada geçen adamın pantolon boyu şuydu da, zaten ben, zaten sen, o zın, zınn, zınnn...
Peki soralım da, nasıl soralım. Öyle elimizdeki sopayı yanımızdakinin böğrüne böğrüne NOOOLDU, NOOOLDU diye ittirerek değil. Bir kere! Tek bir kez sormak yeter. Neyin var? Şuyum var, ya da konuşmak istemiyorum, ya da bilmiyorum. Gerekiyorsa eğer ikinci soru: Benimle mi ilgili? Evet/Hayır. Bitti. İşte bu kadar. Konuşmak istemiyor olabilir, öylece durmak istiyor olabilir, ya da carala curulu kafanızı davul edene kadar konuşmak istiyor olabilir. Sormadan anlaşılır mı? Sorrmakk lazım, sorduktan sonra da karşıdakinin gözlerine bakıp cevabı beklemek lazım. Sonra da gelen cevaba inanmak lazım. Tek koşul dürüst olmak ve dürüst olunduğuna inanmak. Neden yalan söylesin ki? Zaten bir söyler, iki söyler; ya o yorulup adam olur, ya da sen bu yalan makinesinin sonsuza kadar zırlayıp duracağını anlayıp ilk yan sokağa sapıp vınnn diye kaçarsın.
Yeter ki sor, yeter ki dinle.

9 Aralık 2006

Kızılay lay lay

Uzun zaman olmuştu Kızılay'a böyle inmeyeli. Bir an utandım kendimden; etrafımdan, hemen yanıbaşımdaki insanlardan ne kadar uzak kaldığımı gördüm çünkü bu akşam.
Annemlere gittik ve oğlanı bırakıp çıktım ben. Bu gece ayrı ayrı programlarımız var. Ben Kızılay'a gideceğim çok canım biriyle buluşmaya. Geri dönüşte kuzen beni alıp eve bırakıcak. Neyse, otobüs bekledim 20 dakika. Ve dondum. Oysa hava o kadar da soğuk değil. Neden mi dondum? Beklemeyi unutmuşum. Evet, sanki anamın karnından arabayla doğmuş gibiyim şu anda.
Sonra annemlerin oradaki evlerden birinden temizlikten çıkan genç bir bayanla taksiye binip en yakın otobüs durağına gittik. Bana orada çalıştığı evin ne kadar güzel olduğunu anlattı. Bir de sürekli sıcacık deyip durdu. O kadar moralim bozuldu ki, anlatamam. Abla bize mümkün değil buralar filan dedi. Sadece tebessüm edebildim, diyebilecek hiç bir şey yoktu.
Allahtan sonra otobüste moralim düzeldi. Allahım memlekette bu kadar mı kro adam varmış, ne zaman sayıları artmış ben kaçırmışım ipin ucunu inanın. Arkamda duran iki tip az ilerideki koltukta oturan iki kız hakkında neler konuştular anlatamam. Dönüp bakamadım bile suratlarına; medusa gibi taşa döndürürler diye korktum. Sadece suratlarını canlandırmaya çalıştım gözümün önünde; uzun mamut dişleri, dudak kenarlarından aşağıya sızan tükürük partikülleri ...
Bir önerim var. Nasıl ki yardım hatları var, işte yüz bilmem kaç alo zabıta, bir diğeri polis filan, bence acilen alo maganda hattı filan kurulmalı. Hatta derece derece olmalı. O numarayı çevirdikten sonra magandalık dozuna göre bir takım numaralar tuşlamalı. Mesela 1 tuşlanınca maganda, 5 hıyar, 7 neandertal, en fenası 9 da kuduz tecavüzcü filan olabilir. Hoş, yardıma koşacak adamların klasmanı konusunda şüpheliyim ama, neyse artık.
Şimdi bir internet kafeden yazıyorum.
Eve geri dönebilmek umuduyla
Umutlu miso :)

5 Aralık 2006

Ablaaa

"Alo abla, sular kesik, sizde banyo yapalım mı?" Ablacım deli misin, tabii ki, hemen geliyorum sizi almaya."

"Ablaa, bak saçımın arkasını arada bir kontrol et, kötü olursa adama söyle, tamam mı?" "Ya ablacım, kötü olmaz, olursa ben adamı uyarırım, merak etme."

"Ablaa, bu gömlek iyi di mi? Hem kuaförden dönünce rahatça çıkartıp gelinliğimi giyebilirim." "Evet, çok iyi olmuş hakkaten, ama üşümez misin?" "Yok, yok, üşümem."

"Abla ya, duvağımı ters takmış salak, noolucak şimdi?" "Ters gibi görünmüyor, hem daha iyi durdu böyle, süsü daha belirgin oldu."

"Git bir bak bakalım makyajına, beğenecek misin?" "Olmuş ya, çok güzel olmuş, çok beğendim."

"Abla ya, geç kaldık fotoğrafçıya, noolucak şimdi?" "Ya olur böyle şeyler, bak ben stres oldum mu? Bir şey olmaz, korkma." "Sen ben üzülmeyeyim diye böyle davranıyorsun, biliyorum." "Hayır ya, kesinlikle öyle değil. Hem bugün pazartesi, başka randevu yoktur, korkma."

"Abla ya, saat kaç oldu hala almaya gelmediler. Gelin almaya 45 dakika geç kalınır mı?" "Gelirler ablacım. İstersen bir daha arayın."

Çok yoğun, çok konuşmalı, çok koşturmalı, çok bol gözyaşlı, bol kahkahalı ve danslı bir düğündü. Ne hissettiğimi tam olarak bilmiyorum. Bildiğim ve gördüğüm tek şey birbirlerini çok sevdikleri. Bu da zaten her şeyi denenmeye değer kılıyor. Tek isteğim mutlu olmaları. Ve huzurlu.

Belki sonra o mutluluktan ve huzurdan biraz da ben nasiplenirim.

mutsuz miso :(