28 Ekim 2008

Son bir iki gün


Dün itibariyle 36yı devirdim efendim. Baktım yüzüme, önce sabah, sonra da gece. Üzerimde farklı kostümlerle. Sabah ayna karşısına geçtiğimde okula gitmek için giyinmiştim; üzerimde cidden çok beğenerek aldığım yumuşacık bir kot ve çok sevdiğim siyah, işlemeli bir penye vardı. Beğendim sabah kendimi; takılarımı da böyle beğeniyle taktım. Güzel buldum kendimi, aferin miso dedim, kolay mı bak, yeni bir yaşa giriyorsun. Hoop, bir bakacaksın bir başka yeni yaşa girdiğin gün geliverecek, o bir yıl ne olduğunu anlamadan şıp diye geçivermiş olacak. Tadını çıkar. Bir yıl, bir yıldır. Zira Ilgaz doğduğundan beri ben zamanın nasıl geçtiğini gerçekten takip edemiyorum. Ilgaz’dan öncesinin ve sonrasının ritmi çok farklılaştı; bu saptamam çok saçma gelebilir ama ben hakikaten böyle hissediyorum.

Gece eve geliş sabahkinden farklıydı tabi. Bitap denilecek kadar yorgundum. Hem okul koşturmacası, hem cidden ağlatacak kadar dokunan ve etkileyen dost-öğrenci kaynaklı doğumgünü sürprizleri, hem de babamın hastaneden çıkarılma işleri... Ah bu baba kaynaklı sürprizler hayatım boyunca beni en çok hırpalayan şey oldu hep. İyi şimdi, ama zıplattı yine, çekiverdi bilinmeyen ve korkudan öldüren o sevimsiz boşluğa.

Gece diyordum, aynaya baktım diyordum laf karıştı. Evet, aslında gece gördüm bir kaç fazla beyazlık kafada, veya surattaki çizgi durumları daha netti. Olsundu, ben bugün insanların sevgisini ve ilgisini cidden yoğun bir şekilde hissettim ya, başka bir şeye gerek yoktu. Hem Cumartesi gecesi bir miktar içilmiş, bazı hesaplar kesilmiş, eskiler yad edilmiş, bol bol da ağlanmıştı kocayla. Edebiyle ama, koskoca yerde garson dışında kimseye çaktırmadan, usul usul konuşarak, kimi zaman sitem edip, kimi zaman da geçen yılların üzerimize yıktığı değişikliklere kızarak bir kaç saat geçirdik. O eski günleri özledik hep. Pazar sabahı kalktığımda sol gözüm bir uzun bir süre boyunca incecik bir çizgi halinde açılabildi. Sağ gözüm daha iyiydi. Bunu da anlayamadım tabi ki; sol gözüm daha mı içlenmişti de daha mı çok gözyaşı dökmüştü? Neyse, allahtan Pazartesi sabahı insana dönmüştüm tekrar.

Bakın ne çok işler yapmışım bir miso olarak son günlerde. Bir yaş büyümüş, blogu kapanmış, ettiği küfürler ve araya soktuğu hatırlı dostları işe yaramış da tekrar açılmış :), insanlar tarafından hatırlanmış, daha da önemlisi şımartılmış, bütün bir gece toplam altı aylık ağlanmış...

Çok şeyler halletmiş bir insanın rahatlığını taşımam gerekirken içimde tarifsiz bir hüzün, bir eksiklik hissi.

Anlamadım gitti.

marruu

16 Ekim 2008

Eh be Ahmet...


Şaşkınlık içindeyim. Çocukcağız diğerleriyle aynı yaşta ama gerek davranış, gerekse motivasyon bakımından fevkalade olmamış durumda. Ham bile diyemiyorum; çekirdek, nüve...

Hani okul bedava kurs açar da anneler bir iki şey daha öğrensin diye çocuğu Cumartesi ya da Pazar günü kursa yollar ya... Hani çocuğun da aklı-fikri-gönlü evin yanındaki toprak sahada futbol maçı yapan sümüğünü çeken, akanı aşortmenine silen arkadaşlarındadır ya... Hani dersten bir kelime öğrensem günahın en büyüğüne girerim edasıyla ya sürekli konuşur ya da uyur ya...

Yaa, bu çocuk böyle işte. Kelimeleri yanlış okumayı marifet saymaktan tutun da, bir satır ödev yapmamaya, hangi alıştırmada olduğumuzu takip etmemeye, gözlerini kapatıp uyur numarası yapmaya kadar bir sürü oyun mevcut kendisinde. Vır vır vır konuşmasını hiç saymıyorum. Nasıl olup da burada olduğunu anlamış değilim. Tembeli vardır, uyumsuzu vardır, mutsuzu vardır, ve hatta psikiyatrik problemleri olanları da vardır. Ama bu çocuk cidden Ulus'taki bir kıraathaneden yanlışlıkla buraya ışınlanmış gibi.

Bugün çene çaldığı arkadaşlarını dışarı çağırdım ve, “arkadaşlar bugün 16 Ekim, ve ben Ahmet’in gelecek sene bir kere daha hazırlık okuyacağını şimdiden öngörüyorum. Siz de buna çanak tutuyorsunuz. Kendinizi kurtaracaksınız ama o buraya çakılıp kalacak ve ciddi boyutta yaşadığı motivasyon sorunu gelecek sene korkunç bir hale gelecek,” dedim. Tipler dumur oldu. Tamam hocam, dediler, halledeceğiz.

Nasıl bir şeydir bu, bilemiyorum. Yıllardır ilk defa bir öğrenciye böyle hayretle bakıyorum. Sanki geçen sene ölümüne çalışıp bu okulu kazanan o değilmiş gibi. Bir insan eline geçen fırsatı nasıl bu kadar aldırış etmeksizin, bu kadar maganda bir şekilde, tam inek şaban halleriyle harcar ki?

Hiç komik değil. Ve çok da sıkıcı.

pıhhh

8 Ekim 2008

İki ruh halli yazı


Siz eve geçin, ben bir iki şey alıp geleyim Migros’dan. Demiştim. Günlerden pazardı. Tatili kapatıyorduk ya artık, hazırlıklı olmak lazımdı. Cidden aklımda bir iki şey vardı. Bir iki şey oldu sana üç torba nevale. Tam çıkıyordum ki, karşımda Çoban! Yanında elf kızı Deniz. Arabada da eşi. Ben bir sevinç, ağğğ Çobağnn... Kızcağız neye uğradığını anlamadan tek dalıp bir künde, hoop sarılıverdim. Yazık, sonra anladı Miso olduğunu. Ve fekat, ben o sırada onu bırakmış, arabanın içinde oturan Deniz’e doğru seyirtmiştim bile. Ona bağırmadım ama, usulca konuştum. Deeniizz, canııım, nasılsın güzel kızım? Deniz bana hiç yüz vermedi. Az önceki sahnenin etkisi olmuştur bir miktar herhalde. Sonra eşiyle tanıştık; kızmadı bana sayın bay, memnun oldum dedi gülümseyerek ve içten bir şekilde gülümseyerek; anladı galiba Çoban’la kızı sevdiğimi. Uzattım bak, ama sevindim yani, Bahar şenliğinden beri görüşmüyoruz sonuçta.

Bugün de Çarşamba. İki gün sonra Burcu geri dönüyor. İçler sızım sızım. Pazartesi gecesi Ilgaz’cım “teyzenin uçağı kaçta?” dedi. Dedik 12 ya da 2, tam bilmiyoruz. “Havaalanına gitmek zorunda kalmadığımıza çok seviniyorum,” dedi. Dudak büzüldü, çeşme açıldı. “Çok kötü oluyorum ben orada, dayanamııyorum.” Sarıldım, ben de ağladım. “Alışıyoruz böyle gelince, gidince fena oluyor,” dedi bir de. “Neyse annecim, bak bir yıl kaldı, belki teyze daha erken gelip işini filan ayarlar,” dedim. “Keşke,” dedi. Büyük insan gibi konuştu. Büyük insan gibi hüzünlendi. Canım insan, kocaman olmuş oğlum benim, sızısını paylaşıyor.

Burcu, canım, okuma sen bunları, ağlarsın yine işyerinde, gülerler sonra sana.

marruu