31 Ağustos 2006

Gecenin büyüsü

Gecenin enteresan bir etkisi var üzerimde. Hem sonuna kadar içine gömülmek istediğim, hem alabildiğince hızlı bir şekilde kaçmaya çalıştığım. Kaçmaya çalışmak tamamen fiziksel kaygılardan kaynaklanıyor aslında. Uyumam lazım, yoksa eşşeğin önde gideni oluyorum; huysuz, hırçın, çocuk gibi. İçine gömülmek isteği de büyüsünden dolayı. Fırsat veriyor insana; içme fırsatı, düşünme fırsatı, özleme-özlemediğini farketme fırsatı, sevişme fırsatı...
Bazen korkunç özlüyorum, başa çıkılamaz derecede. Hele ki okuduğum şeyler iyice kaldırıyor kabuğunu yaranın. Doğru olduğuna inanmak istediğim ve artık galiba inandığım şeyler okumak... Örneğin bir 10 dakika kendime... Ağlamak iyi geliyor o anda, zaten zaptedilmez oluyor, durduramıyorum. Evet, o anda iyi geliyor ama ertesi gün Japon büyükelçisinin zevci gibi oluyorum. Gülen yumuk gözler. Neyse ya, beni rahatsız etmiyor, seveni de var sonuçta :)
Bir de böyle gecelerde istiyorum ki her istediğim olsun. Hem de hemen olsun. Telefon ettiğimde cevap alabileyim. Olmadı mı, eşeğin önde gideninden de beter oluyorum. "Evlerden uzak, dağlara taşlara vuralım allah başa vermesin"lerden oluyorum. Kendimi yere atıp ağlayasım geliyor sinirden ve hayal kırıklığından.
Ya ne şımarığım ya. Ayıp be. Yolun yarısına geldik hala zarala zurulu. Bir efendi ol, adam ol, di mi? Hanım hanım ol, bak ayıplarlar, kınarlar sonra diye düşün. Yok efendim, bizde hiç yok bunlardan, varsa da bitmiş tükenmiş çoktan.
Sanırım arsız bir misokedi olmam da bundan
:)=

28 Ağustos 2006

King oynamak

Ben ve kuzenin eşi battık dün. Olabilir, hiç bir şekilde üzülmedim. Yalnızca ben de batabilirdim. Extreme sports gibi bir şey oldu. Bırakın kağıt saymayı, ceza puanlarını bile unutmuşum. Bir de üzerime efsanevi şanssızlığım çöreklendiğinde battım sonuçta. Mecburi kozlarda en uzun kağıt 5, en büyüğü vale oldu. Ya da el almazlarda kraliyet donanması gibi eller doldu. Ne gammm! Oynamak bile yetti. Son iki veya Rıfkı oynarken parmaklarımın uçları karıncalandı. Oğlan da yanımda, "sen al annneee, sen al anneee," diye bağırıp duruyor, ben zaten heyecandan bayılmak üzereyim, kuzen yandan "evet, evet annen alsın," diye uluyor, eşim arkamda arada bir yardım ediyor. Ohhh, ikisini de yemedim. Zaten ölçüm o ikisini yememek. Bu kadar heyecanlanılır mı ya? Oyun bittiğinde tatlı bir yorgunluk, hafif bir sersemlik sardı her yerimi. Ya utanmasam başka bir şeyle karşılaştırıcam.
King oynamayı çok özlemişim. Keşke başkaları da öğrense de oynasak.
Mesaj yerine ulaşır umarım.
:)

24 Ağustos 2006

Çaresizlik

Hep açık oldum ben, herkese karşı, yalnızca kırıp dökmekten korktuğum zaman açık olamadım çok; ama yine de söylemek istediğimi, söylemem gerektiğini düşündüklerimi söyledim. HEP. Çünkü sonrasındaki sorumluluk daha zor geldi, dayanılmaz, kaldırılmaz geldi. HEP. Hep açık olduğum için hep muhalefetle karşılaştım. Ve enteresan bir çelişki yarattım insanların içlerinde. Örneğin kuzenim. Her defasında geldi bana akıl danıştı, ve her defasında kızdı söylediklerime. Peki ne yapmalı o zaman? Yani akıl danışmaya geldiğinde aslında bilmiyor mu söyleyeceklerimi? En azından tahmin edebiliyor olmalı. Hatta söyleyeceklerime vereceği cevapların provasını bile yapmış oluyordur belki benimle konuşmadan önce. Ama yine de beni duyduğunda hissedilen o kaçınılmaz burukluk acıttı hep, söylediklerini onaylatmak için duyulan o insani umut ağır bastı ve duyamadığında yaşanan o hayal kırıklığı öfkeye dönüştü. Öfke savunmaya dönüştü. Savunma ise bir süre sonra neyi savunduğunu bilememe, salt bir muhalefet etme, ama amalamaya dönüştü.
Şimdi aynı şeyi canım kardeşimle yaşıyorum. Ailecek yaşıyoruz. Aslında annemle ben yaşıyoruz çünkü babamla birbirimizle konuştuğumuz gibi konuşmadık hiç, konuşmaya da yeltenmedik. İkimiz de yeterince zekiyiz bu konuda; yeri geldi mi birbirimizi uyarırız da. Bir şey daha; biz olmak istemiyorum onun karşısında. Ben kimseyle bir değilim, bir tek onunla bir olabilirim ama onu da beceremiyorum. Söylediğim her şey duvara çarpan orası burası eğri bir top gibi sekip gidiyor. Geri dönmüyor bile. Kardeşimi daha önce hiç böyle görmemiştim ben. Hiç bir şeyi dinlemiyor, tek bir hedefe kilitlenmiş, söylenenleri anlamayı denemiyor bile. Korkulardan bahsediyorum, naapalım türü şeyler söylüyor. Ya dur bir dakika, bak başıma neler gelebilir demiyor. Hadi yüzüme söylemesin, içinden de diyor gibi görünmüyor hiç. İşte bu da herşeyden daha çok korkutuyor. Farkında olmaması mümkün mü? Ah canım benim, nasıl bu hale geldin sen?
Ben İstanbul'a döneceğimde giiittmeee diye miyavlardı bana. Sarılırdık, ağlardık. Şimdi ben avaz avaz GİİİTTTMEEEE diye bağırmak istiyorum. Korkuyorum çok, gitme noolur demek istiyorum. Hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. Bir tek oğlumun hastalıklarında yaşıyorum aynı çaresizlik paniğini.
Bağıramıyorum, çünkü duymuyor, çünkü sağır olmuş, bana ve korkularıma karşı. Bıkkınlıklarını çözmek için ateşe atlamadığını bilmek istiyorum. Mutlu olmasını istiyorum, hayatı boyunca birini sırtında taşımasını istemiyorum çünkü biliyorum ki çok yorulacak ve o zaman da çok geç olacak.
Çaresizim hiç olmadığım kadar.
Hiç bir çözüm yok, biliyorum.

23 Ağustos 2006

Doğru kelimeler

Ne yaparsa yapsın, ne kadar sağlam bir yerde durduğunu düşünürse düşünsün, içinde mutlaka bir enkaz oluyor insanın. Yeniden inşası mümkün olmayacak kadar devasa, ya da varlığının farkında bile olunamayacak kadar küçücük... Farketmez; büyüme dediğimiz o korkunç tecrübe serüveninde şu ya da bu şekilde yaralanıp duruyoruz. Yalaya yalaya kapattığımız da oluyor o yaraları, umursamayarak kendi kendine iyileşmeye bıraktığımız da. Ve sonra büyüdük diyoruz. Kendimize aynada baktığımızda bir sürü değişik kimlik görüyoruz. Mesleki kimliğimiz, anne/baba kimliğimiz, yardıma koşan evlat/abla/kardeş kimliğimiz, insan yönümüzü taşıyan vicdani kimliğimiz, şu kimliğimiz, bu kimliğimiz. Olanca kuvvetimizle daha da güçlü hale gelmeye çalışıyoruz, durup dinlenmeden. Gücümüzü kendi kendimize ispat ettiğimiz her seferinde güç katmanımızı bir yol daha cilalayıp kendimizi daha da iyi hissediyoruz.
Ama sonra aniden içeride bir yerlerin usul usul kanadığını duyumsuyoruz. Nedeni yok, ne kadar çabalasak da o eski yarayı neyin kanattığı bulunamıyor. Bastırmaya çalışmak ancak geçici bir çözüm oluyor; zira kendi istediği anda hortluyor yaranın acısı.
Ve sonra doğru sözleri söyleyen biri giriyor hayatımıza. Duymak istediğimiz sözler olduğu için doğru sözler; çünkü bizim gibiler doğruları zaten gereğinden fazla bir sıklıkla kendi suratımıza çarpar durur. İşte o insan merkezlerden biri haline geliyor aniden, ve vazgeçilemez oluyor. Güzellikten mi bahsediyor; dinleyenin gözleri hep aynada gördüğü surette olduğu için çok inanmasa da güzel hissediyor kendini, çünkü biliyor ki ona güzel görünüyor. Entellektüel mi diyor adına; dinleyen kendine acıyor için için, okunması gereken daha çook kitap var ve geceleri yorgunluktan daha üçüncü sayfada göz kapakları pes ediyor, ama hissediyor bunun gerçekten düşünülerek söylendiğini çünkü konuştuğunda dinliyor, katılıyor ya da itiraz ediyor ama dinliyor.
İnsan bir an geliyor ki kendini yerlerde sürünür hissediyor; o an uzun da sürebiliyor, anlık da olabiliyor. İşte o anda doğru kelimeleri kullanmayı bilen biri olursa hayatında, silkinip kurtulabiliyor kavuran mutsuzluktan. Ve her şeyden daha çok teşekkür borçlu oluyor hayatındaki o insana. Daha çok anlıyor aslında bir çok şeye değen bir insan olduğunu; hem kendisinin hem de diğerinin.

21 Ağustos 2006

Turrbooo

Kalk kalk kalk, çabuk kalk
Kahvaltı hazırla, oğlanın gönlünü yapppp. (Anne biraz daha sarılalım, biraz kedilik yapıp miyavlayalım, biraz burun burun yapalım, anne bak kediler böyle oturuyor di mi, anne kakam, anne bitti, anne bir daha kakam...)
Oğlanı okula bırak, eve gel ders hazırla
Üç öğrenciyle ardarda çalış
Beyin reçellenmesi geçirirken bir sürü yemek pişir
Tencerelerden birini indirirken diğerini ocağa koy
Bu arada harika bir telefon konuşması yap
Ama söylenenleri duyabilmek için telefonu örs, çekiç vs'nin de içerisine doğru ittir
Kapatınca uzun uzun gülümse
Git oğlanı al
Anne çook acıktım, anne onu yiyimmmiiii, anne bunu yiyimmmiii, anne nefis kokuyoo
Oğlum dur, oğlum iki dakka babana git, faaliyetini göster
Sofrayı topla
Gidip tadilattan ayakkabını al, oğlana okul için ayakkabı al, bir tane de kendine al :)
Oğlanı yatır
Ütü yap
Ölmek üzereyim
Ciddennn :)
Hoşçakalın :)

20 Ağustos 2006

Üzgünüm

Surat asmak istemiyorum aslında, gerçekten de istemiyorum. Ama bu kadar aldırışsız görünce daha beter üzülüyorum. Bekliyorum ki dün gece için kusura bakma desin, ama demiyor. Üstelik biliyor ne kadar gitmek istediğimi; hem de bir tek o biliyor. Bir tek de o bilecek. Çok mutsuz oluyorum böyle olunca.
Daha beter mutsuz olduğum bir şey de buralardan fiziksel olarak ayrılmamasına rağmen aslında çoktaan gitmiş olduğu gerçeği. Bu kadar mı olur yani? Onu bekleyen tehlikeleri defalarca söyledim. Onu orada bekleyeni gerçekten de çok seviyorum ama güvenimi kırdı bir kere ve bebeğimi ona emanet etme fikri beni deliye çeviriyor. Bebeğim ise hiç bir şey görmüyor, gördüğü zaman ise ağzını açıp bir kelime bile etmiyor. Değişeceğini mi umuyor? Kimsenin değişmediğini bilen bir insan böyle bir şey umut edebilir mi? Amaç buralardan kaçmak mı sadece? Neden ya? Neden bu kaçış o zaman?
Farklı olduğumuz aşikar. Ben hep daha huylu, daha ince eleyip sık dokuyan, daha çok sorgulayan oldum, biliyorum. Ama insan bu kadar önemli bir karar verirken sorgulamaz mı ya? Korkunun ne anlama geldiğini bilmiyor; yani bu korkuyu bilmiyor.
Bir de oğlumla ilgili meseleye çok üzülüyorum. Kaç kere bu konuda konuştuk / tartıştık / münakaşa ettik / dövüştük... Kaç kere bana kendisi dedi, biliyorum sen bana ileride hiç yardım etmeyeceksin, ben bunu haketmiyorum diye. Ama hala değişen hiç bir şey yok. Kesinlikle kötü bir düşüncem de yok. Ama bir gün anlayacak; bu işte insanın ne kadar umutsuzca yardıma ihtiyacı olduğunu anlayacak. Haftada bir gecemiz var, ve o gece de saat 9.45'de annemlerden çıkmak hiç bir şeye yaramıyor. Eve gidip bilgisayar ve televizyon başına geçiliyor, sonra da yatılıyor. Gerçekten de hiç bir anlamı olmuyor.
Ki dün gece gerçekten de gitmek istiyordum ben ya... Görmek istiyordum, oturup konuşmak istiyordum, adam gibi bir hoşçakal demek istiyordum...
Eve gidildi, bilgisayar ve televizyon açıldı, sonra da yatıldı.
Bugün de yolcu edilecek zaten.
Kötü oldu, cidden kötü oldu.
Üzgünüm...

19 Ağustos 2006

Moral böyle bir şey

Sığ bir insanım ben, artık kesinlikle karar vermiş durumdayım. Hem de öyle bir sığım ki, harika geçen bir günün ardından gelen güzel bir gece; ertesi günde de hiç bir pürüz yaşanmadığı için içim hafif hafif kıpırdanırken-geceye hazırlık bağlamında-olan bir kaç şey, uzayan misafirlik ve sonuç olarak şimdi nefffreeetttt dolu bir misokediyim. Bütün tırnaklarım dışarıda; sakın yaklaşan olmasın, gerçekten cırmalıycam çünkü. Ya da tırmalıycam, her neyse artık.
Sığlığımın ilk kanıtı ayakkabıcıda oldu zaten. Spor pabuç bakıyordum, fiyatına da baktım, uygun geldi. Ama o numarası yok mu... 39 no oldu ayağıma. İllet Adidas. Bak Nike'a, kimi zaman 38'i bile oluyor. Kasaya indik, hoop, fiyat benim gördüğümden çook daha fazla. Emin olmak için bizimle ilgilenen çocuğa sordum, ben size onun fiyatını söylemiştim dedi. Hayır söylemediniz çünkü ben size bunun fiyatını sormadım dedim. Ama kahverengi olan gibi bu da sezon malı, o yüzden fiyatı böyle dedi. Ama söylememiştiniz dedim. Bu arada tabi bu fiyatı kredi kartı slibinde farkettiğim için ne yapacağımı bilemez durumdayım. Fiyat farkı önemini yitirdi, ben uygun fiyata bulduğum için sevinerek aldığım ayakkabıdan soğumuş bir halde karar vermeye çalışırken eşim imzala hadi naapıcan gibi bir şey söyledi. İnisiyatifim kırıldığı için daha da sinir olarak (orada adınız miso mu dense bile aynı yoğunlukta sinir olacak durumdaydım zaten) eşime öldüren bir bakış fırlattım ve slibi imzaladım. Belki pabucu yarın iade ederim, bilmiyorum. Mutsuzum. Ve sığım; ilk kanıtı da bu işte.
Bir de esas mutsuzluk var ki, o gerçekten illet etti beni. Ya ben bu gece dışarı çıkmak istiyordum, sevdiğim iki insanla buluşmak istiyordum. Onlardan biri yarın gidiyor ve bir ay göremeyeceğim, ve bu geceyi paylaşalım istiyordum. Ama beton kafa kızkardeşim gezmede. Ya bir insan, ki bu kadar betonkafavemankafa biri bile düşünebilir bunu, benim böyle bir isteğim varken nasıl olur da planını ertelemez? Her zamanki arkadaşlarıyla bilmem nereye gidilip oturulacak yani. (Esas aptal benim sanırım, beş yıldır çeşitli aralıklarla bu soruyu soruyorum, bu sinir harbini yaşıyorum ve değişen hiç bir şey yok). Sen görürsün diyorum içimden sadece, hele senin de çocuğun olsun, sen görürsün. Annem de zavallı, üniversiteden arkadaşlarıyla bir şeyler içmeye gitti. Ona diyecek hiç bir lafım yok ama 8.30'da gelirim demişti. Ben oğlanı uyutup aşağı indiğimde saat 9.45di ve o yeni gelmişti. Ve gece bitmişti. Ona surat asmak istemedim ama sonsuz sığ olduğum için beton gibi bir suratla ayrıldım evlerinden. Mutsuzum. Ve sığlığımın ikinci kanıtı da bu işte.
Ama bir dakika. Az önce bir mesaj geldi. :) :) :) Saçlarım diken dikendi ya sinirden, düzeldi yine; mesajı okuduğumda yani. Belki görüşülebilir yarın. Bir güle güle denilebilir belki. Denilemezse de şimdiden güle güle. Öperim çok. Kendinize iyi bakın efendim. Ve bir an önce geri dönün. Çok özleyeceğim çünkü.

16 Ağustos 2006

Bir özür

Çok ilginç bir şey yaşadığımı düşünüyorum bugün. O kadar uzun süredir beklediğim şey oldu; derkennn görüşmek için çimlerin / bankların / sandalyelerin üzerinde bir saat kırk beş dakika daha beklemek zorunda kaldım. Ya biliyorum aslında, bu seferki kesinlikle uyuzluktan değil, aldırış etmemekten değil, önemsememekten değil; gerçekten de elde olmayan sebeplerden olduğunu adım gibi biliyorum. Ama neredeyse iki saat beklediysem eğer, bir gönül alıcı söz istiyorum karşılığında.
Bugün oralarda otururken aklımdan hep gitmek geçti. Yalan söyleyerek gitmek (ya kusura bakmayın bir işim çıktı), doğruyu söyleyerek gitmek (ayıp ya, bırak normal insanı, benim gibi beklemekten nefret eden bir insan bu kadar bekletilmez ama), hiç bir şey söylemeden gitmek ve çalması/çalmaması muhtemel telefonu açmak/açmamak... Genel anlamda bu minvalde dönen düşünceler girdabında döndüm durdum. Ve gidemedim. Gitsem mutsuz olacaktım, orada sinir içinde otururken olduğumdan çok daha mutsuz olacaktım. Çünkü gerçekten de görmek istiyordum.
Kelimeleri kullanırken bu kadar tutumlu olmamak lazım bence ya. Bir çift laf edebilmek lazım. "Özür dilerim," olabilir örneğin. Çünkü kelimeler kullanan kişiye bağlı olarak sihirli bir hal alabiliyor; bunu bizden iyi kim bilebilir? Bir de bazılarına daha bonkör davranılabilir. Vardır elbet herkesin hayatında bonkör davranabileceği bir kaç kişi. Değil mi?
Kötü bir gün oldu açıkçası; planlarımın bu kadar kötü bir şekilde çakılmasının üzerinden çook uzun zaman geçmiş ki, acısı fazla geldi :(

15 Ağustos 2006

Kurgusal yolculuk

Biletin saatini duyana kadar tam emin olamamıştım galiba... Kalkış saatini öğrendiğimde hah, dedim, tamam, gerçekten yolculuk var. Şimdi açmalı bavulu,koymalı yatağın üzerine . Sonra dolabı açmalı. Düşünmeli uzun, uzun. Hangi t-shirtleri almalı acaba? En güzeli şu mavi olan mı? Yoksa yeşil mi? Uzun kollu bir şey almalı mı? Hava çöl havasını aratmıyor, geceleri bile yaprak kımıldamıyor ama belli mi olur, aniden serinlerse, o kadar zamandır hayalini kurduğum şeyi mahvetmek olmaz şimdi. Evet, evet, kalın bir şeyler de almalı. Çamaşır, çorap, pantolon, diş fırçası, deodorant... mp3 player da şart. Yolda uyuyamam şimdi ben. Zaten uyumak ne mümkün bu gece. Ben bu gece yolda yaşanmışları düşünürüm bol bol. Yüzümde sakin bir tebessümle. Bir de yarınki görüşme anını. Bir de yaşanacakları... Cunca zamandır hep bu anı bekledim. Yapmak istemediğim ama mecbur olduğum bir sürü şey yaptım sırf bu yolculuğu hakedebilmek için. Hayalini kurdum diyorum ama zaman enteresan bir şey. Bir bakıyorsun göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor, geriye döndüğünde arkanda ayları bıraktığını görüyorsun, bir bakıyorsun o süre sünmüş, sünmüş, neredeyse yıl olmuş, öldürmüş kurbanını.
Neyse ya, mutlu son galiba. Hakikaten yolculuk var. Hiç olmazsa mesafe kalkıyor aradan. Görüşmek lazım bol bol, konuşmak bir de... Bir de paylaşmak...
Yarın bir olsun da...
Geç gece geç.
Gel yarın gel.
:)

14 Ağustos 2006

Sonunda

Ateşlenmedi dün gece, ama tabi ben ocakta kaynamaya yüz tutan süt varmış gibi saat başı gidip kontrol ettim tipimi. Yaşasın ateşlenmedi, ama hala boğazı ağrıyor. Doktora gittik, tahmin ettiğimiz gibi boğaz kültürü istedi. Sonuç yarın çıkacak ama şekerim iyi şu anda; güle oynaya okuluna gitti. Doktorun yanından çıkmadan önce cesaretimi toplayıp, "ben size bir şey danışmak istiyorum," dedim. Buyrun dedi. Oğlan ateşlendiği zaman, özellikle de sebepsiz ateşlenmelerinde paniğe kapıldığımı, bunun için yardım alıp almamam gerektiğini sordum. "Merak etmeyin havale yaşı geçti artık," dedi. "Yok," dedim, "benim baykuşlarım daha büyük, daha kapsamlı şeylerden ürküyorum ben," dedim. O zaman Dilek hanımla görüşmem gerekirmiş. Yok, hayır, psikolog değilmiş, psikiyatristmiş. Bunu dedikten sonra gülümsedi.
Şimdi bir karar vermem gerekiyor. Gerçekten gidip bu paniğimi paylaştığım anda biliyorum ki içimdeki diğer baykuşlar da havalanacak. (Halbuki şu anda kontrol altındalar.) Ve bir ihtimal iyi gelecek. Ama diğer ihtimal ürkütmüyor değil. İçimdeki o kuyuya inince çıkamamaktan korkuyorum aslında. Ya da hayatıma dair radikal kararlar almaktan. Ya da bir gün ekmek almaya diye evden çıkıp bir daha asla geri dönmemekten.
Kimi zaman gerçekten de gitmek istiyorum. Gideceğim belli bir istikamet de yok aslında. İnsan kimin yanına gidip kalsa eninde sonunda bu his gelir herhalde. Bu hayatını birlikte kurduğun eşin, canından çok sevdiğin çocuğun, çoook uzun zaman sonra her şeyi -heyecan, korku, aşk, sevgi, her seferinde doyuran sevişmeler- ama her şeyi yeni baştan yaşayabileceğin bir diğer insan, annen, baban, en yakın arkadaşım dediğin insan için; uzun lafın kısası herkes için geçerli sanırım. O zaman insan kendine mi mahkum? Ve elini uzattığında dokunabildiği insanlardan gerçekte bu nedenle mi mahrum?
Bir şeyleri özlüyorum, biliyorum. Ama ismini koyamıyorum. O yüzden de deli gibi korkuyorum. Ne elimdekini kaybetmek istiyorum, ne de gözümü alan ve gönlümü dolduran diğer şeylere uzanabiliyorum. Evet ya, ben gerçekten de çok korkuyorum. Kırıp dökmedim bugüne kadar ama Pandora'nın kutusu açıldığında "eski ben"i bir daha bulamamaktan, içimde bağırıp çağıran "gizli ben"i de bir daha zaptedememekten korkuyorum. O "gizli ben"in ne kadar güçlü olduğunu buradan kestirmek mümkün değil çünkü.

12 Ağustos 2006

Ben biliyordum zaten

Gece gelen misafir yüzünden oğlan annemlerde uyudu. Pek yaptığımız bir şey değil bu aslında; özellikle dikkat ediyoruz eve saatli dönmeye, yatmadan önce evde biraz vakit geçirmesine, alıştığı rutinin bozulmamasına, istediklerinin yapılmasına :) Ama dün gece özeldi, ve o da bunu biliyordu. Bu nedenle önceden konuşuldu, uykusu gelirse anneannede yatacaktı, sonra da biz onu eve götürecektik. Her şey de konuşulduğu gibi oldu ama çişe kalktığında eve gitmek istemediğini, orada kalacağını söyledi. Hiç bir sakıncası yoktu. Biz de 12 gibi eve döndük. Sabah biri dürtmüş gibi 8'de uyandım ben. Oysa ne kedi sokulmuştu, ne de horultu gibi bir dış etken vardı. Biraz uyumaya uğraştıktan sonra baktım ki faydasız, kalktım ve çay suyunu koydum. 8.30da annemi aradım; ev cevap vermedi. Bahçedelerdir dedim. 9da bir daha aradım, yine cevap gelmedi. İçimden bir şeyler sürekli aramak, geceyi nasıl geçirdiklerini sormak istiyor, beni itekleyip duruyor. Daha sonra annem aradığında oğlanın gece ateşlendiğini söyledi. Böyle olduğu anda hiç bir şeyin kıymeti kalmıyor işte. Acele etmeyin, şimdi iyi dedi. Bir iki işimizi hallettikten sonra annemlere gittik ki tipim yine ateşli. O suratı minicik kalmış; beni görünce de öyle bir sevindi ki şekerim... Gel biraz uyuyalım dedim, girdi koynuma ve bayıldı kaldı ateşten. Hırpalıyor tabi ateş, beni veya bir yetişkini hırpaladığı kadar olmasa da şöyle bir sarsıyor insanı. Uyuyuverdi hemen. Ben de tuttuğum ağlamamı salıverdim hemen. Yanında yatarken sessiz sessiz ağladım... Kalbim kırılıyor o hasta olunca, aklıma hemen en kötü şeyler geliyor; en kötü hastalıklar, en kötü süreçler, en kötü sonlar. Ve yapayalnız kalıyorum böyle anlarda. Kalkmak lazımdı yanından, kalktım hemen zaten. Çıktım ve dışarıda ağlamaya başladım. Nefes alamıyorum, o kadar kötü şey olduktan sonra hangi insanın mecali kalır nefes almaya? Derin derin nefes alıp sakinleşeyim diyorum, o da olmuyor, daha beter hıçkırıklara dönüşüyor zıkkım. Sonra yedim fırçayı, oturdum aşağıya. O da incitiyor aslında, çünkü ben bunu bilerek yapmıyorum, tamamen kontrolüm dışında oluyor. Yoksa ben ister miyim deli gibi ağlamak? Nefes alamadığımı hissederek ufak ufak paniğe kapılmak? Yok, yok, sanırım benim yardım almam gerekiyor. Bunu kontrol edemiyorum ve kendime ciddi anlamda zarar veriyorum. Hadi şimdilik ondan gizleyebiliyorum, ilerde oğlan farkettiğinde ne olacak? Ya boğucam onu da, ya saçma sapan bir şekilde korkutucam, ya da beni hiç sallamayacak. Hangisi en kötü? Hepsi birbirinden kötü.
Evet, evet, kararımı verdim ben. Bir ara gidip danışıcam birilerine... Belgeliycem bu sefer deliliğimi galiba. Tüh ya, ne güzel saklıyorduk, güzel güzel yaşıyorduk böyle, anlayana da sevimli geliyordu. Ama böyle de olmuyor; böyle giderse içimdeki bütün baykuşlar dışarı çıkacak ve etrafımdaki herkesi ürkütüp kaçıracak. Gitmeyin sakın canlarım, gitmeyin sakın kedilerim. O zaman dayanamam işte.

10 Ağustos 2006

Mustafa, Levent, Rıza Selim...

Mustafa hakkında yazıcam, bir de Levent Bey. Rıza Selim hakkında yazmasam haksızlık etmiş olucam aslında, onun hakkında da bir iki şey karalamak lazım sanırım.
O zaman Rıza Selim'den başlayayım. Hayatı boyunca ilk karısına dair hiç bir şey söylememiş olması çok garip geldi bana. Başlangıçta ustasına olan gönül borcuyla gidip gördüğü, yardım elini uzattığı Şuşan'a aşık olmak yoktu muhtemelen hayata dair hesaplarında. Sonrasında hissetiklerinin gerçek aşk olmadığını kim savlayabilir? Oğluna Levon ismini vermek istemesinin aşktan ve bir zamanlar birlikte yaşadığı o insanlara duyduğu gönül borcundan başka bir açıklaması olabilir mi? Gel gör ki, yürümüyor bu evlilik; diğerinin içindeki yarayı kimse saramaz çünkü. Kahpeliğinden gitmiyor o kadın uzaklra, yaşadığı kahpelikleri taşıyamıyor bu topraklarda. Sonuçta terk edip gidiyor. Bu adamın ömrü boyunca nefretini dile getirmesini beklerken insan, o en sevdiğiyle bile bir tek kelime etmiyor bu konuda. Bütün acısı içinde birikiyor, kıvamlanıyor, içine çöküp kalıyor. Dır dır etse, dışa vursa bu kadar zehirli bir hale gelmeme olasılığı var o hislerin, ama zehirlerin en beteri ve en tehlikelisi haline geliyor.
Vee diğer erkek Levent... Ziyadesiyle emiyor babasının içindeki zehiri. Farkında olmadan, usul usul. Terk edilmek, ama özellikle de anne tarafından terk edilmek bir erkeğin başına gelebilecek en travmatik olaylardan biri sanırım. Uzaklaşmaması gereken tek varlığı kaybetmek, ileride kafada oluşacak kadın fikrinin şekillenmesini bir hayli örseliyor olmalı. Levent de bunu harika bir şekilde yansıtıyor. Gavur eziyeti yaptığı beş çocuğuna nefes aldırmıyor, askeri nizamda dizip canının istediğinde sofraya oturtmaya kadar vardırıyor eziyeti. Ama dışarıya 'örnek baba'yı oynamayı sürdürüyor. Ve ölüyor...
İyi ki de ölüyor bence... Çocuklar rahat bir nefes alıyor... derkenn, Mustafa beyefendi fırlıyor sahneye. Annesinin biriciği Mustafa, hayalinde yarattığı kocayı oğlunun omuzlarına yükleyen bir anneyle, bırakın erkek olmasına, insan olmasına bile fırsat tanımayan bir babanın yarattığı ucube Mustafa. Baba ölünce erkek oldum sanıyor Mustafa; ama hiç bir şey bilmediği ve bir yandan korkup bir yandan tiksindiği erkekliğiyle bir türlü barışamıyor. Ve mükemmel bir ezik erkek prototipi gibi, Zeliha'nın sözlerinden yürekten sarsılıyor. Zeliha ettiği lafların nereye gittiğini bilmiyor bile; sadece pervasızca konuşuyor. Oysa Mustafa en derin yerden yaralanıyor bu laflarla; "yapamam haaa" çığlığıyla kızkardeşine tecavüz ediyor. Sonuçta derinden yaralanan iki ruh, iki beden ve açıklanamayan bir bebek ortaya çıkıyor. Ve Zeliha'nın omuzlarına üç kişilik ağırlık yükleniyor.
Ensest hiç bir zaman anlayamadığım bir şey. Özellikle de çekirdek aile içinde ensest beni çok şaşırtıyor. İnsanın şehvetinin ve sevgisinin ibreleri zaten doğal olarak ayrı yerlere bakarken, oldu ya şaşırdı o kişi aniden, nasıl olur da ayrı yönlere güdemez bunları? Mustafa'nın davranışının bir açıklaması var mıdır? Hayatına Mustafagillerden girmiş olanlara yardımcı olabilmek ve Mustafaları insan haline getirebilmek dileğiyle...

7 Ağustos 2006

Yine Elif Şafak

Elif Şafak'ın Baba ve Piç'ini bitirdim dün. Öncelikle kitap boyunca kafamda hep bir soruyla ilerlediğimi söylemeliyim=Bu kitaba neden, ne yüzünden dava açıldı acaba? Ben kitap boyunca ne hakaret bulabildim Türklüğe, ne de Ermeniliğe övgü. Bu bağlamda bulduğum tek şey özeleştiriydi; iki tarafın da yapması gereken. Acılarına sarıldıkça cemaat oldukları belirginleşen, tek vücut olan Ermenilerle, 1915 tarihinin ne anlama geldiğini bile bilmeyen Türkler. Acılara saygı duymak, yitirilen insanlar ve yaşamlar adına bir an durup düşünmek, kendimizi o insanların yerine koymaya çalışmak...
Bu mesele beni en çok güvenilir kaynak bağlamında ürkütüyor aslında. Malum, 1915'i çevreleyen yıllar gerçek anlamda kötü zamanlar. Her millet için; ama en çok da Osmanlı ve içinde barındırdığı halklar adına. O zamanlara dair bir şeyler okunduğu anda ya resmi tarihin sınırları aşikar kısırlığını barındıracak, ya da diğer tarafın bire on katması muhtemel duygusallığını. Aslında gerçekten bu konuda okumak istiyorum. Elimdeki kitaplar azalınca internette ya da kitapçılarda dolaşmak lazım.
Karakterlere gelince... Yine yapmış yapacağını Elif Şafak. Her bir karakter üzerinde sayfalar dolusu yazmak mümkün sanırım. En az görünen karakterlerden biri olan Armanuş'un babasından tutun da, neredeyse her bölümde hakkında bir şeyler okuduğumuz daha belirgin karakterlerden olan Asya veya Zeliha'ya varıncaya kadar, her karakter etrafındaki tarihsel ve psikolojik incelemelerle bir oraya, bir buraya çekiştirilebilir bence. Ben bu kadının romanlarını okuyunca arsız bir yorum hastalığına kapılmış hissediyorum kendimi. Hep anlatmak, hep konuşmak, işlenen günahların aslında o kadar da korkunç olmadığını, ya da yapılan iyiliklerin altındaki hinlikleri anlatmak istiyorum saatlerce. İçimdeki bir şeyleri tetikliyor romanları.
Örneğin Şuşan babanne bir hayli sarstı beni. Kendini kurtaran adama ve hatta evladına sırtını dönüp çekip gidebilmiş bir kadın. Yanına o yaşama ait bir kıl bile almadan; sanki nesnelerden uzaklaşınca soyutlanabilirmişiz gibi yaşadığımız hayatlardan. Suçlamak mümkün mü bu kadını? Hain, kalpsiz demek? Ben yapamadım bunu. Evladı bırakıp gitmek en büyük suç olsa da gönlümde, ben bu kavruk kadını suçlayamadım. Ne ölüme terk edilişini, ne o ana kız tarafından bulunup kurtarılışını, ne üç beş kuruş koparma umuduyla onu o ana kızın evinden söküp alan itlerin merhametsizliğini, ne de yetimhanede yeni bir kimlikle-üstelik sadece isim de değil, bir mal, bir demirbaş gibi numarası olan bir kimlikle-yaşadığı hayatı unutabilirdi. Bunların zerresi bile aklına geldiğinde bir damla olumlu hissi olabilir mi bir insanın? Mümkün mü? Tabii ki dayısı Levon'un çırağı Rıza Selim'i de unutamaz aynı kadın, veya ondan olan evladını. Eminim ki ölene dek her hatırladığında kalbi bir mengeneyle sıkıştırılmaktan beter olmuştur. Ama her tercih bir şeylerden vazgeçiş değil midir? Şuşan da tercihini yapmıştır. Eş-anne kimliğini değil, köklerini, hayatı boyunca onu ayakta tutacak nefreti körükleyecek kimliğini seçmiştir. Karalamak, "işte, mutlak kötüü!" demek mümkün mü? Ben beceremedim. Çok derinden yaraladı beni onun öyküsü. Hayatı boyunca pişmanlıkla kıvranmaya mahkum olmamalı insan. Büyük bir ceza bu bence; evladı terketmiş olmanın pişmanlığıyla acı çekmek.
Şimdi dönüp Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları'ndaki Şahende Hanım'ı okumak lazım. Ama bu sefer ilk okuduğum kadar katı yargılamayacağım. Yargılamamak lazım; kimseyi.

5 Ağustos 2006

Elif Şafak'ın Mahrem'ine dair

Kitabın ağdalı, yapışan dilinden ve kurgusundan kurtulmak mümkün olmadı; ne okurken, ne de okuyup bitirdikten sonra. Kelime seçimim çok olumlu görünmese de, tamamen iyi şeyler hissediyorum aslında kitap için. Çok şeylerin altını çizmek istedim okurken, ve yine çok şeyleri defalarca düşündüm, hem kelime anlamlarında barındırdıkları imgeler, hem de benim hayatımdaki olgulara dair anlamları bağlamında.
Beni en çok etkileyen şeylerden biri Keramet Mumî Keşke Memiş Efendi isimli karakterin vişne çürüğü çadırındaki gösteriler oldu. Bu çadırdaki gösteriler kitabın iki ayrı bölümünde anlatılmış; birbirine oldukça uzak iki bölümde. Bunun çok önemli bir nedeni var. Aynı şeyi zıt noktalardan sunuyor bize. İlk gösteri kadınlara: Kadınlara dünyanın çirkinlikleri gösteriliyor. İkincisi ise erkeklere; onlara güzellikler. İlginç olan , her iki gösteriyi de aynı karakterlerin yapıyor olması; oysa uyandırdıkları hisler birbirinin tam zıddı. Çirkinde kötülük-güzelde iyilik, çirkinde zorbalık-güzelde gönül rızası, çirkinde acımasızlık-güzelde merhamet var. Aynı yılan, çirkinliğin gösterisinde zorbalıkla alırken paralarını seyircilerin, güzelliğin gösterisinde gönül rızasıyla sahneye atıyor paraları seyirciler. Veya kuklacının gösterisinde, çirkinliğe dair gösteride tufanlar kopuyor, doğanın insanın başına ne dertler açabileceği gösteriliyor. Oysa güzelliğin gösterisinde "hayata hayat katıyor" aynı doğa. "İnsana yapamayacağı iyilik yok."
Şimdi aklıma gelen soru şu: Neden böyle bir zaafı var insanın? Neden iyi hep güzele yakıştırılıyor, çirkine karşı ise hep bir çekinceyle yaklaşılıyor? Bu yorumum kitaba dair bir eleştiri değil; zira kitaptaki "güzel", La belle Anabelle yani, doğduğunda bile istenmemiş, yapayalnız kalmış biri. (Yalnızlık zaman zaman tercih edilen bir şey olsa da, yapayalnızlık insana mahsus bir şey değil bence, korkutucu!) Ben genel yaklaşımdan bahsediyorum. Kurgu dünyasında güzel olan hemen her zaman iyi ve ilgi çekici, çirkin olan ise kötü ve sakınılması gereken. Sadece kurgu dünyası olsa iyi; ne yazık ki gerçek hayatta da düşüyoruz bu tuzağa zaman zaman. Güzel olana meylediyoruz hep, ilk şansı güzele veriyoruz. Diğerini ise "tanımamız" gerekiyor önce. Zamana sığınıyoruz diğerinde. Belki de "güzelleşmek", "güzel görünebilmek" adına gösterdiğimiz bitmek bilmeyen ve ne yazık ki beyhude çabanın altında yatan neden bu.

4 Ağustos 2006

Beklentiler ve elde edilenler

Kadın karakter bir söz veriyor kendine ve karşısındakine; ve gerçekten de çaba gösteriyor bu sözü tutabilmek için. Zaman geçiyor; bazen kolay, bazen zor. Ama hep özleyerek. Özledim demenin bile suç sayıldığı anlar geliyor; özledim denildiği anda utanılıyor, karşıdakinin de özlediği biliniyor ama o çok çok az telafuz ediyor bu kelimeyi. Yoksa emin, özlendiğinden emin, bu kadar özlem tek başına duyulamaz çünkü. Sonra bir dostla buluşuyor, ortak bir dost. İkisine de gerçekten dost olan biriyle. Hayattan konuşuluyor, sevgiden, aşktan, ellerin arasından kayıp gidenlerden, kayıp gideceğini bile bile sımsıkı sarılınmış olanlardan. Sonra o uzaktaki dosttan bahsediliyor. Konuştukça konuşası geliyor kadının, konuştukça uzaktakinin hayali sarıyor her tarafını. Konuştukça kuduruyor özlem ama yine de sakin oturuyor kadın, sadece paylaşıyor güzel güzel. Bu kadar özlemek, kokusunu duyacak kadar görüntülere boğulmak bu sefer ağlatmıyor kadını. Telefon ediyor. Özledim dedikçe hıhı diyor karşıdaki, gelecek misin, ne zaman geliyorsun dedikçe bilmem, şu zaman-bu zaman diyor yine karşıdaki. Hayır ya, kadın biliyor, o da özlüyor ve seviyor ama böyle bir iktidar hissediyor işte. Kadın özledim dedikçe karşıdaki eriyor ama aynı şeyi söylemiyor. Oysa kadının ne kadar ihtiyacı var, biliyor. Kadın aniden gülümsüyor ve telefonu yüzüne kapatacağım deyip kapatıyor. Ama kızmadan; telefon elinde, başı hafifçe yana eğik bir şekilde gülümseyerek bekliyor. (Onun gibi, o da başı hafif yana eğik gülümser, kadın erir onu öyle görünce) Telefon çalıyor; kadının duymak istediği tek bir şey var, onun için açıyor telefonu. Yine gelmiyor o kelimeler. Hala emin kadın, biliyor onun da kendisi gibi hissettiğini; hissetmediğinden bir an için bile şüphelense, her şey sonsuza dek bitecek karşılıklı bir kararla. Yine söylüyor, telefonu yüzüne kapatıyorum diyor ve kapatıyor. Bir kere daha çalıyor telefon; çok seviyorum diyor karşıdaki. Çok özledim diyor. Kadın zaten biliyor. (Ama şimdi mutlu, gerçekten mutlu.) Gerçekten çok seviyor ve artık dayanılmaz özlüyor. Ben de, diyor kadın. Telefon yapması gereken şeyi yapıyor uzundur ilk defa. Kadın içtiği biralardan değil duyduğu sesten sarhoş oluyor. Duyduğu sesin gerçekliğinden. Duymak istediklerini duyuyor uzundur ilk defa, ve bu kadar içten.

2 Ağustos 2006

Japon gözler; yine miii?

Merhaba,
Yaklaşık bir ay önce, önce sol, sonra sağ gözüm şişti. Sonuç: vampir Japon. Ya gerçekten abartmıyorum, sadece ince bir çizgiden takip edebiliyordum dışarıyı. İşin kötü tarafı çektiğim ağrıydı. Başım bir sağlık topu gibi, sola-sağa çevirmek bile zor geldi. En komiği de hapşurunca veya hafif şiddetli bir kahkaha atınca gözyaşı deliklerimden sarı sarı şeylerin kibarca süzülmesiydi. Ve bu korkunç şişlik ve kırmızılık, ve sarı pınarımın akması bir hafta sürdü. Ha zaten gözlerin öyle dikkat çekici bir iriliği, bir Türkan Şoray'a rakip olma cürreti gösterebilme hali filan yoktu; ama bu hastalık esnasında hiç kalmamış kadar oldular. Damla damlat, merhem sür, yarısı boğazından süzülen o iğrenç antibiyotikli damlayı bir gurme edasıyla sindir derken on günün sonunda tamamen kurtuldum. Teşhis de konjuktivit ve bir kere söylendiği için değil on kere de söylense anlayamayacağım bir başka mikrobik durumdu.
Çok uzattım biliyorum, bitiricem şimdi. Dün gece saat üç gibi susayarak uyandım ve sağ gözümde bir batma hissettim. Eyvah, dedim. Makyaj yaptığım için oldu, keşke yapmasaydım. Aklıma gelen ilk şey bu oldu. İkinci şey de bir çift japon gözle bir hafta daha geçirme kabusu. Ya insanoğlu ne garip; yok yok garip olan benim, hemen insanoğluna çamur atmayayım. Normal bir insan ne yapar, hemen kalkıp gözüne bakar değil mi? Şişme veya kızarma var mı, nedir, ne değildir... Anormal insan ne yaptı? Suyunu apar topar içip hemen yatağa geri döndü. Sonra da saat başı uyanıp gözündeki acı hissinin orada olup olmadığını kontrol etti. Tabi ki yattığı yerden ve aynalardan uzak durarak. Sabah kalktığında artık kaçış yoktu. Direk aynaya... Ama mutlu sonnn! Japon gözlerle kavuşmayı beklerken yolunu şaşırmış, mekanı terketmeye çalışırken alt gözkapağının içine takılıp kalmış kirpiğini gördü. Bir cerrah edasıyla önce iyice ellerini yıkadı, sonra onu oradan çıkardı.
Sonuç şu : Korkunun ecele faydası yok, biliyorum. Gece üçte baksaydım ve hastalık belirtilerini görseydim o sinirle ve kafamda yarattığım ağrıyla saat başı uyanacaktım. Ben ne yaptım? Heyecanı tatıım, "yoktur, yoktur, geçer" diye uyandım saat başı. Adrenalin! Tavsiye ederim :)

1 Ağustos 2006

merhaba

Merhaba
Yaş ilerleyince; ya da yaşınızın yeterince ilerlediğini hissedince uzun uzun ikna edilmeniz gerekiyor bir şeyler yapabilmek için. Hele de bu teknolojiyle ilgili bir şeyse, çok isteseniz bile birilerinin sürekli dürtmesi, ısrar etmesi, hatta rica etmesi gerekiyor. Ne ayıp! Yapmayı bu kadar istediği bir şey için insan bu kadar bekler mi?
Bir şeyler yazacağım buraya. Paylaşacağım. Kim okur, bilmem. Ne kadar yazabilirim, onu da bilmem. Her zaman dürüst olurum bile diyemiyorum aslında; insanız ya, bazen manevra yapabilirim ben de herkes gibi.
Aslında işin en komik tarafı bu yazıların çıkacağından bile emin olamamam. Şimdi noktayı koyuyorum ve sayfayı kapatıp yazdıklarıma bakmaya gidiyorum. Öyle yapılıyor, değil mi? Akıl verenim de çok uzaklarda şimdi; olsa da sorsam :)
Hoşçakalın