Eve geldiğimde saat biri geçiyor. Kafam darmadağınık. Yediden bire kadar bir arkadaşla oturmuşuz. Zamanında çok da anlamlı olmayan bir kaç ufak tefek öfke, anlaşamamazlık yaşamışlığımız var, evet. Ama aslında “arkadaşım” diyebileceğim biri.
Altı yıl önce mart ayında teftişteyken eşi bir sabah bir uyanıyor, bir gözü hiç görmüyor. Aman, MS mi? Ağır seyredeni mi? Apar topar Ankara. Yok, değilmiş, seviniyoruz. Beyin tümörü. Ama habis değil. Hiç olmazsa ameliyat alternatifi var. Bu altı yıl boyunca üç ameliyat oluyor. İyileşti zannederken tekrarlayıp duruyor. Ve şimdi yine başlamış oluşmaya. Meğer bu illetin huyu buymuş: Sıçramıyor, bildiğimiz kanser gibi çürütüp öldürmüyor ama büyüdüğü için beyindeki şu bu merkezleri baskıladığında ölümcül oluyor. Ve çaresi yok.
Evde iki çocuk; biri 5 yaşında, diğeri 16 aylık. Bilerek mi beklemek kötü, bilmeden aniden yüzleşmek mi? Bak nelere üzülüyoruz, diyoruz gece boyunca, defalarca. Bir ağlıyoruz, bir gülüyoruz. Garson bize peçete takviyesi yapıyor arada. Hayat... diyoruz.
Eve girdiğimde üşüyorum. Makyajımı silip kendimi kaynar suyun altına atıyorum.
Isınmak ne mümkün...
Uyumak ne mümkün...
marruu