27 Ağustos 2007

Kuşku


Hiç sevmediğim bir duygu bu kuşku; yaşam kalitemi çok ciddi düzeyde bozan. Arkadaşlıklarımda bu duyguyu hep safdışı bırakmaya çalıştım şimdiye kadar. Öyle mi demek istedi, bunu mu kastetti diye yorulmaktan ölesiye korktum. Hatta bir çok insana “ben bir şey demek istemem, derim,” demişliğim vardır. Cidden, ima etmem pek. Ya da neyi ima ettiğimi hemen sonra patlayarak söylerim; ya bir gülme patlaması olur bu, ya da öfke.

Şu aralar iki kuşku içimde kımıl kımıl. Ama biri diğerine nazaran çocuk oyuncağı.

Üç öğrencim var Bilkent’in hazırlık atlama sınavına hazırladığım. Biri diğer ikisinden bir hayli zayıf. Ve bir süredir yaptığı testlerin %90’ı doğru. İlki çok çalışma, ikincisi tesadüf derken... O kadar büyük bir kuşku duyuyorum ki şimdi. İçimi bir hayvan gibi kemiriyor. Cevapları bir yerden bulmuş gibi geliyor. Bir iki kere de dile getireyazdım. Kibarca, “birbirinizle soru konuşmayın lütfen,” dedim. Yok valla, bilmem ne diye cevap verdi. Böyle bir şeyi direk de söyleyemiyor insan; eğer yanılıyorsam çocuğun gururu onarılmaz bir şekilde kırılacak çünkü. Bugün son kez konuyu açtığımda test tekniğinin çok iyi olduğunu söyledi. Peki o zaman dedim, diyecek hiç bir şey kalmamıştı. Kendisi bilir artık.

Diğer kuşku ise çok daha can acıtıcı. Ve yine direk olarak yüzleşemediğim bir olay. Daha önce blogda yazmıştım, beni çok inciten bir öğrencimden bahsetmiştim. Beni yanlış, olmaması gereken yerlerde kurgulamış bir öğrencimden. Sonra anlaştığımızı, artık hayatıma hiç girmeyeceğine dair söz verdiğini anlatmıştım. Şimdi blogumu okuduğundan, ve hatta yorum yazdığından kuşkulanıyorum. Bunun beni ne kadar rahatsız ettiğini ona anlatamamış olmak çok yaralayıcı çünkü kendisine açık açık onu artık hayatımın hiç bir noktasında istemediğimi belli etmiştim.

Bu benim bir zayıflığım aslında. Affettim onu affetmesine de, artık kendi sınırlarımın içinde istemiyorum. O zamanki incinmişliğim iyileşmiyor demek ki bir türlü. Evet, gündelik hayatıma girmiyor, yaşamımı bire bir etkilemiyor, ama ne zaman ki bana ait bir yerde varlığını hissediyorum, buz kesiyorum. İki yıl önceki öğrencilerimin kurduğu bir site vardı. Bu kırgın olduğum öğrenci orayı keşfetmiş. Bana attığı ve asla cevap alamadığı yüzlerce mailin birinde o siteyi okuduğundan bahsetmiş. Geçti, yendim zannettiğim her şey tekrar nüksetti. Son bir mail attım, rica ettim, ve hatta neredeyse yalvardım. O da kabul etti. Ya da öyleymiş gibi yaptı.

İşte ikinci kuşku bu. İçimi kavurup duruyor. Elimde değil, aldırmazlık edemiyorum, yok sayamıyorum. Bir şey sürekli beni dürtüyor.

Rica ediyorum, eğer buradaysan lütfen gelme. Ben bu blog dünyasını çok seviyorum, insanların bana olan sevgisini hissediyorum, sıkıntılarımdan bir kaçış oldu, yalnızlığımın o kadar da derin olmadığını, o inişlerde çeşitli yerlerde başkalarının da bulunduğunu, benzer şeyler yaşayan benzer insanlar olduğunu keşfettim burada. Burayı kaybetmek istemiyorum.

Ama eğer gelmeye devam edeceksen blogu kapatacağım. Çünkü paylaşmak istemiyorum, hayatıma dahil olmanı istemiyorum. Çok mutsuz oluyorum.

Başka ne söyleyebilirim ki? Lütfen GİT demekten başka?

LÜTFEN GİT

Mutsuz miso

21 Ağustos 2007

Kokular


Koklamak benim vazgeçilmezim.
Duyularımın en kuvvetlisi, en güvendiğim.

Apartmandan içeri girdiğimde, eğer yukarıya yürüyerek çıkarsam kimin ne pişirdiğini şaşmadan anlamamı sağlayan arsızlık destekçim.

Eski bir anımı küt diye suratıma çarpan geçmişimin ayak izleri.

Bir zamanlar hiç aldırmadığım, şimdi ise boğazımı sıkan, ilk yakıldığı anda gelen yanık kağıt kokusu dışında dumanıyla birlikte çarpan sigara eziyeti.

Özlemlerimin, isteklerimin ama cesaret edemeyişlerimin tek ismi; su kokusu. Hani şu havuzdan çıktığınızda üzerinize sinen, benim dirseklerimin içinden beni sarhoşa çeviren koku. Mücadelesi ömür törpüsü.

Oğlumun bebekliğini deliler gibi özlememi sağlayan süt kokusu, bebek aroması.

Başımı omzuna yaslayıp yüzümü boynuna gömerek aldığım o müthiş, çıldırtan ten kokusu. Burnumdan biraz nefes üfleyip hafif nemlendirerek içime çekmeye doyamadığım o doğal mis.

Yüzümü göğsüne gömüp içime çektiğim canım kedimin muhteşem doğal kokusu.

Her dinlediğimde gözlerimi dolduran Bülent Ortaçgil imzalı Deniz Kokusu.

Annemlerin bahçesindeki ıhlamurun, kapıya sarmış olan hanımelinin doyulmaz kokusu.

Şeftali yedikten sonra dudaklarımın üzerine sinen, yine şeftali yemek istememe yol açan ama bir yandan da hiç hazetmediğim buruk koku.

Sınıfa adımımı atar atmaz aldığım içki kokusu. O çocuğa derse içkili gelmekten ötürü bir şey yapmamam, dostluk vesilesi.

Kokular... Özlemlerim, vazgeçilmezlerim, mahrumiyetlerim, utançlarım, keyiflerim...

marruu

18 Ağustos 2007

Heri Potır


Geçen hafta kuzenin ısrarıyla Harry Potter’a gittik. Ben severim fantastik kitapları ve filmleri, teklif gelince atladım hemen. Hatta ilk ya da ikinci filmine gitmiştim Harry’ciimin, tam hatırlamıyorum şimdi hangisi olduğunu, bayılmıştım tipleri süpürgelerin üzerinde uçuşarak maç yaparken seyrettiğimde. Kendimi orada, onların arasında bile hayal etmiştim. Uç miso uççç...

Ama kardeşim o filmde herkes çocuktu yani, herkesin de kıçı süpürgelere sığıyordu. Bu filmde noolmuş millete böyle. Herkes büyümüş, serpilmiş, kıçların büyümesinden dolayı doğan dengesizlik sebebiyle süpürge üzerinde bir eğretilik, efendime söyleyeyim, bir “sağ kanat aşağı doğru kayıyor, düştük düşeceğiz” havaları... Sanırım bu nedenle binek olarak sapık bakışlı atımsı yaratıklar seçilmiş de, o genç irisi gövdeler rahatlıkla yerleşmiş garabet hayvanatlara.

Bir başka sorun da büyüyen oğlan çocuklarının yüzündeki yünlenme olaylarının nasıl örtüleceğine dair yaşanmış sanırım. Hericiimin yüzü pudradan porselen maskeler gibi pırıl pırıldı örneğin. Hoş mu yani, bütün oğlan çocukları o yaşta dört gözle orman gibi yünlenelim diye bekleşip dururken, “dörtgöz”lükte her bıdığa örnek olmuş bu çocuğun ayın on dördü gibi parlayarak çocukları hayal kırıklığına uğratmış olması iyi mi? (Cevap beklemiyorum, retorik bir soruydu)

Her neyse efendim, herkes kazık kadar olmuş ama hala çocuğuz biz ayakları çekiliyor, durumu bir Heri kurtarıyor Çinliyi öperek. O yaşlarda da alık bakışlı kızlar daha bir tutulur nedense. Halbuki bence Hermoyini (kardeşim bu da nasıl bir telafuzdur, anlamadık gitti) çok daha güzel, ve akıllı, ve hatta seksi yani. En azından salak salak ağlamıyor.

Gary Oldman olmasa çekilmezdi film. Bir de her bir halta ehi diye gülen müdirenin oyunculuğuna bittim. Tebrik ediyorum kendisini. Fakat bir sonraki filmi nasıl çekecekler bu kadroyla, bir türlü oturtamadım kafamda. Herkesin birbiriyle çıktığı Dawson’s Creek kılıklı bir şey olacak sanırım. Hayır insan üzülüyor, çocuklar kazık kadar olmuş, hormonal bir problem mi var filan diye endişeleniyor sonuşta.

Bir sonraki bölümü kimse yemeyecek galiba.

marruu
(terbiyesiz miso, o kadar emek verilmiş, hehe)

16 Ağustos 2007

Nikah


Hacettepe’de çalışırken benden sonra başlamıştı bu arkadaş. Tanışmadığımızdan emindim, ama o kadar da tanıdık geliyordu ki... Ben seni birine benzetiyorum, sanki daha önce tanışmışız gibi geliyor demeye utandım başta. Ama yok, mutlaka biliyorum bir yerden. En sonunda yumurtladım. Erkek kardeşiyle liseden aynı dönem mezunu olduğumuz ortaya çıktı. Ama oğlan sarışın, bu esmer. Yüzleri ise aynı denecek kadar çok benziyor, tanıdık hissi oradan geliyormuş.

Çok “erkek” kızdır. Uzun süre bir yayınevinde çalıştı, ömrü yollarda geçti. Ama ne geçmek... Sabaha karşı yola çıkıyor, haydi koş Sivas’taki büroya, işi bitir, fırla Antalya’ya falan filan. Ben yapamam, dahası geceleri şehirlerarası yola çıkmaktan ürkerim de. Bana mısın demedi. Çalıştı çabaladı kendine ait bir evi oldu.

Sonra ne yazık ki babası lösemi oldu, gece gündüz hastane-ev koşturup durdu, ama babayı kaybettiler. O sırada kız kardeşi lise ikideydi. Erkek kardeşi zaten yurtdışında yaşıyordu. Duble çalışmaya başladı, kız istediği kursa gitti, ODTÜ’yü kazandı. Keman dedi, keman alındı, mezuniyette şunu isterim dedi, hooop sağlandı. Eve baba oldu bir bakıma.

Başından bir nişanlılık geçmişti. Nişanlısı buna “ya ben işsiz kalırsam bana bakar mısın?” demiş bir gün. O da tabi bakarım, demiş. Oğlan bunu bir kere daha, biraz da kendi deyimiyle YAVŞAK AĞIZla söyleyince yüzüğü kibar bir montajla iade ederek atmıştı nişanı. Biraz nettir, biraz da küttür söylemesi ayıp. Yok be miso, ben evlenemem, çekemem ben bu herifleri, demişti bana. Ben de doğru insandan, olasılıklardan filan bahsetmiştim, ciddi bir şey konuşmamıştık, evlilik kurumunu harcayıp bol bol gülmüştük o gün.

Bir hafta önce bir mesaj aldım: “Merhabalar, bana açık adresini sms atabilirsen yarın nikah davetiyemi postaya vereceğim. Sevgiler.”

Onun adına çok sevindim. Hemen aradım. “Ya kızım hiç haberim olmadı, ne zamandır berabersin, ne vakit karar verdin, bır bır bır...” muhabbetleri yaptım. O da güldü bol bol. “Kızım, yaş 40 olmak üzere, son tren bu, galiba da iyi bir şey, uçuyorum bu aralar,” filan demişti. Nikah için sözleştik.

Bugün bir mesaj daha aldım. “Nişanlımın eski bir borcundan ötürü tutukluluğu sebebiyle nikahımız ertelenmiştir. Bilgilerinize...”

Sinir oldum. Ya gene papazı buldu zavallı, ya da son derece uyduruk bir şeyden bir sürü can sıkıntısı ve mide bulantısı.

Hemen evlensinler lütfen. Yoksa direk cayar bizimki :)

marruu

14 Ağustos 2007

Misoo, missooo


Misooo, missooo, bana bak çabuk! Ben sana ne dedim? Altından kalkamayacağın işlere girme demedim mi? Önce bir düşün, sonra başlarsın, yoksa mahçup olursun demedim mi?

Yok, demedin. Öyle bir durum da yok zaten. Ne zaman öyle bir şey yaptım ben? Allah allah.

Misoo, beni kızdırma bak. O zaman sen kesin içinde bir türlü yenişemediğin bir şeylere sarmış durumdasın. Ne bileyim, yaparsın ya öyle, 20 yıl önce şu insanı şöyle kırmıştım, hede hödö, bunu bir kaç gün düşünür mide ağrısı çekersin. Bırak allah aşkına ya, ne olduysa olmuş bitmiş, zaten ne yapmış olabilirsin ki?

Yok, öyle bir şey de değil.

Dersler mi baydı? Kolay mı biri gidip öbürü gelsin, sabahtan akşama kadar dis iz a buk bilmem ne?

Yok be canım, bilakis, dersler iyi geliyor. Çocuklar da sevdiğim çocuklar zaten. Öyle çok kasmıyorlar.

O zaman evle mi hırlaştın? Bir şeye mi sinir yaptın? Düşünürsün öyle, hıdır mıdır, sonra öyle dedim, o da böyle dedi, vıdıvıdıbırbırbır...

Hayır, sarmadım öyle bir şeylere. Sinir olduklarımı düşünmüyorum, iyi oluyor.

Ee, neyin var o zaman?

Bilmiyorum. Çok tarifsiz bir durumdayım bu aralar. Giremiyorum, çıkamıyorum, çözemiyorum, fırlatıp atamıyorum... Yine o GİTME hissi geldi, sardı içimi. Doğum yaptıktan sonra gelmişti en yoğun şekilde. Bir yere gidecekmişim gibi geliyordu. Hani rezervasyon yaptırırsın belli bir tarihe de o tarihte gideceğini bilirsin ya. Öyle hissettim kendimi uzun bir süre. Daha sonra bunu paylaştığımda depresyon demişlerdi ne yazık ki. Bu sefer o kadar yoğun değil, ama yine de dürtüyor usul usul.

Sen boş ver, sorup durma, geçecektir. Biraz daha sorarsan ya bi gitsene başımdan diycem zaten. Söyletme beni böyle. Bir de iç sesimizden olmayalım durup dururken. Ben biraz Fikret Kızılok dinleyeyim, biraz daha acıtayım kendimi, iyileşirim bir süre sonra.

Geç değil, erken değil,
Bir gül biter içimde, içimde, içimde,
Tam bildiğin içimde, içimde, içimde,
Gecenin tam üçünde.
Gecenin tam üçünde.


pıhhh

10 Ağustos 2007

Dönüm noktaları

İnsan hayatında dönüm noktaları nelerdir? Veya bu dönüm noktalarını neler oluşturur?

Galiba en önemli dönüm noktaları bir duvara çarpmanızı sağlayan şeyler. Bir şeylere başlamak örneğin... Tıpkı benim bir ilişki bitirmek amacıyla dört tercih yapıp üçünü İstanbul'da yapmam. Ve ikinci tercihimi kazanmam... (Yanlış anlaşılmasın, bahsettiğim zaman çoook çok önceye denk geliyor) :))))

İçimde bir his var. Yeni bir sayfa hissi. Bildiğim bir kokuyu alıyorum sanki. Ve bunu asla ama asla kurtulmak diye tanımlamam. Ama yeni bir şeylerin başlangıcını hissediyorum. Bir yandan da inanılmaz bir hüzün. Hep ağlatmak isteyen...

Altından kalkabilecek misin misooo? Sana söylüyorum, yapabilecek misin? Bilmiyorum. Dur bir dakika... Sarhoşum şu anda, net cevap veremem. Bir litre su içmem, bir çok kez tuvalete gitmem lazım. Ama altından kalkarım, evet evet, şimdiye kadar yapabildim sonuçta, şimdi niye olmasın?

En azından deneyeceğim. Bu da geçecek.

Biliyorum.

marruu

1 Ağustos 2007

Tatil(ler)

Kıbrıs çocukluğumun tatillerini yutan, sıcaktan içimizi kurutan ve babannemin evinde kalmak zorunda olduğumuz bir aylık bir cendere demek oldu benim için yıllar boyunca. Babam oralı; her yaz oraya gider bir ay kalırdık. O da ücretsiz hasta muayene eder, gerekiyorsa ameliyat filan yapardı. Yani tatil dediğimiz şey babaya hasret geçerdi. Babannemin korkunç evinde. Lefkoşa’nın tam ortasında, eski mi eski, her bir deliğinden daha önce bahsettiğim hamamböceklerinin fırladığı korkunç bir ev. Ama o zamanlar camlarımız açık uyuyabilirdik. Kapıyı da kilitlemezdik. Tek güzelliği de bu güvenli haliydi galiba. Yoksa babannemin bizler için yarattığı Kemalettin Tuğcu-vari mizansenleri anlatsam insanlığa olan inancınızı yitirebilirsiniz kolayca.

Kıbrıs tabii ki muhteşem geçti. Burcu’yla bütün kartları açtık yine; ve tabii ki yürekleri de. Dönüş hep bir buruk oluyor, elimde değil. Havaalanında ağlayarak sarıldık. Ayrılmamak mümkünmüş gibi. Ya da ayrılmaya razı olmak mümkünmüş gibi. Kimseyle o kadar gülememek, kimseyi o kadar iyi tanımamak, bir tek bakışla-hatta bazen bakışmadan bile aynı şeyleri düşünmek... Öyle büyük bir eksik ki hayatımda. Kapatmak mümkün değil, hiç de olmayacak. Neyse, korktuğum hiç bir şey olmadı, her şey güzel ve olması gerektiği gibi geçti. Kayıp vermeden, hasar almadan geri dönebildik.

Bu arada tatillerin uğursuzluğu devrolan bir şey sanırım. Ya da benim için geçerli olan bu. Kıbrıs’tan oy vermek için döndükten sonra Kumla’ya geçtik. Hayır, Kumla hakkında bir şey yazmayacağım.. Ya da bir insanın maksimum ne kadar sıkılabileceği hakkında. Veya denizin en fazla ne kadar kirli olabileceği hakkında. Oradaki insan profili hakkında da yazmayacağım; hala yere çöp atılmaması gerektiğini bilemeyen, gece 12de apartmanın merdivenlerini topuklarını vura vura inip çıkan, balkonların altına geçip yine aynı saatlerde Ayşeeenn ablaaaağğğ diye bağrışan o insanlar hakkında hiç bir şey yazmayacağım.

Söyleyeceğim tek şey kendimi Kumla’da yapayalnız hissettiğim. Sağır gibi, terkedilmiş gibi. Hiç bir kimseyle empati kuramadan, kimseye sempati duyamadan gidip döndüğüm. Dönüş yaklaştıkça nassssıll seviniyorum, anlatamam. Çok yorucu oluyor, bildiğiniz gibi değil.

Eve dönmek harika. Fıstık da öyle düşünüyor; marrr marrr diye diye tükendi hayvan.

Korkma canımın içi, hiç bir yere gitmeyeceğiz artık.

En azından uzun bir süre.

marruu