29 Ekim 2006

En sonunda gitti

Gitsin de toparlarım kendimi diyordum. Gitsin hele bir, alışırım yokluğuna. Yeni bir düzen kurulur, yaparım bir şeyler diyordum. Gideceği tarihi beklemek en zor şeymiş gibi geliyordu.
Cumartesi günü gitti.
Havaalanında işlemleri yaptırırken geri dönüp, gözlerini bana dikip öyle bir baktı ki... (O güzel ama ağlamaktan capon olmuş gözlerini) Baybi dedi usulca. El salladı küçücük. Baybi dedim ben de. El sallayamadım pek. Ya da hatırlamıyorum. O kadar savunmasız ve çaresiz göründü ki gözüme... Fırlayıp gidip sarılmak istedim. Ve bırakmamak.
Ve ben bittim.
En azından şu anda öyle hissediyorum.
Durup durup ağladım dün. Şu anda ağlamıyorum ama gözlerim acıdığı için ağlamıyorum.
Orada bir hayat kuracağını, mutlu olacağını, mutlu edileceğini ummak istiyorum.
Güvenim o kadar kırılmış ki, bu üst satırdakileri ne kadar uğraşsam da umamıyorum.
Çok özlüyorum ya, gerçekten de tarifsiz derecede çok özlüyorum.
Burcu seni çok seviyorum ve iyi olmanı istiyorum.
Çok şey mi istiyorum?
:(

26 Ekim 2006

Bayram

Bayram süresince bir sürü mail geldi. Ah eski bayramlar, nerede o kapı kapı gezip şeker topladığımız, büyüklerimizin ellerini öpüp üç kuruşluk harçlıklarla mutlu olduğumuz canımızın içi bayramlar filan diye. Hatta bir mailde maili atan kişi vicdan azabı çektiğini yazmış. Sebebi de el öperken kişinin elini gerçekten öpmeyip sadece çenesine dokundurmasıymış. El öperken bunu farketmiş aniden, ve ahh o eski bayramlar aklına gelmiş.
Ya şimdi sinir kişi olmak istemiyorum. Gerçekten de bayramlarda uzundur göremediğimiz ve kıymet verdiğimiz insanları görme fırsatımız oluyor. Ama ben bu kadar nostaljik yaşamıyorum bunu şahsen. (Ki mendil verilen günleri hatırlarım, o kadar da teyzeyim yanee) Eşimin memleketine gidiyoruz her bayramda. Önce en büyük teyzenin evine gidiliyor. Teyze altı yıl önce vefat ettiği için enişte artık yeni bir bayanla evli. Ama tamamen can yoldaşı durumu. (buna rağmen her akşam insanlar kendi evlerine çekildiğinde bu kadıncağızın dedikodusu yapılıyor. Ve hep aynı şeyler anlatılıyor) Ben bu enişteye bayılıyorum, süper adam, komik, herkesle dalga geçiyor, millet bozuluyor ama büyük diye bir şey de diyemiyor. Çok eğlenceli oluyor. Şimdi bu adamcağız ailenin en büyüğü olduğu için bizim oraya gittiğimiz saatlerde hemen hemen bütün akrabalar da orada oluyor. (Yaklaşık 30 kişi, valla ya, abartmıyorum, evrim sürecinde bir tavşan geni durumu filan olduğundan şüpheleniyorum). Oradaki yiyip içmeler bitince ikinci büyük teyze herkesten önce çıkıp koşarak evine gidiyor ve herkes oraya koşuyor. On dakika önce öpüştüğümüz insanlarla orada da öpüşüp bayramlaşıyoruz. Herkese tekrar ve teker teker nasılsın diye soruluyor. Sonra üçüncü teyzeye geliyor sıra. Yine aynı şeyler. (ya parodi gibi, ama cidden abartmıyorum, bir o kadar da acıklı aynı zamanda) Dördüncü teyze de enişte de artık hayatta olmadığı için bu sefer biz eve koşuyoruz. En küçük kardeş kayınvalide çünkü. Bu sefer önceden öpüştüğümüz yeğen akını bizim eve başlıyor.
Ya yemin ediyorum, bırakın elini öpmeden alnıma götürdüğüm için vicdan azabı duymayı, insan görmekten ikrah ediyorum günün sonuna doğru. Zaten oğlanın ayarı kaçıyor, sapıtıyor. O güzelim laf dinleyen çocuk gidiyor illet bir yaratık ortaya çıkıyor. Herkes bir yandan bayram harçlığı propogandası yapıyor, bir yandan da oğlum parayla oynama ayıp filan gibi çelişkili açıklamalar yapıyor. Sonunda oğlan "hayır, bu benim çocuğum değil, pis bir arsız bu" durumuna düşüyor. (Aniden çarpmak istiyorum o illet arsızlıklarına ama çocuğun hiç bir suçu yok ki... Eşimin ailesine mi çarpsam acaba bir gün aniden? hehe)
Neyse, bu sefer de bitti işte.
Yaşasın bayram sonları, yaşasın iş yerlerimiz
Cidden ya
:)

24 Ekim 2006

Dr.Jekyll-Mr/Mrs. Hyde

Boşanmak enteresan bir süreç sanırım. Kişinin dibine kadar yaşadığı bir şey. Bir çok yüzü olan. Bir çok çift beraberken ne kadar anlaşamaz olsa da, daha insani, daha görgü kuralları içinde hareket ediyorlar genelde. Herhalde bu anlaşamama durumu insanların içindeki yayları geriyor da geriyor. Pek de çaktırmıyor ne kadar gerdiğini muhtemelen. Ne zaman ki boşanma kararı alınıyor, o zamana kadar gerilen o yay her şeyi püskürtürcesine fışkırtıyor. O hanımefendi kadın aniden para düşkünü, onu da ben alayım, bunu da ben kapayım, az daha koparayım, sana kuruş koklatmayayım moduna giriyor. Tabi psikoloji "saçımı süpürge ettim, lanet olsun o günlere, değer miydi sana en kıymetli hazinem" psikolojisi oluyor. Erkekte ise "memlekette karı kıtlığı mı var, savuluuun, benden ala erkek mi var, mıymıntı karı bir gün mutlu ettiysen beş gün inlettin," psikolojisi başlıyor. Kendini bardan bara atıyor, çıtır kızlara ilişmeye çalışıyor filan.
Kuzenimin boşanma süreci de buna benzer geçti. Kararı kuzenim almadığı ve başlangıçta kurtarmaya niyet ettiği için pek öyle hatunlara zıplama moduna giremedi. Ama şimdi acısı dindi ve fırrr dönüyor.
Bu sürecin çok içindeydim ben, çünkü mahkemede kuzenimin şahitliğini yaptım. Bir akşam eşimle yemekte sohbet ederken "bana olmaz" dememek gerektiğini filan konuştuk. İnsanız, ne yaşayacağımızı kim bilebilir dedik. Ama o gece birbirimize bir söz verdik. Eğer bir gün böyle bir şey yaşarsak; yani boşanma kararı alma durumunda kalırsak, içimizdeki çingenenin, arsızın esiri olmayalım dedik. Aşkın, sevginin, birlikte başarılan/aşılan her şeyin ve en önemlisi de çocuğumuzun hatırına.
Ben kendi Mrs. Hyde'ımla tanışmak istemiyorummm!!!

19 Ekim 2006

Edebiyat mı Politika mı?

Millet ne açmış bu konuya kardeşim! Orhan Pamuk Nobel'i aldı alalı herkes bu konu hakkında yırtınıyor. Beni tedirgin eden bir iki şey var tabi. (olmamı?)Birincisi kitaplarını okumadan bu kadar önyargıyla bakılması. Önce sanırım bu ödülün bir edebiyat ödülü olup olmadığı konusunda fikir birliğine varmamız gerekiyor. Her ne kadar bazı politik etkileşimler olsa da bence bu ödül temelde bir edebiyat ödülü ve benim gözümde son derece saygın bir yeri var. Yok, öyle değil, tamamen politik diyorsanız eğer, ona da saygım var. O zaman zaten tartışmanın hiç bir anlamı yok. Ama bana katılanların önce bir kitapları okuması gerektiği kanaatindeyim. Hem de sadece Pamuk'un kitaplarını değil, geçmişte Nobel almış adamlarında da hiç olmazsa Nobel'li kitapları okunabilir. Böylece Steinback'den, Pearl S. Buck'dan bu yana neler değiştiği gözlenebilir. (Ve belki de Yaşar Kemal'in tarz olarak yeni akımların dışında kaldığı için Nobel alamıyor olduğu fikri pek yadırganmaz o zaman). Pamuk'u son zamanlarda Nobel alan yazarlarla karşılaştırdığım zaman, Pamuk'un da değişen tarzın bir parçası olduğunu görebilmiştim zamanında. Örneğin Toni Morisson ya da J.M. Coetzeee'nin kitapları Steinback'den ve Yaşar Kemal'den çok farklı. Sanırım Nobel kriterlerinde göz önünde tutulan bir şey bu. Bazı şeylerin değiştiğini nasıl inkar edebiliriz ki?
İnternet üzerinden bir kitap topluluğuna üyeyim. Daha doğrusu yeni üye oldum. Orada da bu konu hayli hararetli tartışılıyor. Yazdığım bir mail'de bu konuda aslında ne kadar bilgisiz olduğumu, hangi kitapları okumam gerektiğini bilemediğimi söylemiştim. Genelde tepkiler son derece nesneldi. İki üye bana kitap tavsiye etmiş, diğerleri de ölçülü bir şekilde tepkilerini dile getirmişler. Yalnızca bir arkadaş bu aymazlıktan uyanmak gerektiğini, gerçeklerin acı olduğunu, o zamanlar yapılan her şeyin savunma amaçlı olduğunu yazmış. Hayret ettim. Nasıl olup da bu kadar emin olduğuna hayret ettim. Görmediğimiz, bilmediğimiz ve hatta bizim için duygusallığın tehlikeli sularına gömülmüş bir konuda bu kadar net konuşabilmesine hayret ettim. Bazen gözümüzün önünde olan bir olayda bile yanılma payımız varken, şu ya da bu şekilde bu kadar üstü örtülmüş bir konuda bu kadar net olmak bana hem garip, hem de tehlikeli geldi açıkçası. Çok kapalı olduğu için çok tehlikeli olduğunu düşündüm.
Ya da ben tam da söylediği gibi aymazın tekiyim.
:(

Ilk izlenim

Çalıştığım yeri çok çok seviyorum, gerçekten. Daha önce bir çok farklı sektörde çalıştığım için, aslında öğretmenlik işinin tam da bana göre olduğunu tecrübeyle saptamış şanslı kişilerden biriyim. Şanslıyım çünkü cidden bu işten büyük keyif alıyorum ve başka şeyleri de denediğim için doğru kararın bu olduğunu keşfetmiş durumdayım. Örneğin önceden çalıştığım yerlerden birinde ihalelere katılıyorduk ve bir seferinde bilmem kaç milyon dolarlık bir ihaleyi bizim şirket kazanmıştı. Herkes sevinçten birbirinin üzerine zıplarken ben içimin kupkuru olduğunu farketmiştim. Sonra tabi direk vınnn.
Neyse, şu anda çalıştığım üniversiteden önce iki farklı üniversitede hocalık yaptım ve gerçekten de buranın hem öğrenci, hem de çalışan hoca kalitesi bağlamında ciddi anlamda çok üst sularda olduğunu gördüm. Çocuğa bir kere söylüyorsun anlıyor (allahallaaah?), ortamları çok güzel, birbirlerine saldırmıyor ya da sürahi fırlatmıyor, oruç tutmayana bıçak çekmiyorlar. Öğretmen arkadaşlardan tabii ki sorumsuz tipler var ama yine de diğer üniversitelerde çalışırken gördüğüm saçmalıkları burada hiç görmedim. Örneğin ilk çalıştığım yerde çapraz sınıftaki arkadaş 12.30'da bitmesi gereken dersi 10.30'da güne gitmek için bitirirdi arada sırada. Burada herkes sorumluluğunu biliyor. Burayı çok seviyorum.
Ama ilk sene yaşadığım hayal kırıklığını ve gerginliği hiç unutamayacağım. Hizmet içi eğitim adı altında bir eğitime tabi tutulmuştuk. Aramızda benim gibi tecrübeli hocalar da vardı (benim o sırada 7 yıllık üniversite hocalığı deneyimim vardı), hayatında ilk kez sınıfa girecek olanlar da. Ve hepimiz aynı eğitimi almak zorunda bırakıldık. Bir ton kırtasiye işinden ders verimim düştü diyebilirim. Mesela günlük tutmaya mecbur bırakıldık. Her gün geç bilgisayarın başına, bugün şöyle oldu, böyle dedim bilmem ne. İtirazlarımız ise neredeyse hiç kaale alınmadı diyebilirim. Hocalarımızdan birisinin tecrübesi benden bir yıl fazlaydı ve hizmet içi eğitim verebilmek için herhangi bir ekstra donanımı yoktu. Oysa bu işlere soyunabilmek için çok ciddi kurslara gitmek ve bu kursları yapılan ödevler olsun, girilen sınavlar olsun her bağlamda başarıyla tamamlamak gerekiyor. Çok ciddi bir üniversitede olmama rağmen bu bağlamda ciddi bir eksiklikleri vardı. Eğitmenlerimizden biri bir arkadaşımızı tehdit etti (sözleşmen yenilenmez haaa, ayağını denk al), bir diğeri beni odasında kovmaktan beter etti filan. Senenin sonunu ben o hocaya rest çekmiş, az önce bahsettiğim arkadaş da ayrılmanın eşiğine gelmiş olarak getirdik.
Bütün bunları neden mi anlattım? Bugün kantinde yemek yerken bizi eğiten hocalardan birinin yakın arkadaşıyla karşılaştık. İlk izlenimi 'buzdan kraliçe'den öteye geçememişti benim için. Hala da farklı düşünmüyorum; bir merhaba'yı, bir tebessümü çok görüyor çünkü. O ilk sene yaşadıklarımızı anımsattı bana. Mutemelen ben de ona sevgili arkadaşıyla yaptığı dedikoduları.
Ne kötü öğrencilerdik kim bilir?
Allah başa vermesinnnn :)

16 Ekim 2006

Karşılaşma

Cumartesi akşamı Armada'da yemek yedik. Eşime hediye gelen gömleğin bedenini değiştirmek için kalkmıştık ki aniden gözüme ilkokul arkadaşım takıldı. Aynı anda birbirimizi gördük; aa merhaba, sarıldık öpüştük. Hemen yanında iki yaşında dünya güzeli bir kız oturuyor, büyük bir dikkatle elindekini kemiriyor. Tanıştık tabi Ece hanımla, ben hemen kafamın bir köşesine not düştüm ay bu da güzelmiş, büyüsünler de oğlanla bir tanıştırayım :) Klişe konuşmalar geçti, sen napıyorsun, ben napıyorum, bu eşim filan. Masalarında bir çift daha vardı, arkadaşım tanıştırdı, bu abim, bu da eşi. Memnun oldum, dedim. Adamla eşi, biz sizi zaten tanıyoruz dediler. Birden utandım, yüz hafızam ve hatta isim hafızam çok kuvvetlidir ama bu iki insanı ilk defa gördüğüme eminim. Filanca düğünde birlikteydik dediler. (Eyvah dedim, alkol duvarını mı aşmıştım acaba?) Özür dilerim, dedim, ben hatırlayamadım. Oysa düğüne gideli bir ay olmuş olmamış. Yok, zaten tanışmamıştık, biz sizi uzaktan gördük, çok güzel dans ettiniz, demezler mi? Arkadaşın abisi, bir de siyah bir elbiseniz vardı, çok yakışmıştı, dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Ehe ehe filan, umarım bir densizlik olmamıştı, hiç hatırlayamadım şimdi diye espriye vurmaya çalıştım, yok ne densizliği, gerçekten de çok güzel dans ettiniz dediler. Ay ben bir sevin, cebine çikolata doldurmuş ama erimeden yakalayıp dışlarındaki parlak kağıdı da yalamak suretiyle tadına doymuş bir çocuk/arsız büyük edasıyla, yuppirriikkuu diye bağırmamak için kendimi zor tutarak tekrar teşekkür ettim. (Tamam, haklısınız, herkes sevinmeyebilir böyle bir şeye, hatta bir basitlik göstergesi bile olabilir bazıları için, ama ben dans etmeyi çok seviyorum, her düğünde de gözlerimi eşimin gözlerine dikip aç kedi bakışlarıyla sürekli noolur dans edelim diye bakıyorum. Demek ki o düğünde çok nazlanmamış:) Bir de hatırlıyorum şimdi, bir başka arkadaşla da dans etmiştik, o da çok güzel dans ediyordu. Allahım ne güzel bir geceydiii.)
Sonra arkadaşım ilkokul öğretmenimize getirdi lafı. Herkes ilkokul öğretmenini ne güzel hatırlar, değil mi? Bizler için bir kabustu, gerçek bir kabus. Özel bir okuldan mezun olmamıza rağmen neredeyse her gün dayak yedik. Özellikle de ben ve bir kaç kişi daha. Bu konu buraya sığmaz şimdi, daha sonra yazıcam mutlaka. Arkadaşım, biliyor musun Rahime ölmüş, dedi. Evet, evet, duydum, dedim sevinçle. (ya hiç utanmıyorum ve de) Evet ya, biz de çok sevindik. Hatta yemekte kadeh kaldırdık, dedi. Oh iyi etmişsiniz, afiyet olsun dedim. Etrafımızdaki kimse yadırgamadı, hepimiz gülüştük. Sonra da telefonlarımızı alarak ayrıldık. Şimdi düşünüyorum da, o yaşadıklarımızı bilmeden, oturduğum masanın yan tarafında birinin ölümüne böyle bir kadeh kaldırma vakası yaşansa, yok artık, ayıp derim herhalde. Ölünün arkasından da yapılır mı? İnanır mısınız, yapılır, en ufak bir üzüntü yok içimde. Rezil etti çocukluğumuzu manyak kadın. Hepimizde ayrı bir izi kaldı. Diğer sınıflar bile neler yaşadığımızı hatırlıyor. Belki de şimdi buluşup bir terapi grubu filan kurmak lazım.
Eski yaralar hiç iyileşmiyor galiba. Benim şimdi Ilgaz'ın okuluyla ilgili çok ciddi hassasiyetlerim var. Manyak bir veli değilim ama örneğin herhangi bir yetişkinin çocuğuma vurduğunu duysam muhtemelen fırlayıp okula gider ve bir temiz döverim. Aferin miso, şiddetin ilacı şiddet tabi. Ama kendimi engelleyebileceğimi de pek sanmıyorum.
Ah Rahime, mahvettin bizi.

12 Ekim 2006

Gelinlik

Moda Çarşısı'nın alt katında en köşede bir dükkana girdik. Ne annem, ne ben, ne de Burcu dükkanın varlığından haberdarız. Oysa ben iki ayda bir Moda Çarşısı'na gider, kozmetik ihtiyaçlarımı alırım. Dükkanın vitrini top top kumaş. Yani bir bakan bir daha başını çevirip bakmaya tenezzül etmez. O kadar salaş görünüyor. Birlikte gittiğimiz terzi bayan oranın gediklisi; hem halinden hem de dükkan sahibiyle olan dialoğundan aşikar bu. Dükkan sahibi bizim için tam bir sürpriz oldu. Öyle bir dükkanda Dış İşleri'nden emekli gibi hoş giyimli ve konuşması son derece düzgün birisiyle karşılaşmak şaşırttı hepimizi. Önce gipürler açıldı (halk arasında dantel). Yok bu çok sönük, bu da çok beyaz, bu parlak, bunun taş az-taşı çok, motifi iri-motifi ufak derken benim gözüm toplardan birine ilişti. Taşlı kumaştan hiç hazetmem, bayıldım, o kadar zarif ve kendini taşıyan bir kumaş. Bu arada adam açmaya devam ediyor. Burcu'ya göz ucuyla baktım, şaşkın bir halde bir bize, bir tezgahtaki artık desenleri birbirine karışmış top top kumaşa bakıyor. Beğendiğimi gösterince sevinip, "bu çok hoşmuş," dedi. Herkes o kumaşa döndü, terzi bayan "bu kumaştan iki tane daha dikmiştim, çok güzel duruyor," dedi. Sonrası kolay oldu zaten. Gipürün altına saten, tarlatan, tül... Terzi kadın, "şöyle kısa, marul gibi bir duvak yaparım, çok güzel olur, "diyor. Burcu, "marul gibi olmasın," diyor. "Ya çocuğum, marulu unut, büzgülü demek istiyor," diyorum, gülüyoruz buruk buruk.
Benim gözlerimi seller basıyor, geri itmeye çalışıyorum, beceremezsem siliyorum.
Dünyanın en güzel gelini olacak Burcu, biliyorum. O duru güzelliği katlanacak, herkesin gözünü alacak. Benimse içim tir tir titreyecek. Çaresizce. Dünyanın en mutlu insanı olmasını dileyerek!
Canım Burcu. Geri sayım gerçek anlamda başladı artık. Hep yanındayım, hep arkandayım bir tanem.
Ne olursa olsun.
Seni çok seviyorum.

Çatı'da ders öncesi :)

Pazartesi gecesi telefon çalıp da ekranda kıvırımın ismini görünce, "aa, keşke ben arasaydım," diye düşündüm. "Hocam, benim dersim erken bitiyor, Çatı'da buluşalım mı?" dedi. Zaten bana hıyar de, ben tuzu kapıp koşayım :) Hele ki "Kıvırım, Gizmo, T ve sakin kişilik"ten oluşan dörtlüyle ilgili herhangi bir şey olduğu anda akan sular duruyor benim için. (Kendime hayret ettiğim anlar çok oldu bu konuda. İnsanları sevmek, onlara olumlu yaklaşmak... Bilindik klişeleri ben de yaşıyorum, evet. Ve pek çaba sarfettiğim de söylenemez. Ama bu kadar hayatımın tam ortasına düşeceklerini, benim için bu kadar yaşamsal hale geleceklerini tahmin etmemiştim doğrusu. Neyse, parantez çoook uzun oldu)
Çatı'ya gidip de sakin kişilik dışındaklerle oturduğumuzda o bildik rahatlık sardı yine beni. Çok emin ellerde olmanın rahatlığı. Birlikte oturmanın hoşnutluğu. Ve hepimizde aynı burukluk aslında. Derslerinin yoğunluğu sebebiyle eskisi kadar görüşememe. Görüşme işini bir rutine bağlamaya karar verdik. Onların sınavlarına göre tabii ki. Aman sınavlara bir şey olmasın!!!
Çok seviyorum ben bu insanları. Vazgeçilmez bir parçam oldular. Hep de öyle kalsınlar :)

7 Ekim 2006

Ekabir Öğrenci

Sınav saat 9:40'da başlıyorsa sınav salonuna kaçta gidilir? Bence 9:20'de orada olunmalı. Çünkü sınıf sınavı değil, o yüzden gözetmen hoca öğrenciyi tanımıyor. Bu nedenle de kimlik bakacak, ismi listeden bulacak... Yani zaman geçecek. Sonra optik formlara neyin kodlanması gerektiği duyurulacak, sınıfın yarısı dinlemediği için anlamayacak. Tekrar edilecek, bir kaç aşırı kaygılı insan gözetmeni çağırıp doğru yapıp yapmadığını teyit ettirecek. Soru kağıtları dağıtılacak ve ancak ondan sonra sınava başlanabilecek.
Şimdi sınavın gerçekten de 9:40'dan başlayabilmesi için kaçta gelinmesi gerekir diye tekrar soruyorum. En geç 9:30 diyebiliriz belki de. Sabah sınav kağıtlarını almaya gittiğimde hoca diğer sınıflarda tek bir grup olduğunu, ama benim sınıfımda 3 ayrı seviyede grup birden olduğunu söyledi. Yani bütün bu prosedürün daha dikkatli takip edilmesi gerekiyor. Çünkü öğrencinin grubu karıştığı anda alması gereken not aralığı değişiyor.
Her neyse, çok uzattım aslında. Ben sınavı ancak 9:45'de başlatabildim çünkü bazı öğrenciler sınav yapacak gibi değil, sınavdaki öğrenciyi dışarıdan gözlemleyecek gibi 9:35'de geldi. 9:40'da gelenler de oldu. Ve bir kaç öğrenci daha da geç geldi. Her geçen dakika sinirden saçlarım havalandı.
Sınıfa baktığımda en çok dikkatimi çeken şey ise kimsede sınav stresi olmayışıydı. Benim dışımda tabi :) Hatta öğrencilerden biri sanırım dün gece biraz uzun bir süre ve aşırı miktarda demlenmişti. Gözler şiş şiş, bir el sürekli kafanın altında (muhtemelen ciddi boyutta başı ağrıyor) ve bir türlü konsantre olamıyor.
Bir baktım ki bir diğeri cevapları kodladığı optik formunu arkadakinin en net görebileceği şekilde koymuş, zaman zaman gerekli düzenlemeleri yapıyor. Yanına gittim, "canım sen gel şu tarafa geç," dedim. "Hocam ben buradan çıkamam, çok dar," dedi. "Çıkarsın canım, sen bir ayağa kalk, ben sandalyeni çekerim," dedim. Tamam dedi ve geçti kuzu kuzu.
Burun çekenler (halbuki selpak çok pahalı bir şey değil), esneyenler, ayağıyla tempo tutanlar, kafalarındaki bitleri ayıklayanlar, çaktırmıyorum zannederken ayan beyan yandakilere bakanlar...
Öğrenciler çok matrak.
İyi ki varlar :)

5 Ekim 2006

Tarafların boşanmasınaaa...

"Söylenenlere itiraz ediyor musunuz avukat bey?" diye soruluyor karşı tarafa.
"Hayır efendim, söylenen her şey doğrudur."
"Ben bir şey söyleyebilir miyim hakim hanım?" diyor kuzenim.
"Buyrun".
"Evliliğimiz boyunca eşimi el üzerinde tuttum. Eşimin çalıştığı süre boyunca o uyuduktan sonra kalktım ütüleri yaptım. Evin işini hep ben yaptım, yemekleri pişirdim, evimizi temizledim. İstediği şeyleri alabilmesi için iş değiştirdim, yetmedi. Çok iyi kazanıyordum, yine yetmedi. Sonra aniden iş hayatımda bir terslik oldu ve işsiz kaldım. Bu sürenin ikinci ayında beni terk etti. Ben yaptığım hiç bir işten dolayı pişman değilim. Her şeyi onu sevdiğim için ve evliliğimizi yürütmek için yaptım. Ama şimdi görüyorum ki bu kadar kıymet verdiğim insan bana dolandırıcı muamelesi yapıyor, tazminatımı yedin paramı geri ver diyor. Ben er ya da geç boşanacağım. Kuracağım yeni ilişkide bu kadar verici olabilmem mümkün olacak mı hakim hanım? O zaman şartlar beni maço bir erkek olmaya zorluyor, demek ki bu işler sevgiyle, şefkatle olmuyor. Ben de Türk standardında bir erkek olmalıymışım demek ki".
"Yaz kızım. Davalının ve davacının boşanmasına, talep edilen nafakanın davacının çalışıyor olması dolayısıyla reddine, koşullar göz önünde bulundurularak talep edilen maddi ve manevi tazminatın reddine karar verilmiştir."
Kulaklarımıza inanamadık. Kadınların kayırıldığını söylemişti herkes. En azından bekaret tazminatı olarak belli bir miktar para ödenmesine karar verilirmiş. (Ya bu da ne gerzek bir durumdur, mal mı o be, bedel biçilir mi böyle bir şeye? O zaman ölçü birimi nedir :))
İlk defa "demek adalet varmış" dedim kendi kendime.
Kuzene bütün avanaklıkları bir kenara ittiği yeni ve güzel bir hayat diliyorum.
Ama şunu da biliyorum ki can çıkar huy çıkmaz.
Çok yakında yeni maceralarla düşer kucağımıza
:)

Herkeş okusun (mu acabaaa?)

Karar verdim en sonunda. Gizli gizli yazmaktansa, sevdiklerimle ve beni sevdiklerini bildiklerimle paylaşacağım burayı. Önce sadece kendime ait olsun diyordum. Sonra dedim ki, hadi oradan miso hanım, sadece kendine ait olmasını isteseydin en baştan bir word dosyasına yazardın ne yazacaksan. Oysa ilk fikri aldığında aslında yapmak istediğin bir şey olduğunu biliyordun. Sinsi sinsi öğrendin nasıl yapıldığını. (Ali Kayhan'a teşekkür ederim) Ve aslında benim içimi bilen ve bütün bunları sevgiyle ve tebessümle okuyacaklarını bildiğim insanlara çaktırmadığım için özür dilerim.
Hemmen affedilmeyi dilerim
Öpüyorum
Umarım seversiniz
miso the cat :)

1 Ekim 2006

Çöp ve mega kıro ben

Apartmanımızdaki kimsenin adını bilmiyorum. Çok sevdiğim kapıcımızın bile... Sanırım modern olmanın bir sonucu bu da. Moderniz ya, sabah çıkıp akşam döneriz, kimsenin kapısını çalmayız, "ona koş, buna koş"dan etrafımızdakilere vakit kalmaz; işte bunların sonucu bu isim bilmeme durumu.
Taşınmadan bir kaç gün önce hemen yanımızdaki evin kapısı açıldı ve ev sahibi bayan misafirini uğurlamak için dışarı çıktı. Ev sahibi bayanın başında hiç saç yoktu; belli ki kanser hastasıydı. Tabi hemen içten bir sempati ve endişe. "Bir iki gün sonra taşınacağız, biraz rahatsızlık verebiliriz, şimdiden özür dilerim," dedim hemen. Yüzüme bakıp hiç bir şey demedi. Bir an Türk olup olmadığını bile düşündüğümü hatırlıyorum şimdi. Taşındıktan sonra o eve giren bir beyle bir kaç kere asansörde karşılaştık. Ne bir merhaba, ne bir iyi akşamlar. Bana çok enteresan geldi. Kendi kendimi çürütmüş oldum aslında, modernlikle hiç bir alakası yok sanırım. Tamamen hıyarlık densitesiyle ilgili :)
Geçen gün de çöpü atmak için evden çıktım. Katta küçük bir oda var, oradaki kapağı açıp çöpü aşağıya sallıyorsunuz. Evden elimde çöple çıktım ama üzerimde pakize pijama altı (penguen istilasına uğramış kırmızı bir yüzey), garabet bir t-shirt (neden atmadığımı hala bilmiyorum), ayağımda çorap ve en kötüsü de kapıda bulduğum ilk şey olan sandaletler. (dikkaattt: sandalet içi çorap=mega kıro sandöviçi) İki adım attım ki karşı komşunun asortik oğlu çıktı evinden. Süslenmiş, püslenmiş, parfüm 15 saniye içinde öldürücü boyutlarda alkol içeriyor, saçlar cöleli filan. İyi akşamlar dedi. Ve gülümsedi. Ben de iyi akşamlar, dedim. Ben yeni kapıcınızım, süt lazım mı? Oğlan suratıma baktıktan sonra acayip gürültülü bir şekilde güldü. Olsun ya, çöp atmaya çıkmışsınız işte, dedi ve asansöre bindi.
Çıkarılacak ders: İnsan karşısındakini gördüğü anda aslında her şeyi görüyor ve direk notunu veriyor. Bu yüzden şakam beni kurtardı sanırım. Annesi hala cumartesi temizliğe gelip gelmeyeceğimi sormak için uğramadı.
:)