31 Ocak 2011

Anma ve Sırrı Süreyya


15 Ocak Cumartesi saat birde. Pazartesi ödev teslimi ve final var ama nasıl gitmek istiyorum Siyasal’a. H ra nt Dink’i anma toplantısı var. A.K. ve Duygu da dedi, koş gel miso, fırsat bu fırsat. Duygu İstanbul’lu, ama oradaki toplantı hafta içi olacağı için gidemeyecekmiş. Bir de tabi toplantıda kim var? Sırrı Süreyya Önder. Ya ne muhteşem olmaz mı gidersem? Belki görebilirim, bir merhaba diyebilirim...

SBF’nin kapısına doğru ilerliyorum. Turnike koymuşlar; vapura bineceğiz galiba. Kapıda bir özel güvenlikçi. Güler yüzlüsünden. Salonun yerini soruyorum, tarif ediyor. O sırada bir başkası bitiyor yanımızda. Anmaya mı geldiniz? Yok, sana geldim. (İçimden böyle geçiyor ama söylemiyorum.) Camgöz... Nasıl suratsız. Sanki siz dediği için kibar oldu, insan oldu. Evet, diyorum. İsminizi alıcaz, diyor ve kulübeye yöneliyor. Ben yerimden kıpırdamıyorum. Neden, diyorum. Öyle, diyor. (Öyle ne be? Neyi açıkladın sen şimdi?) İsmimi ne yapacaksınız, diyorum. Güvenlik için naazım, diyor. (Yüzüme al basmaya başlamış. Sinir fıkır fıkır ediyor ağzımda-karnımda-parmak uçlarımda.) Kimin güvenliği, diyorum. Öyle, diyor yine. (Gündelik iletişim için yeterli sözcük sayısı 15). Ben ismimi vermek istemiyorum, diyorum. Ama biz almak istiyoruz, diyor. (Siz kimsiniz yahu!) Ama ben vermiycem, diyorum, arkamı dönüp binaya doğru yürümeye başlıyorum. Arkamdan gelebilir, bağırabilir, tartaklayabilir... Bilemiyorsun ki. Umurumda değil. Zaten sinirden titremeye başlamışım, gidip su-çay filan içmek istiyorum. Binanın merdivenlerinin yarısına geldiğimde aşağıya bir baksam ki...

Sevgili Sırrı Süreyya aşağıda. Yanında birisiyle yürüyor. Duruyorum. Gülümseyerek. Piyango gibi. Kapı etkisi yok oluyor. Aşağıya iniyorum, (koşma miso, koşmadan git, sakin sakin) gidip merhaba diyorum. Konuşuyoruz öyle. Kendimi tanıtıyorum, misoyum ben diyorum, ama böyle demiyorum tabi, daha önce konuştuğumuzu filan anlatıyorum. Hani ben Beynelmilel hakkında bir yazı yazmıştım, siz de bana geri dönmüştünüz... Ya aslında o sırada ne konuştuk, ben ne dedim, hiç bir şey net değil şimdi. Beylelmilmel filan demiş olabilirim. 15 yaşında çocuk gibi heyecanlanıyorum. Yüz kere anlattım bunu ama şu anda detayları hiç hatırlamıyorum. Neyse, öyle işte.

Nasıl biri bu Sırrı Süreyya? İnsan inanamıyor. Yani bu kadar sıcak olunur mu? Bu kadar insan? Hiç tanımadığı bir insana bu kadar yakın davranabilmek nasıl mümkün? Öyle çiğ çiğ olmadan, insanın gözüne gözüne “ben ünlüyüm ben” diye sokmadan... Ayaklarım yerden kesilmiş içeri giriyorum. A.K. ve Duygu’ya anlatıyorum. Ya oturabilsek keşke, sohbet edebilsek... Biz onunla rakı sofrasında oturup sohbet etmeyi düşledik hep, diyor Duygu. Evet ya, evet, diyorum, ne güzel olmaz mı? Öyle yavaş yavaş, yiye içe, güzel güzel konuşa konuşa... Anma toplantısı da güzel oluyor, samimi, ama benim aklım dağılmış bir kere. Çocuk gibiyim işte böyle...

Sonra dün, A.K. diyor ki, “bu Baran var ya bizim Baran?”

“Evet var”. (Ya o da ne muhteşem bir kız, içten patlamalı, ya da nükleer enerjiyle çalışan, fır dönen, düşündüğüyle dediği bir..)

“Sırrı S. Önder’e mail atmış.”

“Evet?”

“O da ona mail atmış, sonra oturup bir yerde kahve içmişler.”

“A.K. ne diyorsun sen?” A.K. ballandıra ballandıra anlatıyor. “Ne kadar kıskandırdı beni,” diyor. Üstelik Sırrı Beyden izin almış Baran, ben bunu şimdi anlatırım abarta kabarta, demiş. O da gülmüş, izin vermiş J

Eh be Baran, ben şimdi ilk karşılaşmada sana her bir detayı noktasına virgülüne anlattırmam mı? Sonra da, bu kadar kıskandırılır mı bir insan evladı diye senin etlerini bükübüküvermem mi? Ah be Baran, aferin sana can Baran, ne güzel etmişsin sen öyle. Çok uzun zamandır hiç bir şeye imrenmedim ben bu kadar...

Kısmet,

Bir bakarsın bize de konar J

marruu