9 Şubat 2010

Brüksel-Brugge


Perşembe öğlen Brüksel trenine biniyoruz. Bir gece kalıp Brugge’e geçeceğiz. Sonra tekrar Amsterdam. Brüksel dünyanın en sıkıcı, insanları en asık suratlı şehri. 2.5 saat aranın bu kadar fark yaratması şaşırtıyor bizi. Otelin resepsiyonundakiler bile maske maske gülümsüyor. Şurayı burayı dolaşıyoruz ama hava dehşetli soğuk ve yağmur her yerimizi ıslatmaya kararlı bir şekilde yağıyor. Gidip o işeyen heykeli görüyoruz: Allahım, heykel minicik bir şey. Bu mudur kardeşim, diyoruz. Gerçi o kadar moralimiz bozulmuş ki, heykel at kadar olsa da yaranamayacak bize. Dantelmiş, çikolataymış, kandıramıyor hiç bir şey. Zaten dantel hiç açmaz, anneannemin dokudukları sandıklarda bitlendi herhalde çoktan. Ki buradakilere ciddi ciddi, “ayy ne kro,” deyip geçiveriyoruz dantel profüsürleri olaraktan. Çikolatalar ise evet, iyi, tadları güzel ama yok köpek şekilliler, yok meme-sütyen tamlamaları filan... Hiç olmuyor kardeşim, ucuz pazarlama teknikleri yüreğimizi iyice soğutuyor.

Sabah 8.27’ye alıyoruz Brugge tren biletlerimizi. Oranın güzel olduğunu umuyoruz; hatta içten içe yalvarıyoruz iyilik cinlerine. Bir tutam da tebessüm yetecek aslında bize. Brüksel koyu renk takım elbiseli, deri çantalı, çook mühim işlerle iştigal eden kadın ve adamların memleketi. Bize gelmez, bir kere daha anlıyoruz.

Brugge’e vardığımızda yine yağmur yağıyor. Merkez istasyonda kilitli dolap bulup ağırlıktan sırtımızda hörgüç tomurcuklatan sırt çantalarımızı içine tıkıyoruz. Otobüse binmek istemediğimiz için bir harita alıp şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Yağmurdan haritamız yufkaya dönüyor. Galiba Belçika’da yağmursuz bir gün bile geçmiyor. Gelmese miydik, diye hayıflanırken etrafın güzelliği sözümüzü geri aldırıyor. İçerilere doğru girdikçe ağzımız açık kalıyor. Şehrin dokusunu bozan hiç bir şey mi olmaz? Her yer bir başka film için hazırlanmış gibi. İnsanların buralarda gerçekten yaşıyor olmaları inanılmaz geliyor bize. Muhteşem bir göl, gölün kıyısında bahçesinde ördekler filan dolaşan evler. Kafe filan değil, bildiğimiz evler. Laz müteahhitler buralara pek uğrayamamış sanırım. Seviniyoruz haliyle.

Bütün Brugge’ü yürümek öğleye kadar bitiyor. Trenimize binip Brüksel’e geçiyoruz. Yol 1 saat sürüyor. Yan taraftaki orta yaşlı kadın dut gibi sarhoş. Söylediği hiç bir şey anlaşılmıyor. Hatta ben önce kadını konuşma-işitme engelli filan sanıyorum. Sonra kadın inmek için ayağa kalkıyor. Tren hafifçe yalpalıyor. Hoop, kadın sırt üstü düşüyor. Burcu’yla ben önden çekerken iki kişi de arkadan ıkına sıkına ittirip kadını kaldırıyoruz. Kadın jövö mövö bir şeyler diyor ama anlamama sebebim Fransızca bilmemem değil. Muhtemelen başka bir diyardan sesleniyor. Kadının çantalarından birini alıp kapıya yöneliyorum. Yolda bir valiz. Gülümseyerek valizin sahibinden valizini çekmesini rica ediyorum. Hemen kapıya ulaşmalıyız yoksa arkamdaki yarmagül üzerime düşebilir. Veya kusabilir. Valizin sahibi çok net bir tonla beni azarlıyor. Beklemeliymişim, o da kapıya gidecekmiş. In a minute! Arkamdaki bayanın sıkıntısı olduğunu, o nedenle acele ettiğimi söylüyorum. Artık gülümsemiyorum, ama onun gibi havlamıyorum da. İşaret parmağını kaldırıp 5 yaşındaki miso’yu azarlıyor yine.Ben de, “çok haklısınız kibirli kraliçem,” deyip arkamı dönüyorum. Kadıncağıza fıttır geliyor. Benim yarmagül de, tartışma çıkmış olmasına üzgün bir şekilde, no problem türü bir şey söyleyip kadına sarılıyor ve şaap diye öpüyor. Bir keyifleniyorum ki, sormayın gitsin. Umarım yalamıştır da :)

1 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Hep derler, Brugge Brüksel'den sevimlidir, güzeldir diye de, bilemem, göremedim henüz.
Sizinki kadar yağmurlu olmayan bir zamanda görsem, bilebilirim, amma!
:))