18 Kasım 2010

Ev benimdi...

İlk gün sabah derse gittim. Sonra babamı dışarı çıkardım. Gece de sınavı hazırlayıp bitirdim. Bir bölüm dışında yani; umduğumdan uzun sürdü çünkü. Ama olsun. Sakindim. Ev sessizdi, ev benimdi, ve kedinin.

İkinci gün derslerden birinin notunu yüzde otuz etkileyecek ödevi yazmaya başladım. Asistan 10 makale okusan yeter demişti, ama yetmiyor işte. Bilmiyorum ki, yirmiye ulaştım galiba. Bu gidişle de yaz yaz bitmeyecek. Ama olsun. Başka bir şey yapmam gerekmiyor evde. Yalnızım. Arada bir şeyler yemek için kalkıyorum. Sonra tekrar işin başındayım.

Üçüncü gün ‘Marxist feministler ne demiş, kimleri nasıl eleştirmiş, nelere ne çözümler getirmiş, diğerleri onlara ne demiş, kimileri de artık terbiyesizce eleştirmiş’leri öğrendim. Üzerine de ne anladığımı gösteren bir rapor yazdım. Böyle bitti gün, zira yüz yirmi sayfaydı makaleler toplamda, yerimden son kez kalktığımda başım döndü, midem bulandı. Ama olsun, kediye baktım, o bana baktı, hafifçe yerinden doğruldu. Gel dedim, geldi. Gidip yattık.

Bugün sınavın kalanını bitirip yolladım. Ödevin çıtır olmuş bir iki yeri vardı, onları çözdüm, sevindim. Geri kalanını nasıl yapacağımı düşündüm, bir çözüm bulduğuma inandım. Rahatladım. Ev hala benim. Çok çok sakinim. Bir tür delilik hali gibi.

O kadar mutlu bir bayramdı ki bu... O kadar sakin, sessiz ve huzurlu. Hava kararmaya başlayınca tepe lambalarına hiç yüz vermeden hep abajurları yakarak... Her daim kokulu mumlar eşliğinde... Kimi zaman müzik bile açmadan, yalnızca evin sesini dinleyerek... Önümdeki kağıtlardan birini kaldırıp diğerini okuyarak... Arada bir gidip kedinin kulağını gıdısını öpüp okşayarak... Kendimi, sakinliğimi düşünüp, yapmak istediğim şeyi yaptığım için duyduğum sevinci tadarak...

Arafta kaldım.

Kalbim çok parça...

marruu

31 Ekim 2010

Napiyosun Miso?


Napiyorum ben? Hafta boyunca derslere giriyorum. Örtmenim ya işte. Sınıf süper allahtan. Nasıl pozitif bir elektrik. Bir iki artist tripli var ama iyi niyetli çocuklar. Çook büyük derdim havası oluyor arada, ama nedir, çok bilemiyorum. Zaten tenefüste de kakır kıkır ederken gördüm bir kaç kere; demek derin bir dert yok; pozlar da çok uzun sürmüyor zaten.

Başka napiyorum? Mastır yapıyorum ya a dostlar... İki ders aldım ala ala, ama her hafta eşek yükü okuma. Yahu, dedim kendi kendime, profesyonel öğrencilik ne muhteşem bir şeymiş. Kıstır kitabını kirpini koltuk altına, koş okula, arada bir mızıklan yok ödev, yok yükümüz ağır filan diye, missss. Miso ne hallerde? Akşam oğlanı alıp eve dönünce efendim yemek, oğlum ödevin, aferin getir imzalayayım (yoksa eksi alıyor garibağn), hadi çocuum kaka, kıçını da yıka, dişini de fırçala... Beyfendi 9:30’da ışığını söndürünce ben de alıyorum okumaları mutfağıma çekiliyorum. 10:30 itibariylen bir gözüm kapanıyor yorgunluktan. Yılma! Başar! 11:30 maksimum. Haydi yallah. Becerdik şimdiye kadar, hadi maşallah.

Geçen gece (2 hafta kadar oluyor) müdürüme dedim ki, sunumum vardı, diğer hocanın makaleleri okuyamadım, sofrayı toplayıvirsen? Bir de çamaşırı asıvirsen... Ama nasıl kediyim, azıcık da eziğim. (En uyuz olduğum miso halleri) Ha, senin bu mastır da... türü bir şey dedi. Aşkolsun, diye fışkırttım ben de. Gözlerimi belerttim biraz. Ama başka da bir şey demedim, çıktım yukarı, o da yaptı işleri güçleri. Sonra anladı sanırım böyle demenin hafif eşeklik olduğunu, şimdi ediyor yardım filan. Hatta kimi zaman yardımı da geçiyor; resmen ben rica etmeden yapıyor, helelooy. Hayır ben karşısına geçsem, elimi de belime koysam, kardeşim geçen hafta 5 gün tekne gezisine giden ben miydim? Desem mesela, şöyle aldığı iki keyfi boğazına boğazına dayasam? Olmaz işte yapamam ben öyle. Neyse, o da biliyor öyle demeyeceğimi, ama böyle içimden geçireceğimi de biliyor galiba, hallediverdi işleri sağolsun. Ağzımdan çıkanı durduruyorum ama içimdekine çok gem vurulmuyor. Baygın gözlerime mi vuruyor ne...

Bu arada okuyorum, okuyorum, üzülüyorum okuduklarıma. Yapıcak bir şey yok, tarih boyunca ezilmiş kadın. Hiç bir ekonomik yönetim biçimi, din, ilim-bilim işe yaramamış. Öyle ezemezsek böyle ezeriz olmuş. Öyle yani; üzülüyor insan. İnsan miso... Durun yahu, belki ben bir çözüm bulurum. Ha, tabi...

Durum budur yani

marruu


17 Eylül 2010

Perişan…


“Çıkıp yücesine seyran ederken
Gördüm ak kuğulu göller perişan
Bir firkat geldi de durdu ağladım
Öpüp kokladığım güller perişan…”

Çok zaman geçti üzerinden; yirmi yıl. Ben İstanbul’da bir yalnız. O Eskişehir’de bir yalnız. Peki, tamam, bir sevgilisi var, ve fakat zaman zaman ne kadar da hoyrat, ne kadar da can yakıyor. İktidarcı bir erkek. İktidar mı? Farkında bile değiliz, iktidarın tanımı bile yok. Olan biten, arkadaşıma olan davranışları, bana olan davranışları o kadar normal ki bize göre. Entelektüel; ya da bize öyle geliyor-o zamanlar bu kelimenin anlamı/hacmi iki küçük kız için ne olabilir ki-işte bu yüzden ikimiz de ölesiye onaylıyoruz onu. Arkadaşım karşılıyor beni o buz gibi toz içindeki şehirde; beni sevgilisinin evine götürüyor, orada kalıyoruz. Başka kalacak yerim yok zaten. Bak sana ne çalıcam, diyor sevgilisi. Plağı pikaba koyuyor: Hümeyra; Perişan. Ama o plak dönüyor, benim içim dönüyor, ruhum dönüyor. Bu nasıl bir şarkıdır, yalnızlığımı, içimdeki sonsuz boşluğu bu kadar net ifade eden nasıl bir sestir-sözdür-hümeyra’dır bu? Kaan, diyorum, bu nedir, kimdir bu? Ağlamaya başlıyorum. Şaşırıyor. Şarhoşlar gibi ağlıyorum Perişan’a. Bir yandan şarkıyı duyuyorum, bir yandan plağın hırş hırş sesini. Hümeyra her yerimi sarıyor, bir yandan vuruyor, bir yandan öpüp kokluyor gibi. Hümeyrağ diye fısıldıyor. Sonra tabi içiyoruz, çok çok içiyoruz. Yalnızlığımızı, çıkışsızlığımızı, mutsuzluklarımızı konuşuyoruz. Hiç güzel bir şey yok, hep bunları konuşuyoruz, hep Perişan ezgili-sözlü duygular. Sonra zamanı geliyor, ben dönüyorum İstanbul’a, onlar orada kalıyor. Şanslı addediyorum arkadaşımı-kendimi de yapayalnız ve perişan; oysa o da başka perişan. Üstelik farkında bile değil, ve tabi ben de farkında bile değilim. Sonra, bir zaman sonra, bir sürü emekten sonra farkına varıyor, ve beraberce varıyoruz. Öyküyü farklı bir noktadan okuyup çaresizce birbirimize bakakalıyoruz.

Böyle işte. Bugün Hümeyra’nın “Benim Şarkılarım”ını aldım. Afacan Beşler bilmemnerede serisinin beşinci cildini almak için girdiğim kitapçıda gözüme çarptı albüm. Bir ümit, acaba albümde “Perişan” da var mıdır diye elimi uzatıp, bir buruk sevinçle alıverdim albümü. Yirmi yıl öncesinin hala sızım sızım sızlatan şarkısına kavuştum bugün.

Çok hüzünlüyüm o yüzden
Çok yalnızım
Perişan’ım…

marruu

31 Ağustos 2010

Ağustos da bitti …


Muhteşem tatillerimizden döndük ay ortasında. Önce Antalya’ya gittik; Adrasan’a. Ama özellikle en sıcak zamanında gittik ki eziyet olsun, çıldıralım ailecek. Çıldırdık netekim. Tabi bütün gün sahilde bikini-mayo oturup bira iç, su iç, yine bira iç; ve bittabii koş tuvalete. Ama sahilde gebeş durumlarında olduğumuz için gece dışında sıcak çok da sıkıntı yaratmadı. Ve fekat, sevinme miso, daha sırada Kumla var. Ya var ya, hiç bu kadar kötü bir Kumla durumu olmamıştı. Sıcak bir yana, gittiğimizin ertesi günü Ilgaz kusa zıça perperişan. Cuma günü de aynı durumda Miso… Zaten denize filan girilmiyor, hava pıf demiyor. Çok şükür, bu seneki mecburi hizmet de bitti dedik mutlu sona ulaştığımızda.

Ankara’ya döndüğümüz gün telefon. Efendim bizim kızımız Bilkent’i kazandı, hazırlık sınavını atlamak için yardım rica ediyoruz. Telefonunuzu şundan aldık. (Şu da bu sene mezun olmuş, ne güzel ne güzel). Yaşasın, tabi tabi olur. (Ders olunca Ağustos 31 gün, olmayınca 51; bildiğiniz gibi değil, sonlara doğru sıkıntıdan kudurup gördüğüm öğrenciye saldırıyorum. Eh duygusal anlamda da hiç fena değil, heheh) Sonuçta başladık derse.

Komşumuzun torunu da geçen sene kazanmıştı Bilkent’i. Bir dönem hazırlık okudu, sonra ikinci dönem dondurup Los Angeles’da yaz okuluna gitti paşam. Tabi tabi, İngilizce’ye fayda sağlayacak. Bu arada bu komşumuza ben deli divane olurum; ki Miso’ya komşu dendi mi pıhh cırr diye kaçıkaçıverir. Bu komşumuza Burcu da ben de Nermin anne deriz, filan yani. Efendim paşam padişahım da benim bu öğrenci gibi bu eylülde sınava girecek. Özel öğrencimle derse başladığımızda Nermin anneye dedim ki sizin oğlan da gelsin, materyalim de hazır, hemen ilim irfan fışkırtayım. Bir hafta geçti, kaldı bir hafta, oğlan yok. Ya Nermin anne, niye gelmiyor bu sıpa, bak bir hafta kaldı. Kızım kendine çok güveniyor o, dedi, gözleri de yerde. İyi dedim ben de, madem öyle peki bakalım.

Sınav yarın ve öbür gün. Tip bugün teşrif etti. Ama o ne hava yarabbim; bende o özgüvenin, o karizmanın yarısı yok. Başladım anlatmaya: Şu bölümde şöyle sorular var biliyorsun, taktik bu. Bu arada tipin yüzüne bakıyorum, soru tipinden pek haberi var gibi görünmüyor. Bu bölümde de soru tipi şu, bak şuna buna dikkat et. Aman bir şaşkınlık, anaflaktik şoka girecek. Alt dudak büzüldü; “Amerika’da böyle değildi sınav,” demez mi? Canım benim, günaydın, sınava Amerika’da mı gireceksin? Demedim tabi, ama nasıl bir ağzına ağzına vurma isteği… Seni sığır, senin anan baban ev alacakları parayı sana beş paralık fayda sağlamayacak eğitimine ayırıyorlar da, sen sınavda çıkacak soru tipini öğrenmeye bile zahmet etmiyorsun diye bağırma hissi…

Yapacak bir şey yok. Geçer kalır bilemem, benim derdim Nermin teyzenin üzüntüsü. Kadın hem üzülüyor, hem öfkeleniyor, hem de utanıyor. Yazık yahu, kimsin sen be!

pıhhh

19 Temmuz 2010

Çakma bilim adamı


“Anneeaa...”
“Efendim oğlum?”

Yanıma geldi tip, elinde iki çay kaşığına bağlanmış bir pil. Pilin hemen ilerisinde de bir düğme. “Anne bak, şimdi ağzında ekşi bir tad olsun ister misin?”
“Bilmem. Nasıl olacak?” O kaşıklar, pil... İçim korku dolu...
“Anne bak şimdi, sen bu kaşıkları ağzına al, korkma korkma, üç volt...”
“Evet...?”
“Ben ayarlıycam... al al (kaşıklar ağzımda artık, eheh, bu arada bir düğmeyi çeviriyor.) Geldi mi ekşi tad?”
“Yok, gelmedi.”
“Dur... (düğmeyi daha da çeviriyor; kaz miso, geldi desene).
“Ay geldi!” Kaşıkları ağzımdan çıkarıyorum. “Tamam annecim, bravo. Oldu ekşi tad.”
“Nasıl oldu?”
“Ee, sen yaptın şimdi, pille oldu...” (Neyi soruyo be, dalga mı geçiyo?)
“İyi tamam, ehehühehehheee...” Bağıra bağıra seyirtip gitti. Ben de tebessüm ettim evladımın başarısına. Allah zihin açıklığı versin, maşallahı var, neler icat edecek işallah...

“Anneeaa...”
“Efendim?”
“Şimdi sen tekrar al kaşıkları...”

Anam o ney? Bu sefer kaşıkların ucundaki kabloyu adaptöre bağlamış.
“Eeee?”
“Korkma korkma, 12 volt.”
Sıçtırma belana diycem, kendimi tutuyorum. Yani ben kaşıkları ağzıma alıcam, o da adaptörü fişe sokucak. Allah mahfaza adaptör bozuksa ağızdan alıcaz 220 voltu.
“Oğlum saçmalama, bak sakın kendine de yapma. Allah korusun bi saçmalık olur, çarpılırsın. Kuş kadar aklımız var zaten genetik olarak...”
“Hayır, kuş kadar değil.”
“E iyi, incir çekirdeği kadar. Yürü git ya allah allah. Hayatta yaptırtmam öyle şey, kendine de yapma.”
“E kime yapıcam ben?”
“Kimseye yapma çocuum, bak zarar falan verirsin, lütfen.”

İkna oldu deli. Ya allahım, olacak iş mi. Oldu olacak ver elime kabloları, sok direk prize.

Töbe

marruu

11 Temmuz 2010

Roma :))


Çok yorgunum. Çok hem de. Hala tam anlamıyla dinlenemedim. Gerçi pek erken de yatamıyorum son zamanlarda ama fiziksel olarak hiç bir ilerleme yok. Sebep: Efenim, zat-ı şahanem geçen hafta 5 gün Evropa’nın çizme kılıklı memleketinin başkentindeydi. Bu sefer Burcu’suyla değil ama; müdürüyle.

Roma her anlamıyla insanı görsel olarak sersem edecek kadar zengin bir şehir. Ve güzel. Antik mi bakmıştınız? Buyrun Colloseum. Zamanında gladyatör abilerin dövüştüğü yer. Modern? Sizi müzelere alalım, Klimt’imiz filan var. Ara dönem? Vatikan’a koşun, resimlerden fresklerden dibiniz düşsün.

Memletimin yüzde doksan dokuzunun kabul ettiği varsayılan inanç sisteminin estetik bağlamda bizi nasıl da kör-topal bıraktığını görünce insan kahroluyor. Evet, tamam, oradaki resimler-heykeller de çoğunlukla dini içerikli. İsa ve kuzu, İsa ve anası, anası ve kuzu, İsa çarmıhta, göğe yükseliyor, bak geri geliyor gibi bazı kombinasyonlar çoğunlukta ama var mı resim? Var mı heykel? Var. Budur. Renkler, ifadeler, tabloların büyüklüğü insanı sarhoş ediyor. Başka heykeller de var. Apollo var mesela; ki bittim ben kendisine. Ya da Hades’in Persephone’yi yer altına kaçırdığı anı sahneleyen bir heykel var ki akıllara zarar. Kadın kaçmaya uğraşıyor; yeraltı tanrısı parmakları kadının baldırlarına gömmüş, kıpırdamak ne mümkün. Akşam baktım otelde, gerçek vücutta da öyle görünüyor, eheh. Yaşa vallahi. Ama bunlar bize gelmez, memeler hep açıkta.

Zengin aileler varmış, ama çok zengin. Mesela adamın bahçesi OTTÜ arazisi kadar. İçinde dağınık bir şekilde villalar. Villaların içinde de resimler, heykeller. Ama emekli olup resim kurslarına giden kadınların/adamların resimleri değil. Michelangelo’nunkiler mesela. Nasıl? Eheh. Caravaggio’nun, Rafael’in... Nasıl bir alım gücüymüş arkadaşım; nereden gelmiş değirmenin suyu diycem, SENİSIĞMİSO olucak. O ailelerin bir kısmı da hala duruyor. 500 yıl önce kurdukları banka da. (Bakınız Medici familyası)

En çarpıcı yerlerden birisi Vatikan’dı. Bildiğiniz darphane. Bunlar bağımsızlığı Mussolini’den koparmışlar. Artık neyin pazarlığı sonucunda böyle bir şey olduğunu bilmiyorum. O zamandan beri de (galiba 1929’du, tam hatırlamıyorum) iyice coşmuşlar. Ve fekat, muhteşem. Sistine Chapel’i gezerken ben Michelangelo’yu sevgiyle andım. Yazarken bile heyecanlanıyorum. Anlatacağım hiç bir şey orada gördüklerimi yansıtamaz, içimde uyanan hayranlığı tarif edemez. Bu nasıl bir yetenekmiş; insan şaşakalıyor. Şapelin tavanında bir süre yardım almış ama bakmış ki olacak gibi değil, almış fırçayı eline, yapmış resmini kendisi. Sonra da duvarlardan birini öyle boyamış. İnsanın aklı çıkıyor.

Vatikan’da bir de duvar halılarının sergilendiği bir koridor vardı ki, o da akıllara zarar bir başka durum. 10 metrekare halılardan birinde bir İsa figürü. Koridora sağdan girdik, adamcağız bir kolunu açmış bize bakıyor. Biz ilerledikçe o da bize doğru dönmeye başladı. Bildiğimiz üç boyutlu bir figür gibi; vücudu dönüyor, şaka değil. Aman dedim, adam geliyor, zaman bu zaman.

Benim en merak ettiğim yerlerden biri de Pompei’ydi. Araba kiralayıp 3 saatte ulaştık. Sağolasın Vezüv, Pompei olduğu gibi korunmuş bir yer. Amfi-tiyatroları, binaları, sokakları duruyor. Duvarlarda freskler, havuzlarda heykeller bile var. Sanki tozlanmasın diye geçici bir süre üzeri örtülmüş gibi. Bir de tabi ziyaretçiler de zarar vermemiş. Rudolfo buradaydı, Angelica aşkım gibi yazılar yok. Adamlar yazmamış, bozmamış işte. İstesen yazamaz mısın? Yazarsın bittabii; ben miso vaz hiyır yazdım mesela her duvara. Plaket verdiler. Şehin gayet içinde bir de genelev vardı. İçinde odacıklar, her odacığın kapısının üzerinde de pozisyon freskleri. Gelen müşteri çalışan kadının dilini bilmiyorsa istediği şeyden mahrum kalmasın diye çizilmiş. Vay be, işte iletişim, işte müşteri memnuniyeti. Acuk da erkek egemen keyif hedefleri tabi.

Geri döndük ama tadı damağımızda kaldı. Yine gidilir dedik; bu sefer Burcu’mla ama. Aynı kiliseler yine gezilip, çın çın öten org sesinde yine ağlanır.

Muhteşemdi. Tek kelimeyle...

marruu

24 Haziran 2010

Misocin miyim, neyim? :)

“Welcome.”
“Tenk yu.”

Masada üç bayan hoca oturuyor. İkisi gülümsüyor, birisi not almak üzere başını hafif bir açıyla masaya doğru eğmiş ama arada beni de süzmekten geri kalmıyor. Ben? Hazırlık atlama sınavını yeni teslim edip koşa koşa mülakata yetişmişim. Mutluyum ama yüzüm kıpkırmızı ve ter içindeyim. Pardon, tülbent var mı, diye sormamak için kendimi zor tutuyorum. Dışarıdaki kızlarla 5 dakikada iletişime geçmişim. Herkes mülakattan çıkan kişiye “ne sordular,” diye hücum ediyor. Çıkanların alı al, moru mor. Şunu okudunuz mu, neden şunu çalışmak istiyorsunuz, gibi şeyler sormuşlar. Mülakat İngilizceymiş. “Hepsi mi?” diyor biri. (Allah allah, yarısı olur mu yahu?) Bir başkasının aklına bir şey geliyor, “Uçan Süpürge’de bilmem ne ödülünü kim almıştı?” diyor. Kimse bilmiyor, internete girip bakalım, sorarlarsa seyrettik deriz gibi kasaba kurnazlıkları falan dönüyor. Ben sağ köşeye doğru pısıyorum. Açlıktan şekerim düşmüş, elimdeki iğrenç meyve suyuyla geçici çözüm üretmeye çalışıyorum. Benden önceki 15 dakikada çıkıyor. Sıra bende.

“Bir şey sormak istiyorum. Neden tezsiz?”
Gülesim geliyor. Neden mizah? eheh
“Korktuğum için,” diyorum.
“Neden korkuyorsunuz?”
“Tez bürokrasisinden. Oranın virgülü, buranın paragraf boşluğu gibi şeylerden,” diyorum. “Mezun olalı çok oldu. Bu beni cidden ürkütüyor.”
“Peki bu kadar zaman sonra neden geri dönmek istiyorsunuz? Aniden mi aklınıza geldi?”
“Geçen sene bir öğrencim sosyolojiye giriş türü bir ders almıştı. Ben de hocadan izin alıp derse izleyici olarak katılmıştım. Okudukça hoşuma gitti. Şimdi de ilgimi çeken bir alanda bir yol gösterici eşliğinde sistemli okuma yapmak istiyorum. Evet, kütüphane orada duruyor ama ne okuyacağımı bilmiyorum, rasgele seçmek istemiyorum,” diyorum.
“OK, tenk yu,” diyor hocalardan biri.
Yüzüne bakıyorum. Gireli daha beş dakika olmamış.
“Gidebilirsiniz,” diyorlar. Gülümsüyorlar ama. İyi bir şey.

Dışarı çıkıyorum, bayanlar yanıma üşüşüyor. Bu arada benim üzerimde dizimin üzerinde bir şort, askılı bir tişört ve sandaletler var. Kızların hepsi fönlü. İki üç tanesi mini etek-ceket kombinasyonu yapmış, makyajlar ful. Topukların maşallahı var. Ya onlar-ya ben, ortası yok. İçim sıkış sıkış, sınav olmasa biraz daha özenli bir şey yapıcam, biraz boyanıcam belki ama, zaman da olmamış. Neyse, ben de farklı bir kontenjandan girerim, ehehe.

“Ne sordular?”
“Neden tezsiz diye sordular.”
“Neden bu kadar erken çıktın?”
“Teşekkür ettiler, çıktım. Size kolay gelsin. Hoşçakalın.”

Dün liste açıklandı, kabul edilmişim. Artık bana da kolay gelsin. Artık huzurlarınızda mastır öğrencisi miso var. Yaşasınnn!

marruu




29 Nisan 2010

Uğursuz insan(ımsı)


Bölüm 1:
“Bana bak missoo, bana laf sokma tamam mı?”
“Ne, ne lafı?”
“Bana baakk!” Bu arada üzerime yürüyor, elini kolunu sallıyor. Bir iki cümle daha, ve,
“Sktr git!” Bir kere daha. Bakakalıyorum.
“Sen ne terbiyesiz bir adammışsın!” Sesim giderek küçülüyor.
“Ben senin ne mal olduğunu biliyorum!” Aynı cümleyi bir kaç kere tekrar ediyor. Sonra çıkıp gidiyor.

Ben ne mal olduğumu bilmiyorum. Söyle de cümlemiz öğrenelim diyemiyorum. Böyle bir şeye o kadar hazırlıksızmışım ki. Ama o anda bunu da bilmiyorum. Bir saat ağlıyorum; astım ataklarının sınırlarında gezerek ağlıyorum. Sonrası ev.

Laf sokma filan yok. Gerçekten yok. Hem laf soktuğumu düşündüğü anda, hem de küfür ettiği anda etrafımızda insanlar var. Allahtan. Şahit var yani.

Bölüm 2:
Araya hafta sonu giriyor. Bulaşmasın yeter. Bütün haftasonu eşimi bu işin dışında kalmaya söz verdirerek geçiriyorum. O diyor okula geleyim, bir de bana anlatsın ne mal olduğunu, ben diyorum lütfen bir de sen stres etme. Ne saçmalık. Gelip adamı mı dövecek? Neredeyiz biz yahu! Burası benim canım okulum değil mi?

“Günaydın miso.”
İnanamıyorum. Dalga geçiyor olmalı. Galiba hiç bir şey olmamış gibi davranmamızı bekliyor.
“Ben seninle hiç bir surette muhattap olmak istemiyorum,” diyorum.

Yine çıldırıyor. “Evet, peki özür dilerim, günaydın dediğime özür diliyorum ama.” Bar bar bağırıyor. Öğretmenler odasından çıkmam lazım, yoksa bayılıcam. Kalbim patır patır. Yan taraftan diğer arkadaşlar geliyor. “İşte bak, tribünlere oynuyorsun, kaç sen kaç, utancından kaçıyorsun.” Ya bu adam ne diyor? İnsanlar onun bağırtısına gelmiş, o hala bana saldırıyor. Bölüm başkanından görüşme talep ediyorum. Ders bitiyor, bir bakıyorum eşim gelmiş. Seni yemeğe çıkarmaya geldim, diyor. İkinci olayı anlatıyorum, beraber bölüm başkanına gidiyoruz. Bizi dinliyor, size geri dönücem mutlaka, diyor. Sonra şahitleri dinliyor. Sonra da saldırgan arkadaşı dinliyor.

Sonuç:
Bölüm başkanı bilgi vermek için bana geri dönmüyor. Saldırganın öğretmenler odasını değiştirip oradaki insanları huzursuz ediyor. Saldırgana hiç bir şey olmuyor. İlk dönemki öğrencilerinden biri benim sınıfımda. İlk dönem boyunca karşılıklı küfürleştiklerini söylüyor. Bu konudan kimsenin haberdar olduğunu sanmıyorum.

Bir hafta boyunca ilaç kullanıyorum çünkü olanlar, olabilecekler, alternatifler ve daha binlerce şeyin girdabından kurtulmayı başaramıyorum. Şimdi çok daha iyiyim. En azından korkum geçti. Aslında şimdi daha iyiyimden öte, öfkeliyim. Ve ne yazık ki artık hazırlıklıyım. Bir daha böyle bir şey yaşadığımda bu kadar ağır bir darbe almayacağıma eminim. Ama kafamda tabi ki hala bir sürü soru.

*Bu adam eğitimci, bu eğitimci adam anlamadan dinlemeden kendi kafasında bir takım kararlara varıp bir kadın meslektaşının üzerine yürüyüp küfredebiliyor. Bir özür dilemeyi aklına bile getirmiyor veya beceremiyor.
*Bu adam evli ve çocuk düşünüyor.
*Bu adam öfke kontrolünden çok ciddi anlamda yoksun; bir an önce profesyonel yardım alıp bu sorunu çözmesi gerekiyor.
*Bu adam hakkında hiç bir şey yapılmıyor.

Olayı danıştığım herkes bu işi eşimin çözmesi gerektiğini, bu tip adamların ancak bu dilden anlayacağını söylüyor. Böyle bir çözüm beni kahreder aslında, ama ne yazık ki ben de yavaş yavaş bu şekilde düşünmeye başladım galiba. Belki de biraz alçı bu arkadaşın zihnini açıp, duyduğu şeyleri daha berrak bir kafayla düşünmesini sağlayabilirdi. En azından bundan sonraki maceraları için.

Böyle oldu işte. Bir saldırganın gazabına uğradım. Çok mutsuzdum ama toparladım.

Bir de teşekkür: Beni hiç yalnız bırakmayan Köşenin Delisi’ne tabi ki...


marruu

6 Nisan 2010

Harikulade bir gün...


“Eğğğ Miso abla, benim karnım ağrıyor...”
“Ay Mertcim nooldu?” Aman, çocuk arkada iki büklüm, dizlerini göğsüne çekmiş, surat kıpkırmızı. Mertcim komşumuzun oğlu, lise ikide, her sabah bizimle geliyor. Dağda oturuyoruz ya, böyle birbirimize yardımcı oluyoruz ulaşım konusunda. Beğğğ...

“Miso abla ben çok kötüyüm, annemleri aradım, konuşur musunuz?”
“Alo, Misocum, merak etme, onun ağrı eşiği biraz düşüktür, babası gelip alır şimdi.”
“Tabi tabi.” Mecburen annemlerde duruyoruz. Mert’i içeri taşıyorum, diyebilmek isterdim ama Mertcim 1.90 boyunda bir deve sonuçta; sadece yolu gösterebiliyorum. Babam muayene ediyor ama benim fırlamam gerekiyor. Olduu, hoşçakalın. İçimde sıkıntı kumkuması; çocuğa bir şey olursa filan...

Okula ulaşıyoruz. Ilgaz’ın geçen hafta unuttuğu beden çantasını bulması lazım. Nizamiyedekilere tembih, Ilgaz’a akşam eve yine bir şeyleri unutarak geleceksen kendini de unut demek için duyulan dayanılmaz istek ama cümleyi yutuş, bölüme uçuş. İkinci el kıyafet satışı için evden getirdiğim bir koca torba kazak vesaireyi Deniz hocanın odasına koyup bizim binaya fırlayış.

Derse girmek üzereyim. Telefonları kısmam lazım. Aaa, telefonlardan biri yok. Nerede? Çantanın her yerine bak; yok. Koşup gidip arabaya bakmak lazım ama gidemem; hem araba üst otoparkta, hem de ders başlamak üzere. İlk dersin tenefüsünde de gidemiyorum çünkü tezi için dersimi izlemeye biri gelecek. Neyse, dört ders de bitiyor, toplantı öncesi kantinde bir şeyler tıkıştırıp önce Deniz hocanın odasına gidiyorum. Torbaya düşmüş olabilir mi? Torbayı karıştırıyoruz; pazarcılardan beter haldeyiz. Biz eşelenirken müdürümüz xxx bey en sevimli suratıyla bizi süzüyor. Telefon yok. Arabaya koşuyorum. Heeey, kenara düşmüş. Tekrar fırlayıp toplantıya yetişiyorum. Tabi ki geç giriyorum ve o anda sırtıma bir tülbent sokacak adamın kırk yıl kölesi olacak durumdayım.

Anlamsız bin şey dolu toplantıdan sonra uçarak söz verdiğim yere gidiyorum. Aaa, bu sefer de hırkam yok. Kantinde mi bıraktım acaba? En sevdiğim hırkam o oluyor birden bire. Yapcak bir şey yok. Arkadaştan çıkıp özel derse gidiyorum. Çocuk bugün ekstra bir pırıltılı.
“İğne ve kumaşla ne yapılır xxxcim?” Cevabı Türkçe bekliyorum.
“Örülür.”
“Yok, o şiş ve yünle yapılır.”
“Haağğ.”
“Ne yapılır peki İĞNE ve KUMAŞLA?”
“Dokunur”.
Hım, evet, eben, tamam pes ediyorum. “Dikilir, değil mi xxxcim?”
“Aa, evet.”
Duyan da Finlandiyalı filan zannedecek. Düpedüz bizden biri yahu! Hep mi ekmekle beslenir bir insan!

Eve geliyorum. Gün bitti mi acaba? Bitsin istiyorum. Bitti galiba. İyi geceler.

marruu

31 Mart 2010

Ah bu sözcükler...


Sözcüklerle başım dertte. Anlaşamıyoruz biz; sanırım yanlış olanları seçiyorum hep. Ya da yanlış olanlar daha bir kurnaz, daha bir atak; öne geçiveriyorlar olmayacak yerde bir çocuk rahatlığı ve küstahlığıyla göğüslerini gere gere, ne olacak bunun sonu diye düşünmeden, düşünmeye zahmet bile etmeden. Evet evet, bildiğimiz küstahlık bu.

Aslında bu yeni bir şey değil; hep öyleydi. Gerçi ben zamanla törpülendiğimi düşünüyordum, bir takım mekanizmalar kurarak gemleme çalışmaları yapıyordum uzun zamandır, ama bir an geliyor ve engel olmak mümkün olmuyor işte. Sonra? Sonrası kötü. Gerçekten sevdiğim, gerçekten yanımda yöremde olmasını istediğim insanı/insanları üzüyorum, yaralıyorum. Tamam, doğru söylemiş olabilirim ama değdi mi? Yok miso, değmedi. Bu işler böyle olmuyor. Bu işin dürüstlükle hiç bir alakası yok.

İşin kötüsü hiç bir işe de yaramıyor. Ben söylemek istediğimi anlatamıyorum: benim söylediğim açıdan bakıp ne düşündüğümü anlamasını sağlayamıyorum. Karşıdaki direk kişisel algılıyor ve aramızda bir tür sevgi yoksunluğu olduğunu düşünüyor.

İşin daha kötüsü: Herkes kendince haklı.

İşin en kötüsü: Tekrar konuşmak mümkün olmuyor. Çünkü bu müsibet sözcükler başka diyarlara akıp gidiyor. Çoğu kez konuşurken yazmayı düşünmüşümdür; çünkü laf lafı açıyor ve bambaşka yerlere gidiliyor. Oysa söylenmek istenen kaç şey olabilir ki? Onlar söylense, onlar üzerinden konuşulsa. İki tarafın da “onlar”ı dinlense, üzerinde anlaşılsa... Ne yazık ki bu da olmuyor hiç bir zaman.

Böyle işte. Diyorum ya, başım dertte. Düzeltemiyorum bir türlü.

Düzeltemeyeceğim de. Biliyorum.

16 Mart 2010

Yeni bir yapı: Öğrenci :(


Öğrenci çok enteresan bir yapı. Başlıbaşına bir tür gibi. Kastettiğim “tür” İngilizce’deki “species”. Ukalalık için çok özür diliyorum; ancak bizimle fiziksel olarak aynı formda görünen bu yapının ne kadar farklı refleksleri olduğunu gördükçe farklı bir tür olduklarına, ya da bir- bir kaç tür arasında gidip geldiklerine iyice inanır oldum.

Dönem başından beri sessiz duran, nadiren gülen bir öğrencim var. Ve pek de tarafsız olduğunu düşünmüyorum. Hani ufak ufak negatif bir elektrik alıyorum ama çok da üzerinde durup didiklemek istemiyorum. Çünkü didikleyince haklı olduğum ortaya çıkıyor ve üzülüyorum. Ve nitekim bugün haklı olduğumu gördüm. Ve üzüldüm...

Tenefüsten sonra sınıfa girdiğimde ikili üçlü gruplar halinde bir geometri sorusunu çözdüklerini gördüm. Arkadaşlar, haydi, kitapları açalım, alırım onu elinizden... Gittim birilerinin elindeki kağıdı alıp “keseyim mi topunuzu” filan dedim. Neyse derse geçtik. Dersin son beş dakikasında da serbest bıraktım. Sonra gittim bir öğrencinin yanına (bu başka; kendisi makina mühendisliğinde), çözebildin mi? Şurası da x mi? filan dedim. Bir iki şey konuştuk. Sonra sınıfta-asla-tebessüm-etmem-etmeyeceğim beyin kanadına gittim. Biri başka bir şey sormuştu çünkü. Hocam XXX çözdü, dediler. Aa, cidden mi, bana da anlatır mısın, dedim. Yüzüme baktı, anlatamam, dedi. Neden? dedim. Şaşırdım. Öyle işte, dedi. Bu sefer ben şaşkın bir ifadeyle onun yüzüne baktım. Anlatılamayacak bir şey olduğu filan geçiyor kafamdan. Anlatsam da anlamazsınız, dedi.

Yüzümdeki şaşkın ifade söndü, bitti. Bunu dediğine inanamadım. Öyle mi, filan gibi bir şey geveledim. Ama hiç bir kızgınlık, bir iktidar hissi filan yok. Sadece üzüldüm. Peki, dedim, masaya döndüm. Özür dilesene lan, filan gibi sesler geliyor. Ben o tarafa bakamıyorum, önümdeki kağıtlara bakar gibi yapıyorum. Bir şeyler dedi ama duyamadım. Uğuldadı kulaklarımda. Zaten önemli de değildi o noktada.

Neden anlamayacağımı düşündüğünü bilmiyorum. Bir takım aptallık gösterileriyle böyle hissetmesine yol açmış olsam da beni üzeceğini bile bile neden böyle davrandığını hiç anlamadım. Bir insan bir başkasını neden bile isteye kırar ki? Arkadaşına da böyle yapar mıydı acaba? Hoca olduğum için mi bu ayrıcalığa nail oldum, onu da anlamadım. Yoksa Miso’yu mu incitmek istedi? Bilemiyorum.

Ya cidden öğrenciler o kadar hayati ki benim için... Böyle bu kadar şımarıkça, bu kadar hoyratça bir tavır çok incitiyor.

Böyle oldu işte bugün. Üzüldüm ben çok.

marruu

7 Mart 2010

Ve-da


Aslında gitmeyecektim filme. Mustafa’dan sonra töbe demiştim; bırak Miso bırak, filmi seyretmeyenler bile üfürüp durdular, bozma sinirlerini demiştim. Bir tür öz koruma hamlesi yani. Sonra yeni sınıf dedi ki, aman hocam, canım hocam, bizi filme götür hocam. Götür mötür demediler aslında, eheh, o benim hüsn’ü kuruntum. Her sabah ilk ders direk derse dalmayalım diye dün film izlediniz mi, nasıl buldunuz, aman o aktörü yerim ben gibi geyikler çeviriyoruz. Bu arada yavrular poğaçalarını yutup gözlerini yarım açabilir duruma geliyorlar. Biraz da hani faydalı bir meyvedir sinema, yesinler diye destekleme durumları. Neyse, çok uzattım, Perşembe günü filme gittik toplam 15 kişi olarak. Ama ve fekat...

Filme ilk sahne itibariyle yabancılaşarak dalıp, buz keserek çıktığımı itiraf etmeliyim. Dakka bir gol bir, küçük Mustafa dünyanın en mel bakışlı sarışın çocuğuna teslim edilmiş; dakka iki, gayet uyduruk bir iki sahneyle hafif büyümüş Mustafa’nın liderlik yeteneklerine şahit oluyoruz. (Artık dakka saymayacağım ama liste sonsuza kadar gidecek). Mustafa’nın annesiyle Mustafa bütün o boya-badana makyaja rağmen sürekli aynı yaşta görünüyorlar. Fikriye Mustafa’ya kahve getirip salondan çıktığında Mustafa Kemal hafiften eğilip, uzaklaşan kızı arkadan kesiyor; ve yemin ederim ehi ehi diye sırıtıyor. Savaş sahneleri toplam 20 askerle çekilmiş (haydi 40 olsun; şimdi uyduruk Hollywood filmlerine adamlar bu işi biliyor tadında övgü mü düzelim?) Büyük Balkan göçünde insanlar ip gibi bir sıraya dizilmiş, tek sıra halinde ilerliyorlar... Ay aman ya, her bir sahne ayrı bir yabancılaşma...

Filmde gerçeğe aykırı bir sürü şey. Bu arada referansım da Salih Bozok’un Gazi ve Latife kitabı; orta 3 hayat bilgisi kitabı değil. Bu sabah Zülfü Beğ’in röpörtajını dinledim; efenim yurt dışında yönetmenler daha özgürmüş, o hiç özgür olamamış, M. Kemal’i istediği gibi yansıtamamış, çok hassas bir konuymuş, oysa bu bir filmmiş, istediği gibi yansıtabilmeliymiş.. Bu miso diyor ki, efendim eğer sen gerçek bir karakter üzerine bir film yapıyorsan, o filmdeki yaratıcılık durumun biraz kısıtlanır haliyle. Yani örneğin Atatürk’ü abanoz karası saçlı bir aktöre canlandırtmak tabi ki yönetmenin bileceği iştir, ve fekat böyle bir şey yaptığı anda da seyircinin bu duruma yabancılaşacağı gerçeğini gözönünde bulundurması gerekir. Yok yok, bu kadarı da olmadı ama hatırı sayılır miktarda sıkıntı vardı bence.

Geniş kadrolu bir müsamere kıvamındaki bu filme gitmemenizi şiddetle tavsiye ederim. Zira miso’nun ruhu şişim şişim şişti. Neyle indireceğini de bir türlü bilemedi.

marruu pıhhh

11 Şubat 2010

Gezi… Son…


Brugge’den Amsterdam’a eve dönmüş hissiyle varıyoruz. Gitmediğimiz müzeler hala var ama esas en önemli yere henüz gitmemişiz; Red Light Şeysi. Ben müdürümü arıyorum, ne yapalım, akıl fikir fışkırt bize oralardan da, diye. O da diyor ki, takılın bir turist grubunun arkasına, siz de bakının aval aval. Ama sakın ha foto çekmeyin. Tamam diyoruz, düşüyoruz yola. Öyle uzak bir yer değil; gerçek anlamda şehrin içinde bu mekan. Yani Ankara’da Kızılay’da ya da İstanbul’da Taksim’de böyle bir yerin olduğunu düşünüyorum da... Yok yahu, zorluyor. Tabi benzer mekanlar illa ki vardır ama bu kadar açığı bizi kasar gibi geliyor. Yan yana üç kişinin geçebileceği daracık sokaklar. Sokakların her iki yanında tamamen cam olan kapılar. Ve içeride don-sütyen duran kadınlar. Çoğu çok genç. Kimisi cidden çok güzel, kimisi yaptırdığı kavun gibi balkonlarıyla sirk yaratığı gibi. Kimisi de kadın gibi görünüyor ama bir gariplik de var. Onca şakasını yapmışız bugüne kadar, oraya gidince Burcu da ben de dut yemiş bülbüle dönüyoruz. Başımızı kaldırıp tarihi esere bakar gibi bakmak garip geliyor ikimize de. Bir tür mahçubiyetle bu turun bitmesini bekliyoruz...

Derken Burcu aniden arkamıza doğru sert bir bakış fırlatıp beni yana çekiyor. Arkamızda Meksikalı kılıklı iki üç genç adam var. Abla yürü, çabuk gidelim diyor. O sırada o sokak bitiyor zaten. Sokağın bitiminde de aynı tipte bir başka genç adam. Hızla ayrılıyoruz oradan. Burcu tesadüfen arkasına baktığında o çocuklardan birinin benim çantama uzanmış olduğunu görmüş. Eli fermuardaymış. Muhtemelen benim cüzdanı alıp sokağın başındaki adama verecekti. Ben farketsem bile kendi üzerinde bir şey olmayacaktı. (Sherlock miso) Bir panik otele gidiyoruz. Cüzdanda pek fazla para yok ama kredi kartı var, kimlikler var filan... Yahu sanki biz burada cennette yaşıyoruz, hiç böyle şey duymamış görmemişiz gibi panik halinde otele varıyoruz. Utanmasak yorganı başımıza çekip herifleri bekliycez korkuyla. Bütün gece cüzdan gitseydi noolurduyu konuşup birbirimizi daha beter kudurtuyoruz.

Ertesi gün Burcu’nun arkadaşı geliyor. Bir yıl burada yaşamış ve tekrar buraya dönebilmek ve sonsuza kadar buralarda kalabilmek için gerekli çalışma izinlerini filan almaya çalışan biri. Bizi süper yerlere yemek yemeğe götürüyor. Acayip asortik görünen mağazalara sokup her şeyin ne kadar ucuza olduğunu gösteriyor. (Miso salağı olarak böyle yerlerden başımı bile sokmam, öyle bir ürkekliğim var benim.) Bir önceki geceki korkumuzla dalga geçip bizi ikinci Red Light turuna çıkartıp kızlar hakkında yorumlar yapıyor: Bu yaşlı, bu trans, bu şişko, bu iyi, bu Türk, bura en eski yer... Sonra, aa hiç bir şey yemediniz mi, şunu bunu tüttürmediniz mi, filan diyor ama biz hala son derece prensipli davranıyoruz. Derken, yetişkinler için oyuncaklar satan yerlerin vitrinlerine bakıyoruz. Oyuncaklar enteresan tabi; öyle şeyler görüyoruz ki güya pille çalışıyor ama Ilgaz’ın evdeki ufacık arabalarını ve tükettiği pili düşününce o şeylerin ancak baraj voltajıyla filan çalışabileceğine kanaat getiriyoruz. Son olarak da allah kimseyi bu kadar abazan eylemesin, bunlara muhtaç etmesin duasını edip kakır kikir gülerek oradan ayrılıyoruz.

Şu beş günde öyle güzel şeyler görüyoruz ki, memlekete yine içimizde bir buruklukla dönüyoruz. Estetik anlayışının bu kadar farklı olması üzmekten öte kahrediyor aslında. Arkadaşının elindeki oyuncağa sahip olmayan, her zaman bundan mahrum kalacak olan bir çocuğun burukluğunu yaşıyoruz. Yapıcak bir şey yok, boynumuzu büküyoruz.

marruu



9 Şubat 2010

Brüksel-Brugge


Perşembe öğlen Brüksel trenine biniyoruz. Bir gece kalıp Brugge’e geçeceğiz. Sonra tekrar Amsterdam. Brüksel dünyanın en sıkıcı, insanları en asık suratlı şehri. 2.5 saat aranın bu kadar fark yaratması şaşırtıyor bizi. Otelin resepsiyonundakiler bile maske maske gülümsüyor. Şurayı burayı dolaşıyoruz ama hava dehşetli soğuk ve yağmur her yerimizi ıslatmaya kararlı bir şekilde yağıyor. Gidip o işeyen heykeli görüyoruz: Allahım, heykel minicik bir şey. Bu mudur kardeşim, diyoruz. Gerçi o kadar moralimiz bozulmuş ki, heykel at kadar olsa da yaranamayacak bize. Dantelmiş, çikolataymış, kandıramıyor hiç bir şey. Zaten dantel hiç açmaz, anneannemin dokudukları sandıklarda bitlendi herhalde çoktan. Ki buradakilere ciddi ciddi, “ayy ne kro,” deyip geçiveriyoruz dantel profüsürleri olaraktan. Çikolatalar ise evet, iyi, tadları güzel ama yok köpek şekilliler, yok meme-sütyen tamlamaları filan... Hiç olmuyor kardeşim, ucuz pazarlama teknikleri yüreğimizi iyice soğutuyor.

Sabah 8.27’ye alıyoruz Brugge tren biletlerimizi. Oranın güzel olduğunu umuyoruz; hatta içten içe yalvarıyoruz iyilik cinlerine. Bir tutam da tebessüm yetecek aslında bize. Brüksel koyu renk takım elbiseli, deri çantalı, çook mühim işlerle iştigal eden kadın ve adamların memleketi. Bize gelmez, bir kere daha anlıyoruz.

Brugge’e vardığımızda yine yağmur yağıyor. Merkez istasyonda kilitli dolap bulup ağırlıktan sırtımızda hörgüç tomurcuklatan sırt çantalarımızı içine tıkıyoruz. Otobüse binmek istemediğimiz için bir harita alıp şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Yağmurdan haritamız yufkaya dönüyor. Galiba Belçika’da yağmursuz bir gün bile geçmiyor. Gelmese miydik, diye hayıflanırken etrafın güzelliği sözümüzü geri aldırıyor. İçerilere doğru girdikçe ağzımız açık kalıyor. Şehrin dokusunu bozan hiç bir şey mi olmaz? Her yer bir başka film için hazırlanmış gibi. İnsanların buralarda gerçekten yaşıyor olmaları inanılmaz geliyor bize. Muhteşem bir göl, gölün kıyısında bahçesinde ördekler filan dolaşan evler. Kafe filan değil, bildiğimiz evler. Laz müteahhitler buralara pek uğrayamamış sanırım. Seviniyoruz haliyle.

Bütün Brugge’ü yürümek öğleye kadar bitiyor. Trenimize binip Brüksel’e geçiyoruz. Yol 1 saat sürüyor. Yan taraftaki orta yaşlı kadın dut gibi sarhoş. Söylediği hiç bir şey anlaşılmıyor. Hatta ben önce kadını konuşma-işitme engelli filan sanıyorum. Sonra kadın inmek için ayağa kalkıyor. Tren hafifçe yalpalıyor. Hoop, kadın sırt üstü düşüyor. Burcu’yla ben önden çekerken iki kişi de arkadan ıkına sıkına ittirip kadını kaldırıyoruz. Kadın jövö mövö bir şeyler diyor ama anlamama sebebim Fransızca bilmemem değil. Muhtemelen başka bir diyardan sesleniyor. Kadının çantalarından birini alıp kapıya yöneliyorum. Yolda bir valiz. Gülümseyerek valizin sahibinden valizini çekmesini rica ediyorum. Hemen kapıya ulaşmalıyız yoksa arkamdaki yarmagül üzerime düşebilir. Veya kusabilir. Valizin sahibi çok net bir tonla beni azarlıyor. Beklemeliymişim, o da kapıya gidecekmiş. In a minute! Arkamdaki bayanın sıkıntısı olduğunu, o nedenle acele ettiğimi söylüyorum. Artık gülümsemiyorum, ama onun gibi havlamıyorum da. İşaret parmağını kaldırıp 5 yaşındaki miso’yu azarlıyor yine.Ben de, “çok haklısınız kibirli kraliçem,” deyip arkamı dönüyorum. Kadıncağıza fıttır geliyor. Benim yarmagül de, tartışma çıkmış olmasına üzgün bir şekilde, no problem türü bir şey söyleyip kadına sarılıyor ve şaap diye öpüyor. Bir keyifleniyorum ki, sormayın gitsin. Umarım yalamıştır da :)

7 Şubat 2010

A ms ter dam 2


Burcu’yla böyle gezmekten hoşlanıyoruz biz. Bir yere git, çık, sonra hemen başka bir yere koş. Zaten bir kaç günlüğüne gelmişiz, muhtemelen bir daha da gelemeyeceğiz; gelsek de beraber olmayacağız... Vakit kaybetmek niye! O müzeden çık bu müzeye koş, ay şu binaya fırla kıvamında gezip duruyoruz.

Amsterdam’ın tümü bir dekor gibi. Mega Lego kent :) Evler muhteşem, dokuyu bozan hiç bir bina yok. Yüksek bina hiç yok. Örneğin Prag’da eski kent böyleydi; yeni kente geçildiği anda bildiğimiz modern şehir görüntüsü başlıyordu. Veya Barselona: Evet, şehrin planının usta kişi Gaudi’nin ellerinden çıkması şehri son derece olumlu etkilemiş ama bir sürü yüksek bina etrafta cirit atıyordu neticede. (Yük. Mimar Misomiso bildirdi) Amsterdam ise çekilmekte olan film için kanalların etrafına indirilmiş dekorlara benzeyen ev dizileriyle dolu. Muhteşem renkleri, nefis çatıları olan, pencereleri birbirinden farklı bir sürü ev. İnsanların yaşadığı gerçek evler. Kendi kentlerimizin ne kadar zevk yoksunu, ne kadar sakil olduğunu düşünmeden edemiyorum. Ne yazık ki. Ne yenisini becerebiliyoruz, ne de eski ve güzel olanı korumayı :(

Ve fekat sonradan kanalların hemen dibindeki bu eski evlere sahip olmanın bir bedeli olduğunu öğreniyoruz: Kedi kadar fareler. Her yer çok eski olduğu için, ve kanallar çok müsait olduğu için evlerde cirit atarmış kendileri. Gördüğüm anda korkudan bayılacak gibi olduğumdan bir an için nefesim kesiliyor ama otelimiz yepyeni ve odamız dördüncü katta ve zaten biz de gece klozet kapağını kapatıp yatıyoruz diye avunuyoruz.

Perşembe sabahı Anne Frank’ın evine gidiyoruz. Oyununu okutmuştum zamanında. O zaman da çok etkilenmiştim ama gerçek mekanda olmak çok farklı bir duygu tabii. İki yıl boyunca bir yerde çıt çıkartmadan yaşamak... Suyu kullanmadan, yere bastığında eski ahşap döşemeyi gıcırdatmadan, hiç konuşmadan günü geçirmek. Ancak akşam olup da alt katlarda çalışan insanlar binayı terk ettiğinde normal bir insan gibi yapabilmek. Ve hala nefes alabildiğine, Auschwitz’e sürüklenmediğine şükretmek... Akla hayale gelebilecek en büyük kötülüklere insan kadir. Başka hiç bir varlık bu kadar kötü olmaya muktedir değil çok şükür.

5 Şubat 2010

A m st erd a m 1


Evet, tamam, soğuk olacağını biliyorduk. Türkiye de soğuktu çok. Ama efendim, burası resmen çıldırmış durumda. Biraz daha kuzeyde bir ülkeye gitseymişiz enteresan hayvanlar filan da görürmüşüz. Hani bu kadar soğuğa katlanmışken orayı da aradan çıkartırmışız...

Yolculuk kılpayı başladı aslında. 202 no’lu kapıya gidin dediler, gittik. A’sı B’si varmış, farketmedik. Uçak 10.45’de kalkacak. Saat 10:40. Bir sürü yer anons ediliyor, rötar bildiriliyor, bizimki bir kere anons edilmiş, artık çıt yok. Burcu, “ben bari bir sorayım,” diye görevlinin yanına gittiğinde bizim uçağın kalkmak üzere olduğunu, tekerlekli sandalyesi olan bir adamın sandalyesinde sorun çıktığı için beklediğini söylüyor adam. Amannn diye bir fırlayış fırlıyoruz... Sırtımızdan, kıçımızdan ter fışkırıyor ziyadesiyle.

Amsterdam müzelerden marketlere, her tür görevlinin ve yolda o esnada yürümekte olan insanın misafirperverlik ek-ödeneği aldığı bir yer gibi. Herkes gülümsüyor. Merhaba, nereden geldiniz, diyor, oo iyi diyor. (Neden, neresi iyi pek anlamadık.)

Madam Tusseaud müzesine gidiyoruz. Evet, biliyorum, çok geyik ama bir sürü de foto çekiyoruz. Burcu zaten ailenin caponu. Şuraya koş çıt foto, buraya gel çat foto, beni de çek, çıt... Balmumu heykelleri görmeden önce Amsterdam’la ilgili tanıtıcı bir film izliyoruz. Aman efendim, Amsterdam eskiden şöyle etkin bir kentmiş, etkisi ta bilmem nerede hissediliyormuş... Yahu biraz utanma olur, ta şuralara gittik, oradaki insanların iliğini kemiğini kuruttuk demenin kibarcası da bu herhalde. Ama heykeller güzel, hatta tedbiri elden bırakmayıp gerçek mi la bunlar kıvamına ulaşmasa da hafiften kıllanıyoruz. Yakınlaşıp bakıyoruz.

Bir iki yer gezip bir şeyler atıştırdıktan sonra otele dönmek zorunda kalıyoruz. Burcu’nun başı deli gibi ağrıyor. Geçenlerde gittiği bir doktor (hafif üfürükçü kıvamlısından) yeni bir ilaç vermiş, sende sahte migren var, demiş. İlacı alırken adamı sevgiyle andık ikimiz de. Sahtesi kusturacak kadar ağrıtıyorsa, gerçeği... Burcu uyuyor; uyursa azalır belki umudu var. Uyandırmak için bekliyorum ben de. Uzansam ben de dalıcam; çok yorgunum. Sonrasında çıkamıyoruz hiç bir yere. Allahtan sabaha iyileşiyor Burcu :)

1 Şubat 2010

Döndüm ben


Ne yorgunluktu allahım. Adam gibi gezmeyi bilmiyoruz biz Burcu’yla. Hani yarışmalar vardır; süpermarkete girersin, toplam iki dakikada en çok şey alan kazanır ya... İşte öyle gezdik Amsterdam’ı, Brüksel’i ve Brugge’u. Aslında Brüksel ve Brugge’de daha sakindik, daha turist. Ama Amsterdam’da arkamızdan kovalayan varmış gibi koşa koşa, koşa koşa...

Dün bütün gün yolda geçti. Önce Amsterdam-İstanbul. Uçak inmek bilmedi. Gerçek anlamda ama ... İniş sırasında bir sıkıntı oldu. İniyoruz dediler ve sonra uzun bir süre alçaktan uçtuk. Alçaktan uçtuğumuzu hissediyor olmak bana çok ilginç geldi. Eh be insanoğlu, sen ne bilicen kaç metreden uçulduğunu gibi bir durum olması gerekirken, iniyoruz dediler ya, alçaldık ya... Burcu ve onun yanındaki adam gerim gerim gerildiler. Koridorun diğer yanındaki dini bütün arkadaş sürekli cep Kur’an’ı okudu, gözlerini kapadı dualar etti. Arkadaki dallama grubu da düşen, şuraya buraya çakılan veya son anda kurtaran uçak istatistikleri verdiler. Bense kendimden beklenmeyecek kadar sakin bir şekilde oturdum. Burcum, dedim, yapıcak bir şey yok zaten, korkma, inicez, derin nefes al...

Gece Kamil Koç’un Ataşehir tesislerinde 9.00’dan 12.00’a kadar otobüsümü bekledim. O kadar keyifli bir süreçti ki anlatamam. Seyahatimin üzerine cila oldu. Yolculuk boyunca iki saat uyumak da cabası.

Şimdi evimdeyim. Kedinin artık rezalete dönmüş kumunu temizleyip evin kokusuna dair ilk değişikliği yaptım. Şimdi bildiğim, beynimde kayıtlı kokulara erişmek istiyorum. Bütün çamaşırları şimdi yıkayıp evin her yerine serip temizlik kokusunu içime çekmek ... Mum yakıp orada bir süre oturmak... Banyolardaki temizlik kokusu... Salondaki büfenin içindeki gül ağacı-vanilya kokusu...

Amsterdam-Brüksel-Brugge anıları gelecek. Biraz toparlanmam ve toparlamam lazım önce...

marruu

22 Ocak 2010

Yeni tatil ve lütfenler zinciri :)

Son yılların en ağır kışı yaşanıyormuş...
İstanbul'da Cumartesi ve Pazar günü kar fırtınası olacakmış...
O kadar soğukmuş ki, insanlar fotoğraf çekmek için ellerini ceplerinden çıkaramamışlar...
Lütfen uçağımıza binelim;
Lütfen zamanında Amsterdam'a inelim :)
Lütfen tıpkı geçen seneki gibi super-sisters tatili olsun...
Ya lütfen yaaa
(Hırçınlaşmak üzereyim bak!)
marruu